8 Temmuz 2009 Çarşamba

KİMLERİN ELİNDE



Cirik Haci / Fezali
Cirik.Haci@gmx.de

Kimlerin elinde kalıyor vatan
Paşa, bey önünden geçilmez oldu
Halka hizmet eden çıktı aradan
İyisi kötüsü seçilmez oldu

Yönetim denetim tersine döndü
Üsküdarı geçenler ata bindi
Kimler çıktı bu tahda, kimler indi
Çeşmeler bozuldu içilmez oldu

Laikci şariat hayli yarıştı
Sağı solu belli değil karıştı
Yazarı çizeri kökten değişti
Kiminin kefeni biçilmez oldu

İkdidar diyen kimi enson hızda
Sayılmaz olurlar gönülde gözde
Doğruluk kalmadı söylenen sözde
İnanıp peşinden gidilmez oldu

Güç kazandı deli poyraz yelleri
Kar fırtına harap etti yolları
Çıkar için yalan söyler dilleri
Bozuldu suları durulmaz oldu

Fezalim der Hacim ağrıtma başı
Karnına çalışan ne anlar işi
İçinden zehirli haraptır dışı
Elenip elekten süzülmez oldu

7 Temmuz 2009 Salı

Karşıtların İkisi de Devletçidir!



Gün Zileli
zileligun@hotmail.com

Marx’ın en büyük yanılgılarından biri, toplumsal devrimin devlet mekanizması aracılığıyla gerçekleşebileceğini, en azından bu manivelanın toplumsal devrim için kullanılabileceğini düşünmesiydi. Ne var ki, bugünkü takipçilerinden farklı olarak, Marx, yine yanılsa da, bir “proleter devleti” öngörmüştü.

Bugünküler öyle mi ya. Gerçi onların ufuklarında artık toplumsal devrim diye bir hedefin de kaldığını sanmıyorum ama en azından bir toplumsal değişim için bu takipçiler, umutlarını halihazır kapitalist ve burjuva devletlerine bağlamışlardır. Marx’tan çok çok geridedirler. Tarih ileriye falan gitmiyor!

Marksist gelenek, yirminci yüzyılın başlarında önemli bir yarılma yaşadı ve iki ana kesime ayrıldı: Menşevikler ve Bolşevikler. Menşevikler, ta o zamandan Avrupa’nın burjuva devletlerine bel bağlayarak bugünkü sosyal demokratik ve liberal geleneği oluşturdular. Bolşevik kanat, Marx’ın “proleter devleti” tezlerine daha bağlı gibi görünüyordu, ne var ki, Sovyet devriminden sonra o da reelpolitikaya batıp bir yozlaşma içine girdi ve Marksist geleneğin bugünkü “üçüncü dünyacı” versiyonlarının temel taşlarını döşedi. Kapitalizm yolunda Avrupa’ya göre görece “geri kalmış” Asya, Afrika ve Latin Amerika’daki burjuva devletlerine bel bağlayan, bugün en uç noktalara varıp ulusalcı tonlara bürünen akım, bu geleneğin ürünüdür.

Bugün, kısaca liberal ve ulusalcı olarak adlandırdığımız bu iki akım birbirinin gözünü oyarcasına bir didişme içindedir Türkiye’de. Menşevizmin devamı liberal akım, bu geleneğin doğal sonucu olarak, toplumsal devrimi tamamen unuttuğundan, “demokrasi” adına umudunu Avrupa’nın “ileri” kapitalist devletlerine, daha somut bir ifadeyle Avrupa Birliği’ne bağlamış bulunmaktadır. Avrupa Birliği’ne “emeğin Avrupa’sı” adını vererek kendini kamufle etmeye çalışan bu akım, bütün özgürlükçü söylemlerine rağmen devletçidir. Çünkü Avrupa’nın kapitalist devletlerinin birliğinden başka bir şey olmayan ve gerçeklikte, gerek Avrupa işçi sınıfını, gerek Avrupa’ya sığınmış göçmen nüfusu, gerekse de dünya emekçilerini sömürerek ekonomik büyümesini sürdüren Avrupa Devletler Birliğinin destekçisidir.

Öte yandan, Bolşevizmin tereddi etmiş bir biçimi olan ulusalcılık da, yine toplumsal devrimi unutup, “anti-emperyalizm” aşaması adına “üçüncü dünyanın” (Asya, Afrika ve Latin Amerika’nın) ulus devletlerine bel bağlayarak açıktan devletçi, hatta bu devletlerin uyguladığı baskıcı diktatörlük rejimlerinin savunucusu haline gelmiştir.

Gördüğümüz gibi, her iki akım da, Marksizmin, toplumsal devrim için devleti kullanma argümanının iyice yozlaşmış biçimleridir. Yukarda belirttiğimiz gibi, Marx böyle bir değişim için proleteryanın devleti kullanmasını öngörmüştü. Bu iki akım bugün, “proletarya”dan tamamen vazgeçmiştir. Biri, “demokratik” olduğunu iddia ettiği Avrupa burjuvazisinin ve devletlerinin, diğeri de “anti-emperyalist” olduğu vehmine kapıldığı “üçüncü dünya” burjuvazisinin ve devletlerinin peşine takılmış, bunların yedek ve destek gücü haline gelmiştir.

Her ikisi de devletçidir.

Her ikisi de toplumsal devrimden vaz geçmiştir.

Her ikisi de proletaryaya “elveda” demiştir.

Her ikisi de proleteryanın aşağıdan toplumsal başkaldırısına karşı halihazır devletlerin yanındadır ve onların bekçisi konumundadır.

Birbirlerinin gözünü oymaları, kapitalistler arasındaki paylaşım kavgasında patronlarının taşaronluğunu yapmalarından kaynaklanmaktadır.

Proletaryanın ve dünyanın ezilenlerinin kendi özgüçleriyle gerçekleştirecekleri bir dünya toplumsal devrimi, patronlarıyla birlikte taşaronlarını da temizleyecektir.

Belki de ancak o zaman, Londra’nın Highgate mezarlığındaki heybetli başının heykeli insanda saygı uyandıran, sonsuzluğa gömülmüş Marx’ın ruhu huzura kavuşacak ve “yaptığım bir hata, yüz elli yılda ne korkunç sonuçlara yol açtı. Sen çok yaşayasın proletarya” diyecektir.

-------------------
http://www.gunzileli.com/

6 Temmuz 2009 Pazartesi

ÜRETİM ALANLARIMIZ BİR BİR KATLEDİLİYOR



Hüseyin Habip Taşkın
habibtaskin@gmail.com

Ülkemizde geçimini toprakla yapan çitçilerin durumları her geçen gün zorlaşmaktadır. Ekonomik gidiş hat imdat sinyalleri vermektedir. Çiftçilerinde yaşam mücadelesi dar boğazdan dar boğazlara girmektedir. Durumlar hiçte iç açıcı değildir. Yaşam bir yandan devam ederken çiftçilerin kendilerince yapmış oldukları alt yapıları da birer birer yok olmaktadır.

