9 Ocak 2010 Cumartesi

Aydınlanma ve İslam’ın Sentezi ve Mirasçısı Olarak Marksizm(I)


Demir Küçükaydın
koxuz@koxuz.org
Aydınlanma ve İslam’ın birbirine zıt olduğu yönünde yerleşmiş ve yaygın bir yargı vardır. Bu yargıyı savunan ve yerleştirenler, İslam ve Aydınlanma’nın içini boşaltanlar; onları karşı devrimlerle olmamışa çevirenler ve bu karşı devrimci mirası şimdi sürdüren “Aydınlanmacılar” ve “Müslümanlar”dır.

Birbirlerine zıt olduklarını söyleyenlerin, zıt olduklarında böyle anlaşabilmeleri bile zıtlıktan çok daha büyük bir ortaklık içinde bulunduklarının da bir kanıtıdır.

Aydınlanma ve İslam’ın birbirine zıt olduğu yargısını paylaşmaları, onların bu iddialarının bizzat bu iddialarının kendisiyle kendileri tarafından çürütülmesinden başka bir anlama da gelmez.
Unu iyi ayırmak gerekmektedir: Aydınlanma ve İslam’ın zıt olduğu yargısındaki bu ortaklık, Aydınlanma ve İslam’ın değil; Aydınlanma ve İslam’ın sürdürücüsü ve devamcısı olduklarını iddia edenlerin bir ortaklığıdır.

Unutulan ve unutturulmaya çalışılan gerçek şudur: Aydınlanma da, İslam da, daha doğdukları noktada, ilk adımlarında başarısızlığa uğramış ve egemen sınıflar tarafından ele geçirilip yenilmiş birer projedirler.

Ve tam da bu projeleri birer karşı devrimle yok edenler, birbirlerinin zıttı oldukları yönündeki aynı iddiayı ortaklaşa savunmaktadırlar.

Diğer bir ifadeyle, Aydınlanma ve İslam’ın birbirine zıt olduğu iddiası, Aydınlanma ve İslam’ın değil; Aydınlanma ve İslam bayraklarıyla, Aydınlanma ve İslam içinde iktidarı ele geçirmiş gericiliğin ve karşı devrimin bir iddiasıdır. Ve tam da bu nedenle karşı devrimcilerin ortaklığının bir ifadesidir.

Aydınlanma ve İslam’ın devrimci özünü ve doğuşundaki idealleri savunan biz ise, onları birbirine zıt değil, aynı soruna tarihin iki ayrı döneminde ve ayrı koşullarda verilmiş aynı özde iki cevap ve çözüm olduğunu söylüyoruz. Ve bu günün koşullarında aynı soruna aynı özde yeni bir cevap sunuyoruz. Budur Marksizm’i İslam ve Aydınlanma’nın sentezi ve gerçek mirasçısı yapan.
*
Aydınlanma ve İslam, aynı soruna, iki farklı çağda ve iki farklı koşulda ve iki farklı biçimde ama aynı özde verilmiş iki cevap veya iki çözümdürler dedik.

Niçin ve Nasıl?

Aydınlanma ve İslam, her ikisi de, köyünün ya da aşiretinin ötesini görmeyen, içine kapalı komünler ve çürüyen klasik uygarlıklardaki imparatorlukların, dünya ticaretinin ve ekonomisinin ihtiyaçlarına uygun bir “Üstyapı” yani “Din” sunamamalarına karşı bir cevaptılar.

Bu nedenle her ikisi de evrensel, tüm insanlığa yönelik ve tüm insanlığı kapsama iddiasında birer projeydiler.

Onların özü evrensellikleri; tüm insanlığı kapsama ve birleştirme iddialarıydı. Bu hedeflerini, farklı koşullarda ifade ettikleri için gerekçelendirişleri farklıydı.

Bizans, Sasani, Hint ve Çin uygarlıklarının çürümesi ve bu çürümeye bağlı olarak orta ve kuzey yollarının (İpek yolu) kapanması sonucu, Hint alt kıtasının güneyinden ve denizden açılan Güney Yolunun, henüz totemli komünler (Putlar) dönemini yaşayan Arabistan’ı bir anda dünya ticaret yollarının ve ticaretinin merkezi durumuna getirmesinin yarattığı gerilime bir cevaptır İslam.
Bu nedenle, İslam, Allah ile ifade ettiği evrenselliğini özellikle komünlere ve onların dini (üstyapısı) olan totemlere (Putlara) karşı şekillendirdi. Allah, aşiret düzeninin totemleri (putlar) karşısında bu evrenselliği ifade eder her şeyden önce.

Elbette bunun yanı sıra çürüyen ve yozlaşmış klasik uygarlıklar ve onların dinlerine karşı da, Müslümanlığı sadece bir inanç bildirimine indirgeyen sadeliği ile, tüm Müslümanları silahlı kardeşler yaparak; günde beş kere herkesi aynı safa dizerek; din adamı diye bir şey tanımayarak ve bir din adamları oligarşisi (Kilise, İran’ın Mecusi rahipleri) veya kastına (Hinduizm, Brahmanlık) imkan tanımayarak bir çözüm sunuyordu.

İslam da elbette, doğuşunda, bütün büyük devrimci hareketler gibi yoksullara, Mekke’nin ve Medine’nin Pleplerine (Müslim) dayanıyordu, Particiler (Kureyşli asil ve zenginler) karşısında.
Ama daha ilk adımda, bu “gönlü uzlaştırılmış” Particiler (Mekkeli zenginler ve Kureyşli asiller) İslam’ın içinde iktidarı ele almanın komplolarına başladılar ve belki Muhammet’in ölümünün bile sorumlusuydular.

Önce örtük ve küçük adımlarla başlayan bu İslam içindeki sınıf savaşı ve karşı devrim çabaları, İslam’ın yayılması binlerce yılık medeniyetler mezarlığı-bataklığı Mezopotamya balçıklarına ulaştığında, daha Sehabe (ilk saatin işçileri) hayattayken ve büyük ölçüde onlara karşı bir savaş içinde, Muaviye ve Emeviler ile kesin başarıya ulaştı.

Bundan sonra İslam, İslam olmaktan çıktı, bütün diğer klasik uygarlıklarda olduğu gibi çürüyen uygarlıkların ve egemenlerin bir aracı oldu.

Daha sonra sadece, Berberiler (İberik Yarım Adası), Oğuzlar (Anadolu ve Balkan yarım adaları), Özbekler (Hint alt kıtası) gibi, henüz komün geleneklerini yaşayan halkların eşitleştirici ve gençleştirici etkileriyle (Hikmet Kıvılcımlı’nın deyimiyle: “Barbar akınları”, “Tarihsel Devrimler”) tekrar kısmi canlanmalarını ve yayılmalarını sürdürebildi.

Bu taze kanlar sayesinde, Çin hariç, üç büyük uygarlık alanına (Akdeniz-Ortadoğu, İran-Afganistan, Hindistan) yayılan bir din olmasına rağmen, feth ettiği uygarlıklar tarafından feth edilmekten kurtulamadı. Hint alt kıtasında, Kast sistemine son veremedi. İran’da Mecusi (Zerdüşt) rahipler şii Ayetullahlar oldular; Osmanlı bir “üçüncü Roma” olmaktan öteye gidemedi.

Tam da İslam, sınıf mücadeleleri ve karşı devrimler sonucu egemen sınıflar tarafından ele geçirilip, onların kendi iktidarlarının bir aracına dönüştürüldüğü, yani başarısızlığa uğradığı için; Aydınlanma bin yıl sonra ortaya çıkmak zorunda kaldı.

Hint, İran, Ortadoğu ve Akdeniz uygarlıkları, bin yıl sonra da tıpkı Muhammet’in zamanında olduğu gibi çürümüş ve dünya ticaret yolları yine tıkanmıştı. Bu yolları açmak için yapılan Batı’dan Haçlı seferleriyle doğu’dan Cengiz ile yapılan girişimler, kısmi canlanmalar yaratmaktan öteye gidememişlerdi.

İslam, benzer bir tıkanıklığı Hint alt Kıtasının güneyinden açışın ürünüydü. Bu sefer bin yıl sonra tıkanıklığı Afrika Kıtasının güneyinden veya dünya yuvarlak olduğundan, Batı’ya giderek yeni yollarla açma girişimleri başladı. Bin yıl önce masallara geçmiş Kaptan Sinbatların yaptıklarını bu sefer Vasko dö Gama, Kolomb ve Macellenlar yapıyordu.

Bu yollar açılınca da Dünya ticaretinin ve ticaret yollarının merkezi, tıpkı bir zamanlar Arabistan’da olduğu gibi; o zamanlar dünyanın “kenarındaki”, henüz yeterince uygarlaşmamış ve komünal ilişkilerin yaşadığı ve Protestanlık biçiminde farkını ortaya koyduğu Batı Avrupa’ya kaydı.