Emperyalistlerin ülkemizdeki tarım alanlarına karışmaları ve pota koymaları! “Şu mahsulü bu kadar ekeceksin! Şu şöyle olacak” ve benzeri talimatları adı altında emirleriyle, tarımda gelinen aşama ise tam anlamıyla bir fiyaskodur.

Devletin uzun vadede yapmış olduğu tarım politikasının olmadığını görmekteyiz. Bizler neyi görmekteyiz! Emperyalizmin ellerinden birisinin tarım alanlarımızda gezindiğini görmekteyiz.

Çarpık kentleşme ve yapılanmada tarım alanlarımız birden beton yığınlarına dönüşü vermektedir. Bu işte rantçıların avantasının olduğunu görmekteyiz. Ülkemizde tarım alanlarının en elverişli yerleri yaprak dökümü gibi birer birer tekelci sermaye tarafından katledilmektedir.

Geçimini tarımla sağlayan çiftçilerimiz kendilerince bir çıkış yolu aramaktadır. Kesişen yollarda kapitalizmin egemen gücü karşılarına çıkmaktadır. Bir boğa yılanı gibi tarım alanlarını yutmaktadır.

Tarım alanlarında sancılı günler devam ederken, İzmir’de tam anlamıyla mizahlık bir olay gündeme tepetaklak düştü. Yaşanılan bu olay ülkemizin genelindeki çiftçilerimizin nasıl bir sorunla baş başa olduklarının sadece bir bölümüdür.
İzmir, genel konumuyla tarıma dayalıdır. Sağ olsun, varolsun bizim büyüklerimiz İktidardan iktidara geldiklerinde bizleri düşündükleri bellidir. Çalışmıyorlar dersek onlara büyük haksızlık etmiş oluruz. Gazetedeki haberi aktarmadan önce İzmir’in geçmişine kısa bir yolculuk yapalım;

Ödemiş, Tire, Bayındır, Kiraz, Beydağ, Torbalı, Narlıdere, Balçova, İnciraltı, Buca… Yerleşim birimleri uzadıkça uzuyor. Buraları tarım alanlarımızdı. Burada yetişen mahsul tüccarlar aracılığıyla ülkemizin dört bir yanına giderdi. Çiftçi ürettiği malı ucuza satardı. Tüccar ise avantaya konardı. Olacak bu kadarı çünkü kapitalist sistemde yaşıyoruz.

Zamanla İzmir’deki yerleşim birimleri özellikle tarıma dayalı olan yerler, rantçılar tarafından parsellendi. İnsanlara ev yapmaları için satıldı. Mantar gibi evler toprağın üzerine konu verdi. Yıllar ilerledikçe daha çok tarım alanı rantçıların elleri arasında katledildi. Çiftçi memnundu. Neden mi? Toprakta üretilen mahsul para etmiyordu. Yapılan emeğin karşılığını karşılamıyordu.
Gelinen aşamada tarım alanlarının büyük bir kısmı beton yığını olarak karşımıza çıktı. Bununla birlikte yeşil alan dediğimiz yerlerde katledildi. Birileri bu çarpık gelişmenin adına “modern şehirleşme, uygar kent” demektedir.

Yukarıda saydığım ve sayamadığım yerleşim birimlerinde benim hatırladığım,1969’ larda ve onu takip eden yıllarda Üzüm, Kiraz ve benzeri festivaller olurdu. Benim önerim ise! Bizleri düşünen büyük zatlarımız “beton yığını” festivalleri yapmalarıdır.

İzmir’in birçok yerinde tarım alanı yerle bir edildi. Bu büyük başarıdır. Kapitalist sistem yapar mı yapar.

İzmir’deki tarımda yaşanan mizahlık öyküye bir bakalım; İzmir’in tarımla uğraşan ilçelerinden Ödemiş, Tire, Beydağ ve Kiraz’da elektrik borçlarını ödeyemeyen 8 bin tarımsal sulama abonesi olan çiftçi üretim yapamıyor.

Mizahlık öykümüz kara mizaha dönüşürken; İzmir genelinde sayıları 62 bine ulaşan tarımsal sulama abonelerinin, TEDAŞ’a olan toplam elektrik borcunun 34 milyon olurken, TEDAŞ bu borcun 8milyon kısmı için haciz işlemi başlattı. 7 bin çiftçi ise icralık durumunda kaldı.

Ödemiş borç sırasında birinci sırada yerini alıyor. 30 bin hektar alanda sulu tarım yapılıyor. 50 bin büyükbaş hayvandan 700 ton süt üretiliyor.8 bin 353’ü ruhsatlı, toplam 14 bin sulama kuyusu bulunuyor.

Ödemiş, Türkiye’nin patates üretim merkezlerinden biridir. 68 bin 674 dekar alanda patates üretiliyor. Sulama yeterli yapılmadığı takdirde 2009 yılı için 176bin 800 ton olarak belirlenen patateste ciddi düşüşler yaşanacak.

Tire, Kiraz, Beydağ ilçelerinde durum Ödemiş ilçesinden pek farklı değildir. Dört ilçede 456 abonenin 2002- 2009 arasındaki elektrik borcu 1 milyon 420 bin 778 TL. Olduğu belirtilmektedir. Yüksek elektrik fiyat uygulaması çitçiyi tarım olmak üzere hayvancılıkta da vurmaktadır.

Arıtma tesisi olan birçok köyde muhtarlar fatura kabarmasın diye bu tesisleri çalıştırmıyor. Bu tesisler bir anlamıyla çürümeye terk edilmiş durumda bekletiliyor.

Sistem içinde çarpıklıklar yol alırken tarımımızda bir canlanma beklenemez. Üretenler, emekçiler bu toprakların gerçek sahibi olmadığı süre içinde, emperyalizmin ağırlığı olduğu sürece yıllar geçse de çiftçilerimiz balçıklar içinde batıp yok olmaya mahkûm olacaklardır.

5 Temmuz 2009 Pazar

“Irkçılığın çağdaş biçimi”


“Irkçılığı, sadece aşırı sağın ve neonazilerin yarattığı bir sorun olarak görmek, politik ve toplumsal sol da dahil, Avrupa çoğunluk toplumlarının içerisinde yaygın olan bir yaklaşım. Halbuki göçmen ve mültecilerin, çoğunluk toplumun bireyleri olan gay, lezbiyen, transgenderler ve engellilerin, kronik hastaların, siyah derili Almanların, Yahudilerin, evsiz-barksızların ve Sinti-Roman halkının gündelik yaşamda, işyerinde, okulda, sokakta, oturdukları apartmanlarda ve devlet kurumları ile olan ilişkilerinde karşılaştıkları ırkçılığın, aşırı sağ ve neonazilerle ilgisi neredeyse yok. “Beyaz” ırkçılık, topluma ait olmayan, farklı ve yabancı olan her bireye, her yaşam biçimine ve her toplumsal gruba karşı her gün yeniden üretilerek, yaygınlaşıyor.”


Murat Çakır
Bu hafta, 14 yıl aradan sonra Almanya’ya yeniden gönderilen bir BM Irkçılık Özel Raportörü on gün süren gezisini tamamladı ve ülkeden ayrılmadan önce Almanya’ya ırkçılıkla mücadele konusunda kötü not verdiğini açıkladı. Basın, BM Raportörü Githu Muigai’in bu süre içerisinde hükümet, eyalet ve yerel yönetimleri, mülteci ve göçmen örgütlerinin temsilcileri ve yolda tesadüfen rastladığı göçmenler ile görüşerek, gelecek yıl sunacağı rapor için notlar aldı.
2008 Ağustos’undan bu yana »Irkçılığın çağdaş biçimleri, ırkçı ayırımcılık, yabancı düşmanlığı ve hoşgörüsüzlüğün benzer biçimleri« konusunda BM’in Özel Raportörü olan Muigai, Nairobi Üniversitesi’nde öğretim üyesi ve avukat. Bir siyah Afrikalı olarak, ırkçılığın ve »beyaz« dünyanın ne anlama geldiğini in iyi bilen insanlardan birisinin bu göreve getirilmiş olması, bence bu makama ayrı bir önem katıyor.
O nedenle Almanya’da toplumun merkezinde kökleşmiş olan ırkçılık konusunda kolayca aldatılabileccek bir kişi değil. Buna rağmen, belki de bu yüzden, Muigai’nin ziyaretinin Almanya medyasında bir nevî »susuş kumkuması« ile karşılaştığını söylemek gerekir. Okuduğunuz bu köşe yazısı için bilgi toplamak maksadıyla karıştırdığım gazete sayfalarında ve gözden geçirdiğim internet sitelerinde konuyla ilgili ya kısa ve kıyıda-köşede duran bir haber bulabildim, ya da izine bile rastlayamadım. Sosyalist gazetelerin dahi konuyu kısaca geçiştirdiklerini söylersem, gerisini siz düşünün artık.
Aslına bakılırsa bu durumun Almanya toplumu, politikası ve elbette medyası için semptomatik olduğunu vurgulamak lazım. Irkçılık, adıyla-sanıyla ve asıl arka planıyla anıldığında, suskunluk ve kaale almama gösterilen tipik reaksiyon oluyor.
Githu Muigai, on gün içerisinde ve öyle hiç te zorlanmadan asıl sorunu kavramış: Her ne kadar aşırı sağcılık ve neonazizme karşı belirli bir hassasiyet geliştirilmiş ve Almanya’nın bir göç ülkesi olduğu, eh nihayet birazcık kabullenilmiş olsa da, kurumsal ve toplumsal ırkçılık son 14 yılda daha da kök salarak, kronikleşmiş durumda. Irkçılığa ve ayırımcılığa karşı söylemlerin geliştirilmesi, genelde sosyopedagojik ve kültüralist olmanın ötesine gidemeyen iyi niyetli projelerin desteklenmesi ve Genel Eşitlendirme Yasası’nın (o da 2006’da) yürürlüğe sokulması, bu gerçeği hiç değiştirmiyor.
Irkçılığı, sadece aşırı sağın ve neonazilerin yarattığı bir sorun olarak görmek, politik ve toplumsal sol da dahil, Avrupa çoğunluk toplumlarının içerisinde yaygın olan bir yaklaşım. Halbuki göçmen ve mültecilerin, çoğunluk toplumun bireyleri olan gay, lezbiyen, transgenderler ve engellilerin, kronik hastaların, siyah derili Almanların, Yahudilerin, evsiz-barksızların ve Sinti-Roman halkının gündelik yaşamda, işyerinde, okulda, sokakta, oturdukları apartmanlarda ve devlet kurumları ile olan ilişkilerinde karşılaştıkları ırkçılığın, aşırı sağ ve neonazilerle ilgisi neredeyse yok. »Beyaz« ırkçılık, topluma ait olmayan, farklı ve yabancı olan her bireye, her yaşam biçimine ve her toplumsal gruba karşı her gün yeniden üretilerek, yaygınlaşıyor.
Toplum merkezinde yerleşik olan bu »beyaz« ırkçılığın, tarihsel yahudi düşmanlığının ve aşırı derecede var olan yabancı düşmanlığının, refah şovenizmi ile birleşerek oluşmasının yanısıra, devamını, kalıcılaşmasını ve genişlemesini sağlayan en büyük etken, egemen mülkiyet ve iktidar ilişkilerinin üzerine kurulu olan kurumsal ırkçılıktır. İstihdam piyasasını etnik hiyerarşi içine sokarak, ücretler ve çalışma koşulları üzerinde bir baskı aracı haline getiren; ikametgah yönetmelikleri veya açık ayırımcılığın bir ifadesi olan Yabancılar Yasası’na muhalefetten Alman olmayanları yurtdışı edilmek üzere hapse tıkan ve bu vesile ile »Abschüblinge«, yani »[yurtdışına] itilecekler« tanımını hukuk diline sokan; temel hak ve özgürlükleri »Almanlar« ve »insanlar« için diye ikiye ayıran; doğumunun arifesinde olan hamile kadınları ve tek başına çocukları dahi savaş ve ihtilaf bölgelerine zorla göndermekten geri kalmayan; mültecileri insan onurunu zedeleyecek biçimde kamplara tıkan; alkollü araba kullanmayı cezayı ağırlaştırcı faktör olarak gören, ama göçmenlere yönelik saldırılarda alkolü hafifletici gerekçe sayan; Anayasa’sı, yasaları, yönetme ve yürütmelikleri ile ayırımcılık ve ırkçılığı kurumsallaştıran Alman ulusal devleti ve ulus anlayışı, ırkçılığı körükleyen en temel faktördür.
Irkçılık ve ayırımcılık, malî piyasalar kapitalizmi çağının küresel çapta etkinliği olan bir egemenlik aracıdır. Malî piyasalar kapitalizminin, Batı’nın sanayileşmiş merkezlerinde yol açtığı kırılmalara, sosyal sorunlara ve güncel krizin geniş halk kesimlerini toplumsal travmalara ve yoksullaşmaya itmesini engellemek, en azından neoliberalizmin hegemonyasını geriletmek isteyen Avrupa’nın toplumsal ve politik güçleri, mızraklarının ucunu inandırıcı bir biçimde toplumsal ve kurumsal ırkçılığa karşı yöneltmedikleri sürece, daha çok özel raportör gelecek ve gözleri görmeyenlerin dahi net bir şekilde gördükleri gerçekleri tekrarlayacaklardır. Ta ki, günün birinde »yeryüzünün lânetlileri« ayağa kalkana dek...
4 Temmuz 2009

3 Temmuz 2009 Cuma

Mardin Korosu, Çokkültürlülük ve Kenan Evren


Mesut Onatlı
mesutonatli@hotmail.com

Geçen hafta “Korolar Çarpışıyor” programı sonuçlandı… Değişik illerden çoğunluğu müzikten uzak kişilerden toplama korolar yarıştı. Birinci olan koronun bulunduğu ilde o koronun adına bir okul yaptırılacaktı. Güzel düşünülmüş hayırlı bir iş. Lakin ilk haftadan itibaren sms ile oylamada bulunanlar müzik performanslarını bir kenara bırakıp kendi şehirlerini veya kendilerine yakın şehirleri desteklemeye koyuldular.

Oy verme bütünen “hemşehricilik” tarzlı mikro milliyetçilik temelinde gelişti. Haftalar ilerledikçe çok dilli Mardin Korosu’na (Kürtçe, Türkçe, Arapça, Süryanice dillerinde şarkılar seslendirdiler) karşı makro milliyetçilik de yüzünü göstermekte gecikmedi. Mardin Korosu çok dilliliğin, çok kültürlülüğün sesi oldu. Bunu kendi kutsal tek kültürlerine saldırı olarak algılayanlar ise bazen sözle bazen de bayrak sallandırarak tepkilerini gösterdiler. Ama şehir sayısının çokluğundan Mardin Korosu’na karşı birleşmekte sorun yaşadıklarından arada Mardin Korosu finale kadar geldi.

Finalde iki koro vardı… Mardin Korosu ve Malatya Korosu. Bunu Çokkültürlülük ve Tektipleştiricilik şeklinde okumak daha doğru. Evet kendinden başkasına yaşam hakkı tanımayan, herkesi kendine benzetmeye çalışan, her fırsatta “tek dil, tek millet, tek bayrak, tek devlet…” düsturunu dile getiren zihniyet çokkültürlü Mardin Korosuna karşı tabiî ki birleşecekti. Mardin, performansı ne kadar iyi olursa olsun kazanamazdı. Hoş Malatya da çokkültürlülüğe uzak değildi ama en azından Mardin gibi bunu göstermiyordu. Bu da yeterdi “tekçi” zihniyete. Farklı da olsan bunu göstermemeliydin…egemen tek zihniyete boyun eğmeliydin. Ve karar verildi. Oylar Malatya’ya verilecekti.

Sonuçta Mardin Korosu beklendiği üzere yenildi. Yenilmelerine bir anlam veremediler ama başka türlü olamazdı. Eğer Mardin Korosu kazanmış olsa bu ülkede bu bir devrimle eşdeğer olurdu. Bu, bu ülkede çokkültürlülüğün tekçi zihniyete galip geldiği anlamına gelirdi. Ki bu henüz uzaktı. Tekçi zihniyet her alanda egemenliğini kabul ettirmişti. Bu, ta Namık Kemallerle oluşmaya başlayan, Ziya Gökalpler, Ebedi-Milli Şeflerle gelişen ve Kenan Evren’le tescillenen bir zihniyettir.

Evren Paşa, kendilerine yargı yolu açılmasıyla ilgili gazetecilerine (Ertuğrul Özkök, Fikret Bila) konuştu: “referandum yapılsın, halk evet derse intihar ederim…” Halkın hayır diyeceğinden emin. Haklısın Evren Paşa, halk hayır demekle kalmayacak, seni korumak için var gücüyle çabalayacak da. Sana benzeyen bir halk yarattın çünkü… Yaktığın kitaplarla, öldürdüğün, işkenceden geçirdiğin aydınlarla, YÖK kurumuyla, eğitim sistemiyle, yasakladığın basınla, üniversiteden attığın öğretim görevlileriyle oluşturduğun ortam makine imalatı benzeri tek tip bireyler yarattı.

Böyle bir ortamda gelişen yeni neslin büyük kısmı sana benziyor artık. Edilgen veya düşüncesiz bir etken, kendine güvenini yitirmiş, sorgulamadan yoksun hep güçlüden yana tavır alan, darbe yanlısı, yabancı düşmanı, kendinden olmayan kendisi içindir anlayışına sahip tanımlanamayan kendine yabancı ucube kişiliklerden oluşan bir toplum yarattın.

Ve bu toplum “Türk” olarak en zeki, “erkek” olarak en güçlü, bazen “sünni-müslüman” bazen de katı laisist olarak en doğru olduğunu iddia eden bir toplum algısını sergiliyor bugün. Hepsi birleşince de Pippa Bacca’lar bu ülkeden geçemez oluyor, her yılbaşı Taksimlerde yabancılara taciz ritüelleri eksik olmuyor, Kürtlerin Musa Anterleri, Ermenilerin Hrant Dinkleri, Rumların Rahip Santoroları, Alevilerin Nesimi Çimenleri açıktan katlediliyor, başka dillere hazmedilemiyor ve en basitinden farklı dillerde şarkı söyleyen bir koroya karşı saldırganlaşabiliniyor.

Sen asıl bu nedenle yargılanmalısın Evren Paşa.

Böyle bir toplumun mimarı olduğun için!

Varsa vicdan azabı, toplumun evet demesini beklemeden intihar etmelisin.

Nitekim tarihte örnekleri bol.

Lakin vicdan olmayanda azap ne gezer,

Onur ne gezer!

Ve “Ateşte Semah Dönenler”


"Bugün 2 Temmuz ; tarih bizlere ,soykırımlarını, katliamları unutturmayacağı gibi , diktatörleri, katilleri, hain ve işbirlikçileri de unutturmayacak. 2 Temmuz'da Sivas'ta olacağız , aklımızla ,yüreğimizle ve eylemlerimizle..."

Fatma Ataseven
f_ata1@hotmail.com

Oturdukları dağ doruklarında başlayan tanrıların paylaşım savaşları ile başlayan insanlık tarihi birbirinden beter acıların ,kıyımların, vahşetin ,şiddetin izleriyle günümüze kadar gelmiştir. Güçlüler tanrı oldu, güçsüzler kul, güçlü tanrılar kurumsallaşarak devlet oldu, güçsüzler halk/ vatandaş oldu.

İlkel ve modern dünyada çok fazla değişen olmadı, ”ezen” ve ”ezilen” değişmedi. Ancak ,kör karanlığın tanrıları toprağın derinliklerini sarsan, gök kubbeyi yırtan bir çığlık kopardılar, oturdukları dağ doruklarından. Sarsıldı yer küre, kayalardan kayalar koptu, ama su yürüdü kendi yolunca. İlk kıvılcımı çakmıştı insan ve o büyülü alevi, ateşi yakmıştı; aydınlatmıştı kör karanlığı.

Anladı karanlıklar prensleri sonunun geldiğini, bugün yarın karışacaktı sonsuz yokluğa ve sahneyi bırakacaktı ateşi yakanlara. Yakılmıştı ilk ateş ve başlamıştı insanlığın ileriye yürüyüşü. Geleceğin büyük ateşini yakacak serüven başlamıştı böylece.

Selam ilk ateşi yakanlara, suyun önünü açanlara; selam karanlığın bağrını yırtarak kör tanrıları ebediyete gönderen Prometheus’lara; Enel Hak ,diyen Hallac’ı Mansur‘lara, Nesimi’lere “dönen dönsün ben dönmezem” diyen Pir Sultan‘lara , Şeyh Bedreddin’lere ,Demirci Kawa’lara , Mustafa Suphi’lere , “Senin yalanlarına ve hilelerine alışamadım bu bana dert oldu,; ama senin önünde diz çökmedim bu da sana dert olsun” diyen Seyyid Rıza’lara , Nazım’lara ,Deniz’lere, Mahir’lere …Selam olsun geleceğin büyük ateşini tutuşturacak alazları bizlere ulaştıranlara.

Gerici faşist iktidarların katlettiği tüm değerleri saygı ile selamlıyorum. Bölen, parçalayan, yöneten gerici anlayışa karşı ,devrimci ve sosyalist mücadele içinde direnerek kazanacağız.

Karanlığın kör tanrılarına rağmen , hayatın bize çizdiği yol, özgürlük ve güzelliklerle dolu olabilir di, ama biz bu yolu ve bu ruhu yitirdik. Hırs insanların ruhunu zehirledi, bu zehri mütemadiyen akıtmakta, sadece insanları değil, doğadaki tüm canlıları yok etmekte. Sevgi yok oldu , dünyayı bir nefret çemberine aldı. Hepimizi kaz adımlarıyla sefaletin ve savaşların içine sürükledi. Neo liberalizm ve postmodernizimle hızla ilerlediğimizi düşünürken !. Birden bu düşüncenin dayattığı argümanların tutsağı olduk.! Bolluk getiren makineleşme bizi yoksul kıldı. Edindiğimiz bilgiler bizi çıkarcı yaptı, zekamızı da katı ve acımasız.

Çok düşünüyoruz, ama az hissediyoruz. İnsani değerlerimizi koruyamadık. Gerici milliyetçilik ve şovenizme karşı , kapitalist / emperyalizme karşı; din, dil, ulus ayrımcılığı olmayan yeni bir dünya yaratalım ,yoksa 860 da başlayan ve “tarihin tekerrürü”nden ibaret olan kıyımları ,katliamları ,vahşeti aralıklarla yaşamaktan ve yıldönümlerinde anmaktan öteye gidemeyiz.

2 Temmuz 1993'de insanlık suçu işlendi, tıpkı Koçgiride olduğu gibi ,Dersim’de ,Çorum’da Maraş’ta ,Gazi mahallesin’de ve ölüm oruçlarında ki gibi. Her dönemde suçlular , bir grup faşistler ya da şeriatçı gericiler olarak gösterildi; her dönemde olduğu gibi o dönemde de katliamın sanıkları başka yerlerde arandı .!. Ve Aleviler her defasında “laik devlete” sığınmak zorunda kaldılar. Acılarını bal eyleyip , devletin istediği dümen suyuna akmayı tercih ettiler.! “açılımlar” ve devlet icazetli politikalar la günü kurtarmaya çalıştılar.

Bugün 2 Temmuz ; tarih bizlere ,soykırımlarını, katliamları unutturmayacağı gibi , diktatörleri, katilleri, hain ve işbirlikçileri de unutturmayacak. 2 Temmuz'da Sivas'ta olacağız , aklımızla ,yüreğimizle ve eylemlerimizle. .

Çok fazla uzatmayacağım , sözü ;Pir Sultan’dan Madımak’a Ateşte Semah Dönenler ‘ e ve kitabın yazarına bırakacağım . Bu belgesel romanında Aleviliğin; tarihsel derinliklerinden süzülüp gelen; felsefi-toplumsal boyutunu, Sivas-Madımak’ta yakılan canların öyküsüyle bütünleştiriyor.

Bu belgesel romanda; Hallac-ı Mansur’dan Seyyid İmadeddin Nesimi’ye, Perfectus Silvianus’tan Pir Sultan’a, Pavlikanlardan, Bogomillere, Albigenlere ve Kızılbaşlara, Yunus Emre’ye, Banaz’dan Madımak’a uzanan onurlu ve başı dik bir yolculuğun öyküsü anlatılıyor…

Ateşte Semah duranların, ışık insanlarının nefes kesen dramatik öyküsü; Aleviliğin, sönmeyen ateşinin de, umudun da serüvenidir aslında…

Tarihsel perspektifle Aleviliğin Toplumsal gerçekliği ilmek ilmek örülen “ATEŞTE SEMAH DÖNENLER” kitabı üzerine sevgili Remzi Aydın’la gerçekleştirdiğimiz sohbet – röportajımızı önümüzdeki günlerde yayınlayacağız. Salt Alevilik ü-zerine değil ,yazarın çok yönlü çalışmaları, ve araştırmaları üzerine de konuştuk , Konuyu bizzat kaynağından dinlemenizi , ve kitabı okumanızı ayrıca öneriyorum.

“Rüzgarın kanatlarında
Munzurun doruklarında
Mahpusun kuytuluğunda
Güneşin sıcaklığında
Kalanlara selam olsun
Sevdanın güzelliğinde
Canın cana hasretinde
İnançlı yüreklerine
Kavganın Ateşlerinde
Yananlara selam olsun”

2 Temmuz 2009

2 Temmuz 2009 Perşembe

SIVAS KATLIAMINI UNUTMADIK!


Cirik Haci / FEZALİ
cirikh@gmx.de

Asırlardır, şair, halk ozanları halkların dertlerinin sorunlarının dili, gözü, kulağı olduğu gibi aydınlığın da simgesi oldular.Bu konu şair ve halk ozanları için sevdadır, bu sevdadan vaz geçemezler.Bu güzel sevda uğruna, çarmıha gerildi, zindanlara atıldı, gözlerine mil çekildi,dar ağacında asıldı ve yakıldılar.Bu bitmez, tükenmez vurdukca tazalenen, kestikce çoğalan bir sevdadır; aşıkların vaz geçemedikleri sevdanın temelinde, merkezinde insan vardır.Paşa bey dinlemediler; bundan gayrı da dinlemezler.Duyguları, hisleri çok yufkadır; her haksızlığı içlerinde hissederler. Onun içindir ki, sesleri korkusuz, haykırışları insanın yüreğine seslenir.

Gelmiş geçmiş halk ozanları ve şairlerinin çoşkulu sevdaları yaşamaktadır ve insanlık var oldukça da yaşayacaktır Otuz üç canımızın acısını yüreğimin derinliklerinde hissediyor ve onları hayatımın her dalında yaşatıyorum. Unutturmayacağız ve unutmayacağız!

Kahrolsun her türden gericilik!

Yaşasın karşılıklı saygıya dayalı özgürce yaşam!

DÜNYADA MADIMAK

Yufka olur aşıkların yüreği
Sevdası sonsuza yaşar dünyada
İnsanı hak bilir temel direği
Sevdası sonsuza taşar dünyada

Can özünden söyler tatlı sözünü
Yüreklere çalar telli sazını
Acıya dermen der kendi nazını
Sedası sonsuza aşar dünyada

Fezali’m der Hacı’m gülüp baksada
Derman olur şu derdini döksede
Hasret’i, ateş bağrın yaksada
Hasret’i sonsuza çoşar dünyada


2 TEMMUZ ANISINA


Seyfi Mûxûndî
seyfielaldi@hotmail.com

MADIMAK
Madımak kendi halinde sıradan bir otel iken bir anda kara leke gibi gündeme kötü bir anı olarak yerleşti. Madımak otu da öyle. Daha evveli sıradan bir bitki olarak anılırken şimdi adı anıldığında Sivas katliamı akla getirmemek mümkün değil. Hani madımak türküsü var ya henüz ilkokuldayken altmışlı yıllarda öğretmenimiz Hasan Umay öğretmişti bize. Çok sevmiştik ve madımak bitkisini de tanıtmıştı. Bizim oralarda harmanlarda çok olur. Biz ona Kürtçe “Nan Çuk” (Kuş Ekmeği) deriz. Gün olur zaman döner kim derdi ki Madımak kötü bir anıya isim olur. Elbette ki bu madımak bitkisinin suçu değil.

Sivas tarihler boyunca birçok kültürlere beşik olmuş. Özellikle de Hitit-Hatti kültür geleneğini uzun yıllar koruyup taşıdığı için özellikle yobazların ve kültür düşmanlarının da hedefi haline gelmiş. Siyasi nedenleri ve sürecini yazmayacağım dostlarımız yeterince bunu dile getiriyorlar zaten. Ben 1993 katliamından sonra kaleme aldığım şiiri sizlere sunuyorum. Dönüp bakıyorum da yanılmamışım. Tarih şiirlerimi haklı çıkardı.

MADIMAK
Seyfi Mûxûndî

“Madımak bitim ola
Yolları tutum ola.
Oy madımak, madımak
Dön de bir yol beri bak.”

Dön…
Dön de bir Sivas’a bak
Dön şu hortlayan yobaza bak
Berlin’de yıktılar utanç duvarını,
Sivas’a diktiler madımak oteli’ni.
Yakılan otuz altı beden değil
Yakılan candır.
Yakılan yakanın kendi korkusudur.
Bu korku ki
Kara yüzlerin korkusu,
Özgür kafa yaratılırın korkusu
Kör taassubun yırtılırın korkusu

Çıra gibi yanan bir bina
Bir cehennem manzarası insana
Etrafta el çırpıp dans edenleri
Cehennem zebanileri
Savaş naraları ve öfkeleri
Ama görmediler göremediler
Yanan bedenlerin kendi yüzlerine
Vurduğu ışığı, ateşi.
Ah kapabilselerdi, tutabilselerdi
Yobazlar, ışığın güzelliğini
O zaman anlayacaklardı, göreceklerdi
İleriyi hep ileriyi
İnsanı sevmek,
İnsanı anlamak ve okumak
Kolay değildir
Kolay olan, bedeni kaldırmak.
Zordur duyabilmek
Madımak çığlıklarını
Ateşin sıcak nefesini
Dumanın
İsin
Ve de yanan arkadaşının
Yanık et kokusunu
Kolay mıdır bunları yaşamak?
Rahat mıdır yanışını beklemek?
Mümkün mü çığlıkları duymamak,
Rahat, rahat hayranla seyretmek?
Kalpleri mühürlü olanlar için belki.
Çünkü onlar,
İnsan yakmanın mucidi.
İyi tanırlar hocaları, Nemrutu
Ve iyi bilirler İbrahim’i.
Okumuşlar,
Örnek almışlar
Yakanın da yakılanında
Ödülünü.
Belki kurtaracaktır mahpusta sizleri
Düzenin yasaları, baskıları,
Avukatları ve özverileri.
Ama hiç unutamazsınız,
Yok, edemezsiniz kulaklarınızda çınlayan
Yaktığınız otuz yedi canın
Çığlıklarını
Oy Madımak, Madımak
Dön de bir Sivas’a bak.

30-11-1993

AKARSU’NUN ANISINA
Seyfi Mûxûndî

Muhabbet gönlümün nefesi
Uzat elini bana ateşin içinden
Hala sesin gönlümde, dilimde ve kulağımda.
Layık mıydı ölümün böylesi?
İlişiver sesinle ve sazınla.
Semalarda bulalım birbirimizi.

Ateş çevrelemiş Muhlis’imin bedenini.
Katliamların en çirkini.
Alamadılar alamazlar aramızdan
Rezilliğin ve çirkefliğin kara sesi.
Sesin hala aramızda
Uzat elini ateşin içinde ve semahlarda

Atsanız da bizi ateşlere
Nur olur çıkarız semalara zirvelere
Işık olup döneriz gök kubbede
Sema olup döneriz halka biz
Isımızdan, ışığımızdan korkun siz
Ne zulüm ne de ateş yakar bizi
Ayıramaz unutturamaz Muhlis’imizi

30-11-1993

1 Temmuz 2009 Çarşamba

OTUZ ÜÇ CAN





Mustafa Elveren – Em. Öğrt.
mustafaelveren@gmail.com

1993 yılı, 2 Temmuz günü akşamdan itibaren KESK yürüyüşüne ve mitingine katılmak üzere, Elazığ’dan Ankara’ya otobüsle giderken, katliamı yolda radyo haberlerinden öğrenmiştim. Dolayısıyla, 3 Temmuz’da yapılan KESK yürüyüşünün içeriği de değişmiş oldu. Yürüyüş daha çok Sivas katliamını protesto etmekle geçti.