Tüm dünyayı birleştirecek evrensel bir düzen ihtiyacı, tıpkı Muhammet zamanı Arabistan’ında olduğu gibi, bu sefer Batı Avrupa’da en şiddetli biçimde ortaya çıkmıştı.

Ama bu ihtiyacın en çok ortaya çıktığı yerde, Batı Avrupa’da, düzeni belirleyen, Muhammet dönemindeki gibi totemler döneminin komünleri (putlar) değildi; varlığını Hıristiyan bir form içinde sürdüren güçlü komün gelenekleriydi. Komünlerin totemlerine artık tapılmıyordu; onlar Hıristiyan şövalyelerin ve prenslikerin armalarına dönüşmüşlerdi.

Batı Avrupa’daki soyluluk ve prenslikler bizzat bu komün geleneklerinin yaşayışının bir yansımasıydı da. Çünkü kapıkulluğunu binlerce yıl önce keşfetmiş klasik uygarlıklarda soyluluğun yeri olmazdı artı ürüne el koymak için.

Evrenselliği totemler (Putlar) karşısındaki Allah ifade edemezdi bu yeni koşullarda, İslam ona olabilecek en soyut biçimi ve kapsayıcı anlamları vermesine rağmen, Allah’ın bizzat kendisi de klasik uygarlıkların yozlaşmasına uğramıştı.

Yani yeni din, tüm insanları eşit kılan bir evrensel düzen ihtiyacını, totemlere karşı Allah’ı çıkaran İslam gibi çözemezdi. Komün şefliğinde kökleri olan feodal beylerin bizzat kendileri Allah’a inanıyorlar ve onun aracılığıyla düzenlerini sürdürüyorlardı. Uygarlıkların beşikleri olan Doğu’da ise tüm insanları eşit yapmanın aracı olan Allah, Şark uygarlıklarının Nemrutluğunun, Firavunluğunun bir aracı haline gelmişti.

Allah artık egemenlerin aracı ve eski düzenin sembolüydü gerek Batı Avrupa’da gerek Klasik uygarlıklar alanında. Yani bizzat Allah’ın kendisi artık çözümün değil sorunun bir parçası haline gelmişti.

Bu durumda, tıpkı İslam gibi, evrensel bir düzen ve bu düzende insanları eşit kılmanın yolu, dini inanç olarak tanımlamak ve inancı da kişisel bir sorun olarak koymaktaydı. Yani komün ve uygarlık dinlerinin toplumsal hayatın örgütlenmesindeki belirleyiciliklerini ortadan kaldırabilmek, toplumsal düzeni örgütlerken, bir politik ve özel ayrımı yapmaktan ve dini de bir inanç diyerek özele atmaktan ve onları bu yeni, özel politik ayrımına dayanan dinin basit bir bileşeni yapmaktan geçiyordu.

Böylece özel ve politik ayrımı, o zamana kadar hiç tasavvur bile edilememiş bir ayrım toplumsal hayatın örgütlenmesinin ilkesi haline geldi. Yeni dinin, yani Aydınlanmanın özü, bizzat bu ayrımın kendisi ve dinlerin özel denilerek toplumsal sistemin örgütlenmesinden dışlanmasıydı. Ama önceki toplumların dinlerini özel diyerek toplumsal hayattan dışlamanın kendisi bizzat bir dindi.

Analiz edilip yakından bakıldığında, İnsan Hakları’nın ve Kelimei Şahadet’in aynı soruna, aynı özde ama farklı koşullarda ve biçimde yapılmış iki çözüm olduğu görülür.

Sanılanın aksine İnsan Hakları Bildirileri, bir canlı türü olarak insanların haklarından değil; İnsan olmanın veya sayılmanın koşullarından söz ederler, tıpkı Kelimei Şahadet’in Müslüman olmanın koşulundan söz etmesi gibi.

Eğer soyu veya inancı ne olursa olsun insanların eşit olduğunu kabul etmiyorsanız, bir canlı türü olarak insan olmaya devam etmenize rağmen, bir İnsan olamazsınız; tıpkı Allah’a şirk koşanın, yani aynı zamanda bir toteme (Puta) tapanın Müslüman olamaması gibi.

Eğer İslam başarılı olsaydı, Aydınlanmaya gerek kalmazdı. Aydınlanma İslam’ın başarısızlığı koşullarında, aynı soruna verilmiş ikinci bir çözümden başka bir şey değildi. Büyük aydınlanma düşünürleri büyük ölçüde bu paralelliğin ve yakınlığın farkındaydılar.