Bilindiği üzere, Devlet gücünü arkasına alan bazı derin odaklar (aslında devletin kendisi demek daha doğru olur), planlı ve proğramlı olarak 1993 yılında 2 Temmuz günü Sivas’ta 33 Kızılbaş-Alevi aydınını vahşice yakarak bir katliam yaptılar. Bu olay tarihte “Sivas Katliamı” olarak yerini aldı.

İnternet üzerinden; gerek videolarda ve gerekse o günkü basın-yayın organlarının arşivlerinden olayları dikkatlice okuyup, incelemeye çalıştım. Aslında bu gerici güruh sadece bir maşa görevini yapmışlardır. 1970’lı yıllarında da Sivas’ta bir katliam daha yaşanmıştı. Olayların arkasında çok büyük istihbarat kuruluşları olduğu ilk bakışta hemen anlaşılıyor. Yani bu katliam kendiliğinden gelişen bir olay değil, tamamen planlı ve proğramlı olarak gerçekleştirilmiştir.

Sakallı, takkeli, cüppeli, sopalı bu gerici güruhun elindeki gazlı bezler, çakmak ve kibritlerle “Ya Allah Bismillah, Allahu Ekber!” şeklinde tekbir getirtilerek Madımak oteline doğru yönlendirildiği, olay günü çekilen bazı video görüntülerinden çok net olarak anlaşılmaktadır.

Bu olayda maalesef OTUZ ÜÇ CAN diri diri yakılarak, devletin güvenlik güçlerinin gözetiminde katledilmiştir. 33 canımızın acısı henüz geçmemişken, “intikam” adı altında ve hem de aynı sayıda (33 kişi), yine devlet destekli bazı karanlık odaklar tarafından Başbağlar katliamı gerçekleştirilmiştir. Bazı yasadışı silahlı örgütler bu olayı üstlense de, inandırıcı değildir. Başbağlar katliamı Sivas olaylarıyla doğrudan bağlantılı olduğu çok açık bir biçimde görülmektedir. O tarihlerde Kürt yerleşim bölgelerinde de toplu sivil katliamların sıkça yapıldığı, internet üzerinden kısa bir araştırmayla öğrenebiliriz.

Biraz daha gerilere gidersek, 12 Eylül diktatörlüğü öncesindeki 70’li-80’li yıllarında da benzer katliamların yapıldığını görürüz. Alevi – Suni dengesinin bulunduğu Maraş, Çorum, Sivas, Elazığ gibi illerde bu tür katliamların yapıldığını, benim yaşlarında olanlar bilirler. Yani bu katliamların canlı tanığı sayılırlar.

Peki, bu güne kadar yapılan bu katliamları neden engelleyemiyoruz? Bu kadar baskı ve katliamlara rağmen, neden ortak bir siyasi duruş gösteremiyoruz? Gomanweb yazarlarından Pirim Sayın Süleyman Doğan bu konuda şu tespiti yapmaktadır: “Kürt artı Kızılbaş artı komünist isen (o zaman iktidar elden gidiyor düzen değişiyor) felaketsin.. Ondandır ki yıllardır bu kesimlerin ortak bir cephe kurması, birlikte mücadele etmesi devletin en büyük korkusudur. Bu birlikteliklerini engellemek için Bölük pörçük bir yerlerde durmaları egemen güçleri hep memnun etmiştir.” (Süleyman Doğan-11.02.2008 / Gomanweb). Pirim’in bu tespiti, soruların cevabı niteliğindedir. Sevgili Pirim’in bu tespitine katılmamak mümkün mü? Bence çok yerinde bir tespit yapmıştır.

“Kurtuluş yok tek başına, ya hepimiz, ya hiç birimiz”. “Gelin canlar bir olalım, İri olalım, diri olalım” Bu slogan ve özdeyişler çerçevesinde demokrasi ve özgürlük mücadelesini daha da yükseltebiliriz.

Bu güne kadar ortak bir siyasi duruş sağlarız diye hep umut etmekteyim. “Umut fakirin ekmeğidir” derler ya, ya da Nasrettin Hoca’nın göle maya çalması gibi “Ya tutarsa”. Benimki de o hesap işte. Kim bilir? Belki bir gün tutar.
01.07.2009

--------------

WEB: http://www.gomanweb.com/

SİVAS’TA YAKILAN CANLARI UNUTMAYACAĞIZ



Hüseyin Habip Taşkın
habibtaskin@gmail.com

Aradan yıllar geçse de bazı olaylar insanların hafızasına kazılır. Özelliklede insanlık dışı işlenen barbarca olaylar miras gibi dilden dile, kitaptan kitaba, gazeteden gazeteye aktarılarak kitlelere ulaştırılır. Tarih sayfalarında barbarca işlenen suçlar fazlalık yönünden terazinin kefesinde daha ağır basmaktadır.

2 Temmuz 1993 Sivas’taki, Madımak Otelinde devletin olaylara bilinçlice seyirci kalarak, yobazların, faşistlerin elerliyle işlenen barbarca katliam dünmüşçesine hafızalarımızda yerini korumaktadır.

Ülkemizde bilinçlice beyinlere işlenen Türkçülük, tek dil, tek mezhep ve benzeri ırkçı, şovenist, kafatasçı düşünceler Sivas’ta, Madımak otel’inde 37 aydın diri diri taşlanarak, yakılarak, dumandan zehirlenerek “vatan uğruna” ve “allah adına” kışkırtılan gerici faşistlerin eylemlikleriyle yaşama geçirilmiş oldu.

Olanlar, oynanan oyunun sadece ön bölümüdür. Peki, oyunu oynatanlar, oyunun gerisinde kalan aşağılık Hitler hayranları neden ortaya çıkartılmadı? Bu ülkede katledilen her aydının faili bellidir. Devlet isterse perde arkasında olan eli kanlı katilleri ortaya çıkartır. Nedeni ortadadır! Bu ülkede emek ve sömürü vardır. Bir tarafta ezilenler, diğer tarafta ezenler vardır. Madımak otelinde “allah adına” yakılanların kimliklerine bir bakın! Milliyeti ne olursa olsun, onlar bu ülkenin aydınlık yüzleriydi.

2 Temmuz 1993 da Sivas’ta, Madımak oteline yapılan saldırıyla içerideki 37 canın barbarca katledilmesindeki amaçlardan bir tanesi ülkemizin aydınlık yüzlerini susturup yok etmektir. Yapılan bu iğrençlik aynı zamanda ülkemizde bulunan halklara gözdağı vermektir.

Bu barbarlıkların biçimsel farklılığı olsa da 12 Eylül 1980 öncesinde Maraş ve Çorum olaylarını, derin devlet diye söylenen kişilerin tezgahından çıkan iğrenç olayların bir devamıdır. Gazi Mahallesi’nde 12 Mart 1995’de yaşanan olaylarda Sivas olaylarından pek farkı olmadığı gibi burada da derin devletin kanlı elleri işbaşı yapmıştır.

O günü hatırlamak için hafızalarımızı bir yoklayalım; 2 Temmuz 1993 tarihinde Sivas'ta Pir Sultan Abdal Şenlikleri sırasında Madımak Oteli'nin barbarlar tarafından kuşatılıp yakılması ve dolayısıyla şehirde bulunan 33 aydın yazar, ozan ve aydının ve iki otel çalışanının yakılarak öldürülmesi, oteli ateşe verenlerden de ikisinin hayatını kaybetmesiyle sonuçlanan olaylar zincirinin halkalarından birisidir.

Pir Sultan Abdal’ın sazının çalındığı Sivas şehir merkezinde yapılması öngörülmüştü. Bu kapsamda pek çok aydının yanı sıra Aziz Nesin bu etkinlik nedeniyle dönemin Sivas valisi
Ahmet Karabilgin'in özel davetlisi olarak bu kente gelmişti.

2 Temmuz 1993 günü organize biçimde öğle saatlerinde Paşa ve Meydan camilerinde çıkan gruplar önce etkinliklerin yapıldığı Kültür Merkezi’ne ulaşarak, bir gün önce dikilen anıtı kısmen tahrip etti. Kültür Merkezi içindeki karşıt grupla çıkan taşlı sopalı çatışma, polis tarafından fazla büyümeden önlendi.

Hızını alamayan ve sayısı yaklaşık 10.000'e ulaşan grup, Kültür Merkezi’nden yeniden Hükümet Meydanı’na geldi. Hükümet Konağı’nı taşlamaya ve slogan atmaya başlayan grup ardından Madımak Oteli civarına ulaşarak, slogan atmaya devam etti. Grubun sayısı akşam saatlerinde 20.000'e yaklaştı. Grup önce Madımak Oteli önündeki araçları ateşe verdi ve oteli taşladı bunun sonucunda taşlanarak camları kırılan Madımak Oteli tutuşturulan perdeler ve alt katta bulunan eşyalarla birlikte yakıldı. Otele sığınmış olan aydınlardan, aralarında Asım Bezirci, Nesimi Çimen,Muhlis Akarsu, Metin Altıok ve Hasret Gültekin’in de bulunduğu 37 kişi yanarak veya dumandan boğularak yaşamını yitirdi. Aralarında Aziz Nesin'in de bulunduğu 51 kişi de olaylardan kendi olanaklarıyla, ağır yaralarla kurtuldu. İtfaiye merdiveniyle kurtarılmaya çalışılan Aziz Nesin,merdiven trabzasındaki görevli tarafından darp edilip,merdivenden itfaiye aracı etrafında toplanan azgın kalabalığa doğru itildiği dönemin özel televizyonları tarafından belgelendi.Başından yaralanan Aziz Nesin'i linç edilmekten araya girenler tarafından kurtarıldı. Yaralılar, Tıp Fakültesi Hastanesi`ne götürüldü.

Olaylar sonucunda 33 aydın, 2 otel görevlisi ile 2 saldırgan yaşamını yitirdi. Yine olaylar sırasında Atatürk - Kongre ve Etnografya Müzesi önünde bulunan Atatürk büstü tahrip edildi. Akşam saatlerinde valilikçe ilan edilen ”2 günlük sokağa çıkma yasağı” getirildi.
Aradan on altı yıl geçti ve Sivas katliamının yapıldığı yer olan Mamak Otel’i hala konuşulmaya devam ediliyor. Nedeni ortada perdenin arkası aralanmamış ve gereği yapılmamıştır.

Konumuza dönerek hafızalarımızı yenilemeye devam edelim; Medresede kurulan standlara saldırılar başladı; satılan kitap ve kasetlerin sanatçılarına küfürler, dışardan alıp getirdikleri Hz.Ali, On İki İmam posterlerini yırtmalar, askılı giyen bayanlara sözlü saldırılar gibi fiili durumlar yaşandı. Aziz Nesin ile TGRT muhabirinin yaptığı röportaj; gazeteci kılığındaki provokatörün ortamı geren sorularına cevap gecikmedi; bir kişi, Aziz Nesin’e saldırdı; 'Beğenmediğin Allah seni yakacak' diye... O saatten sonra ortam iyice gerilmiş oldu.
Katliamın borazancıları yerel basın 2 Temmuz günü manşetlerinden kin kusmaya başlamıştı. 'Müslüman mahallesinde salyangoz satılıyor', 'Gün Müslümanlığı yerine getirme günüdür' gibi yalanlarla, katiller göreve çağrılıyordu. Gecikmeden de cevap geldi. Panel ve konserin yapılacağı kültür merkezine kara bulutlar gibi çökerek, taş ve sopalarla saldırdılar.
Cuma namazı çıkışı, daha önce aceleyle boşaltılan medreseye saldırıda bulunulmuş, kimseyi göremeyince de, kültür merkezine yönelmişler. Orada bulunanlar kapı ve pencerelere kurdukları barikatla ilk tehlikeyi savuşturmuşlar.

Dönem itibariyle DYP-SHP iktidardaydı. Belediye başkanı, katliamı bir orkestra şefi gibi yönetti. Ozanlar Anıtı yakılırken ve saldırılar artarak sürerken; 'Gazanız mübarek olsun' diye yüreklendirdi güruhu. Ödülünü de milletvekili olarak aldı... Sivas'ta askeri bir garnizonun oluşu ve olaylara müdahale etmeyişi akıllarda soru işareti uyandırmıştı!

2 Temmuz 1993, Başbakan Tansu Çiller: Oteli saran vatandaşlarımıza bir şey olmamıştır! (Çok şükür, otel dışındaki halkımız bir zarar görmemiştir)
2 Temmuz 1993, Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel: Güvenlik güçleri ve halkı karşı karşıya getirmeyelim.

O dönemin Başbakanından ve Cumhurbaşkanından ilginç cümleleri böylece duymuştuk.

Konunun nasıl başka alanlara kaydırdıklarını hepimiz görmüş olduk.

DYP-SHP iktidarı Sivas katliamından sorumludurlar. Şu anda CHP mecliste olsa bile 2 Temmuz’un hesabını sormaya hiç niyeti yoktur. Birçok Alevi dernekleri kendilerine umut kapısı gördüğü CHP’yi kendi kurtuluşlarıymışçasına sahip çıkmalarına şaşırmamak gerekir. Çünkü sınıf mücadelesini Alevi dernekleri esas almamaktadır.

Hesap elbet sorulacaktır. O da örgütlü halkların mücadelesiyle, düzen partileriyle değil!