Bu aynı soruna, özde aynı ama biçimde farklı çözümler, bir bakıma, biyolojide farklı canlı türlerinin aynı çözümleri birbirinden farklı yollardan bulmalarına benzetilebilir. Canlılar gözü birbirinden bağımsızca en az kırk kere keşfetmişlerdir örneğin.

Uçabilmek için bir kanat, böcekler, sürüngenler, dinozorlar ve memelilerce birbirinden bağımsızca bulunmuştur. Ama örneğin aynı uçmayı sağlayacak kanatları, nasıl dinozorlar (kuşlar) farklı, memeliler (yarasalar) farklı biçimlerde ve koşullarda farklı anatomik yapılarla geliştirdilerse öyle.

Ne var ki, Aydınlanma da kendisini İslam’ın kaderinden kurtaramadı. Egemen sınıflar daha ilk adımda, tüm insanların eşitliği ve tüm insanlık için bir düzen programını terk ettiler. Aydınlanma Kozmopolitizminin ve Humanizminin yerini Milliyetçilik aldı. Özel ve Politik ayrımı da Allah’ın kaderini paylaştı.

Başlangıçta, tüm insanların eşitliğini sağlamak için ortaya çıkan özel ve politik ayrımı; önce politiğin bir yerde yaşayanlarla, sonra giderek bir dille, bir soyla, bir kültürle, hatta bir ırkla tanımlanmasıyla, bizzat insanların eşitsizliğini savunmanın bir aracına dönüştü. Tıpkı eşitlik için ortaya çıkmış Allah’ın Şark’ın Mutlak devletinin ve din adamları oligarşisinin bir aracına dönüşmesi gibi.

Yani ulusçulukla birlikte Aydınlanma, tıpkı Emeviler sonrasının İslam’ı gibi, tıpkı İznik Konsülü sonrasının resmi Hıristiyanlığı gibi, içi boş bir kabuk; bir karşı devrimin kendisini gizlediği bir bayrak oldu.

Bu anlamda, Aydınlanma da İslam gibi başarısız kalmış, gerçekleşememiş bir projedir.
İşte Aydınlanma ve İslam’ı ele geçirmiş bu karşı devrimci egemen sınıflar, Aydınlanma ve İslam’ın birbirinin zıttı olduğu fikrinde, anlaşarak, Aydınlanma ve İslam’ın devrimci özlerine karşı ortaklaşa savaş yürütmektedirler.

Aydınlanma ve İslam’ın birbirine zıt olduğu yargısı, Aydınlanma ve İslam arasındaki bir savaşın değil; Aydınlanma ve İslam’ı ele geçirmiş egemen sınıfların, karşı devrimin Aydınlanma ve İslam’ın özüne karşı savaşının bayrağıdır.
*
Ama Aydınlanma ve İslam da, her iki büyük ve evrensel din de, tıpkı birbirinden bağımsızca aynı çözümü üretmeleri gibi, kendi kaderlerini açıklayacak teorilere de birbirlerinden bağımsızca ulaştılar.

İslam, Marksizmi (yani Toplum Bilimini, Sosyolojiyi, Tarihsel Maddeciliği) Marks’tan yüzyıllarca önce İbni Haldun ile keşfetti: İnsanların geçimlerini sağlama yolları, onların toplumsal düzenlerini belirliyordu.

Aydınlanma, İbni Haldun’dan yüzyıllarca sonra ve tamamen ondan bağımsızca, Marks ile toplum bilimini ikinci kez kurarak aynı sonuçlara ulaştı: Yani Üretici Güçler, Üretim İlişkilerini ve Üstyapıyı belirliyordu.

Birbirinden bağımsız bu iki büyük keşif bile, Aydınlanma ve İslam’ın özündeki ortaklığın bir görünümünden başka bir şey değildir.

Yeryüzünü totemlerin veya tanrıların kapladığı dönemlerde tüm insanlığa yönelik bir evrensel proje ve buna bağlı olarak da bir toplum kavramı, dolayısıyla da bir toplum bilimi ortaya çıkamazdı. Toplum kavramının ve dolayısıyla Toplum biliminin var oluş koşulu evrensel bir dindir, evrensel bir düzen tasavvuru ve iddiasıdır. Bu tasavvur, bu iddia ve bu din ise ancak dünya çapındaki bir ticaretin ürünü olarak ortaya çıkabilir.

Yani Marks ve İbni Haldun’un önermeleri bizzat kendi var oluşularını da açıklamaktadır...

Hiç yorum yok: