26 Ocak 2010 Salı

İZNİK SÜRGÜNÜ(II)

TAMER UYSAL
dosteli16@hotmail.com

Yalnızlığın acısını da çok duymuştu Bedrettin. Yalnızlık çekmesi, kentin en yüksek tepesi üzerine kurulmuş, çevresinde aşılmaz duvarlar yükselen saraylarda yaşamasından değildi bir tek. İktidar çevrelerine yakın oluş kişiyi halktan uzaklaştırıyordu. İktidar ne kadar güçlü, doruktakiler ne kadar yükseklerdeyse, yalnızlık rüzgarı da o kadar insanın içine işliyor iliğini kemiğini donduruyordu. Ama iktidarın doruklarına yakınlaşmış olmasından dolayı değildi Bedrettin’in yalnızlığı.

Bilimin doruklarına yaklaşmış olmasındandı. Düşünsel planda öyle uzaklara gitmişti ki bu düşüncelerini paylaşacak hiç kimsenin kalmadığını fark ediyordu çevresinde. Çünkü bilimi ekmek teknesi gibi görenler için tam bir başbelasıydı Bedrettin…

Sonra ünlü eseri Varidat’ı yazmıştı. Şeyh Bedrettin müridlerine şunları öğretmişti. Hakikat bize eşyanın doğasında olan şeyi yapmamızı buyurur. Her varlığın doğası hakikatin ondaki suretinden başka bir şey değildir. Bu insanda irade yoktur anlamına gelmez. İnsanda irade vardır. Yalnız ben istediğimi yaparım, istediğimi yapmam demeyi irade sanırsan aldanırsın. Cahiller ve yarım akıllılar bunu böyle sanırlar. İrade demek, olamayacak olandan ayırabilmek, buna göre davranmak demektir.

Bedrettin öğrencileri bu sözleri bir yere not etmiş, bu sözler Varidat’a girmişti. “İrade demek, eşyanın gerçek doğasını anlamak demektir” diye yineledi Börklüce Mustafa. Ve bu sözleri yinelemesiyle üzerinden dağ gibi bir yük kalkmıştı. Suçlu falan aramaya gerek yoktu. Çünkü suçlu yoktu. Yapılması gereken şey, olabileceği olmayacak olandan ayırmak ve ona göre davranmaktı.

Neden kendine bir yer beğenemiyorsun diye sordular müridler Dedesultan’a. Biz de biliriz ki hangi dinden olursa olsun bütün insanlar kardeştir. Ve de kardeş kanına girmek bayağılıkların en bayağısı bir iştir. İki kişi beş kişiyle kapışmışsa gerçek yiğidin yeri iki kişinin yanıdır. Bu dürüstlüğün, mertliğin gereğidir. Peki ya bir de silahsız insanların üzerine yürünmüşse? Hele hele bu silahsız insanların hakikat diye keşfettikleri birşeyin ardında yürümekten başka hiçbir suçları yoksa?

Ellerimizi göğsümüzde kavuşturup bu insanların canavarların yırtıcı pençeleri altında nasıl canverdiklerini seyir mi edeceğiz? Bu mudur yiğitlik? Eğer buysa, hak diye hakikat diye tutturduğumuz bu şeye tükür gitsin…

Müridler baktı, Börklüce Mustafa’nın artık herkesçe bilinen adıyla Dedesultan’ın da yüzünde geniş, aydınlık bir gülümsemeyle baktığını gördüler…

Gök baştanbaşa yıldızlarla kaplıydı. Havadaki nemden kimi zaman sürüler halinde uçar gibi görünüyordu yıldızlar. Kimi zamansa durmadan göz kırpıyorlardı.

Hesapları şuydu. İnus ve Goni Adaları arasından hızla geçerek Karaburun ‘u dolaşmak ve yarımadaya iyice yaklaşınca yoldaşları karaya çıkarmak, yükü de şafaktan önce teslim etmek.

Işıkları yakmamışlardı. Kıyıdaki her kayada gözü kulağı vardı Vali’nin. Ne ninni söyler gibi fısıldaşan dalgalar ne tertemiz, pırıl pırıl gökyüzü tedirginliği söküp atamıyordu. Yoldaşlar öbür teknede, yükün hepsi bu teknedeydi. Kilim ve koyun postu denkleri, içleri yıllarca dayanabilecek en seçme buğdayla dolu adam boyunda küpler, birinin içi aybaltalarla öbürü el yapısı kalkanlar, kısa kılıçlar, kundaklı oklarla dolu iki büyük hurç.

Ve Karaburun görünmüştü. Karaburun ya da rumun Stilyarion dediği Karaburun. İzmir körfezinin girişinde kurulmuş o çevrenin adı da olan üç yanı deniz ardı dağlarla kaplı Karaburun.

Bu bölgeye ancak gür ormanlarla kaplı daracık darboğazlarından ulaşılabilirdi. Kıyıdaki Rum köylerinden yamaçlardaki Türk köylerine kadar bütün köyler Dedesultan’ın elindeydi. Bölgede ne kadar mültezim, muhafız, korucu, kolcu, beyadamı, Osmanlı askeri varsa tümü kovulmuş, dağ geçitleri sıkı sıkıya tutulmuştu.

Erzak dağlardaki mağaralarda depolanıyor, silahlar da mağaralarda oluşturulan depolara konuyordu. Hayvanlar ortaklaşa sürülüyor, her köyün kadınları toplanıp sürülerden sağdıkları sütlerle yoğurt, yağ, peynir yaparak bölüştürüyorlardı. Balıkçıların avladıkları balıklar herkese paylaştırılıyordu.

Bütün köylerde ve kasabaların mahallelerinde kurullar oluşturuluyor, seçimle işbaşına gelen bu kurullar sorunları çözüyorlardı.

Karaburun’u yönetenlerin başında Şeyh Bedrettin’in müridleri bulunuyordu. Mürit Börklüce Mustafa şöyle dedi:

“Ağalar, beyler, voyvodalar, prensler zenginliklerini birbirlerine gösterip övünmek için gösterişli giysiler giyer, bu giysilere birbirinden güzel taşlar takıp takıştırırlar. Bizde ise herkes birbirine eşittir. Rum, Türkmen, Müslüman, Hristiyan… Kim balıkçı kim rençber, kim nefer kim nefer ağası, kim ast kim üst, kim kumandan kim asker giysilerden değil akıldan, fikirden anlaşılır. Bizim birbirimizden farklı elbiseler giymemize gerek yoktur. Canı başı hak yoluna, hakikat yoluna adamışlara biz bir giysi düşündük. Tek parça kumaştan kesilmiş bir kumaştır bu… Yarın, kadın erkek demeden yakınlarını başına toplayıp konuştuklarımızı anlatsın. Haydi herkes işbaşına.”

Aydın ve Saruhan topraklarındaki bütün köy ve kentlerde oturan yoldaşlara tez elden atlılar çıkarılmasını kararlaştırdılar. Ulakların ileteceği haber şuydu: Bundan böyle kimse Osmanlı beylerine, valilerine haraç, asker vermeyecektir. Her köy her kasaba temsilcilerini Karaburun’a gönderecektir. Gayri Vakit irişmiştir. Gayri zalimlerin zulmüne son verilecektir…

Artık Kızıldere koyağında kurulmuş kampta dörtnala koşturulmuş atlar gibi ter içinde kalmış askerler talim yapıyorlardı. Şimdi köylülerin tümü savaşmak istiyor, yıllar yılı kendilerini aşağılamış düşmandan öç almak için can atıyorlardı. Karaburun’da olan bitenler İznik’e Şeyh Bedrettin’e ve Manisa’ya Torlak Kemal’e bildirilecekti.

“Aç gözünü gafil olma
zulümlerden korkar olma
Şeyh’in yolundan şaşma
Ödeşme günü geldi”

diyordu yoldaşlar. Ve ödeşme günü geldi. Haydi kardeşler dediler. Haydi hep beraber dediler. 1416 yılının sakin bir ilk yaz gecesi… Cenk başladı. Okçusu, zırhlısı beşyüz sipahi ve iki bin yaya askeriyle Osmanlı askeri üzerimize geliyor dedi müridler. Ne düşman pusuları ne yalçın dağlar ne de denizlerin kapkara suları hakikat için engel değildir dedi Dedesultan.

Sarp kayalarda savaşçılar önce düşmanın yaklaşmasına izin verdiler. Ardından yağmur gibi taş ve ok yağmaya başladı. Müridlere ilk savunma hattını terk eden taş fırlatıcılar ve okçulardan başka yüz Türkmen katılmış bulunuyordu. Daracık tutulan geçiş yerlerinden teker teker üstelik atlarını yan çevirip geçmek zorunda kalan Osmanlı süvarisini avlamak hiç zor olmadı. Düşman bitmez tükenmez biçimde geçiş yerine sokulmaya devam ediyordu. Müthiş öfkelenmişti Osmanlı, üstelik arkadakiler de bastırıp duruyordu.

Yaya gulamlar birbirlerinin omuzları üstünde yükselerek duvarı aşmayı denedilerse de okçular, taşçılar ve Türkmenler için kolay bir av olmaktan öteye geçemedi çabaları. Yaralıların çığlıkları, küfürler, taşların altında ezilenlerden yükselen haykırışlar, at kişnemeleri, nal sesleri, kılıç kalkan şakırtıları savaş davullarının gümbürtüsüne karışmış, müthiş bir uğultu halini almıştı.

Güneş dağın ardında yitmiş, boğaza hızla alacakaranlık çökmüştü. Dedesultan’ın savaşçıları düşmanı çember içine almışlardı. Safları bozulmuş Osmanlı askeri perişan durumdaydı. Bu sırada Karaburunluların arkasında bir atlı göründü. Mızrağının ucunda kanlı bir sarık ve kesik bir kelle sallanıyordu.

Kardeşler kardeşlerinize teslim olun, Osmanlının valisi cehennemi boyladı dediler. Hakikat bizimle dediler. Dedesultan’ın savaşçıları bir adım gerilediler.

Çarpışma durdu.

Gulamlardan önce biri sonra bir başkası sonra hepsi silahlarını kalkanlarını attılar, ellerini kaldırıp teslim oldular. Puta taparların elinde çelenk kanatlı bir kadın olarak tasvir ettikleri “zafer tanrıçası” sunmamıştı bu zaferi onlara. Kanla, gözyaşıyla kendileri kazanmıştı. Geceyle beraber, dağları ve ormanları, yaşayanları ve ölüleri, sağlamları ve yaralıları serin karanlığıyla saran geceyle…

Hayvan leşleriyle, ölülerle dolu şu ürpertici dağ boğazından bir an önce çıkıp gitmek arzusuyla doluydu bütün yürekler. Buyruk verildi, Osmanlının muhtemel tuzağına karşı gözler dört açılacaktı.

İlkyaz yıldızları karanlık gökyüzünde beyazımsı ışıklarıyla pırıl pırıldılar. İki yandaki tepelerde, boğazda kurumuş dere yatağında yakılan ateşlerin bazen harlayarak yukarı atılan bazen boğulup geri çekilen kızıl alevleri gökyüzünün sessiz pırıltılarına yerden karşılık verir gibiydi.

Ama yıldızların ışığı da, yakılan ateşlerden yükselen alevler de, Osmanlı valisinin donuklaşmış gözlerinde yansılanmıyordu artık. Kızılderede yere dikilmiş bir mızrağın ucundaydı valinin kafası ve dikkatle bakıldığında rüzgarda belli belirsiz sallandığı görülüyordu.

Bunca yıldır savaş alanlarında nice kan, ölüm görmüş Börklüce Mustafa ömründe ilk kez son zaferi kendine karşı kazanacağı zaferi arzulamayan bir komutanın omuzlarına çöken o tarifsiz sıkıntıyı duyuyordu.

Karanlığın içinde hırıltıyı andırır umutsuz inlemeler duyuluyor, ateşin yakınında gölgeler oynaşıyordu. Börklüce arkası ateşe dönük, bakışları gökyüzünde öylece duruyordu.

Tepe ve boğazla kızıldere arasındaki ormanda yanan ateşler ortalığı belli belirsiz aydınlatıyor, solgun bir ay ağaçların gerisinden sanki iple çekiliyormuş gibi ağır ağır çıkıyordu.

İznik’e gelip Börklüce Mustafa’nın Osmanlı ordusuna karşı kazandığı yeni zafer, Ali Bey’in kaçışı ve hayatlarında acıdan, aşağılanmadan başka bir şey görmemiş bahtıkara insanların yüzlerinin nasıl gülmeye başladığının anlatılmasından sonra Bedrettin durduğu yerde duramaz olmuştu.

Bütün bunlar duyulur da durulur mu? Bedrettin de kararını verdi. Gayrı bu İznik’te durmak artık haramdı. Öğrencileri, kardeşleri bir ellerinde mala hakikatin göz kamaştırıcı yapısını yükseltirken kendisi burada eli kolu bağlı oturamazdı. Yardımlarına koşmalıydı yoldaşlarının. Ama Karaburun’a, Aydın’a Manisa’ya değil. Zulmün, zorbalığın yüreğine. Osmanlının başkentine vuracaktı O.

Edirne’den Ahi Mahmud’dan, Bulgaristan’dan Akşemseddin’den aldığı haberler bu seçimin doğruluğunu müjdeliyordu. Ve aylardır ta ilkyaz günlerinden bu yana her öğleden sonra müridlerinden biriyle kent duvarları dışında uzun yürüyüşler yapması boşuna değildi.

Bedrettin’in tek isteği Rumeliye geçmekti. İsfendiyaroğluna gelince elinden gelse Mehmet Çelebi’yi bir kaşık suda boğardı. Menkub Şeyh Bedrettin Mahmud’un Çandarlı Beyliği topraklarında olduğunu öğrenince davrandı. Ne var ki korkuyordu Sultandan.

Ancak Bedrettin Sultan sürgünü değil, bir büyük bilgin, bilgeler sultanı, evliyalar sultanıydı. “Nasıl da korkuyor Mehmet Çelebi’den” diye düşündü Bedrettin.

Şeyh hazretlerini Kırım’a götürmek için donanmasından bir gemi ayıracaktı İsfandiyar Bey. Kendisine uzatılan yardım elleri için teşekkür etti Bedrettin.

Gittiği her yerde taraftar toplamıştı Bedrettin. İnsanlar hak eşitliğine değil, çıkara dayalı bir yaşam sürüyorlardı. Dirlik düzenlik değil zorbalık vardı bu yaşamda.

Ey !... Herşeyini kaybetmiş olanlar, silkin üzerinizdeki ölü toprağını, ayağa kalkın. Çünkü artık hakikat zamanı gelmiştir. O hakikat ki bugüne kadar zindanlara kapatılanların dillerinde, köylülerin feryatlarında, cellat kütüklerinde kan ve gözyaşıyla yükseliyordu sesi. Bunun için öğrencilerimiz Börklüce Mustafa’yı Aydın’a, Torlak Kemal’i Manisa’ya gönderdik.

Hak yolunu göstermek için. Doğru yolu göstermek için. Beylerin topraklarını ellerinden alıp halkın ortak malı yaptı bu kardeşlerimiz. Sultanın ordusunu doğruluğun, hakkın gücüyle tepelediler.

Biz, bilim gücümüzle, evrenin birliğinin gizlerini biliş gücümüzle, dinlerin ve halkların sahte yasalarını değiştireceğiz, boş yasakları kaldıracağız, dünyayı yalanın utancından temizleyeceğiz. Toprağı olmayanlar toprak sahibi, iktidar olmayanlar iktidar sahibi olacaklar. Hakikat bayrağının altında toplanın, saflarımızda yer tutun!

Ateşe zıkkım tozu serpilmiş gibi tutuşturuvermişti bu sözler köylü yüreklerini.

Ardından hemen haber ilettiler Sultana. Hükümdarım dediler, Menkub Şeyh Bedrettin, Deliorman’da birtakım dervişleri, ayaktakımını ve sefil Bulgardan bir kısım baldırı çıplağı toplayıp gelir dediler.

Osmanlının ordusu güçlü idi. İriş dedi yiğitler, iriş Şeyh Bedrettin. Sağ kalanların tümü gecenin kalın örtüsü altında Akdağ eteklerine çekildi. Bedrettin yiğitlerinin elinde birtek Karaburun, birkaç köy, biraz kıyı, bir dağ yamacı kalmıştı, iki bin de asker…

Sekiz bin kardeşlerini savaş alanında kaybetmişlerdi. Şehitlerimize şan olsun dediler. Davamız kalanların omuzları üstünde bundan böyle dediler.

Börklüce Mustafa esir düştü. Esir düşmüştü yiğitler. Sonra da Bedrettin.

Önce Börklüce’yi yakalamışlardı. Emir verilmişti. Cellatlar önce Börklüce Mustafa’nın mintanını belinden aşağı sarkıtıverdi. Sonra bir haça avuçlarının içinden mıhladılar Börklüceli Mustafa’yı.

Mustafa’dan tek bir ses çıkmadı. Yalnız kalabalığa dikili gözleri, içlerinde iki ateş tutuşmuş gibi yanmaya başlamıştı.

Cellatlar Mustafa’ya baktılar. Börklüce Mustafa onlara sadece gülümsedi. Cellatlar sonra Mustafa’nın parmak kemiklerini kırmaya başladılar.

Kalabalık susmuştu. Meydanda kırılan kemiklerin sesinden başka ses duyulmuyordu.

Dedesultan susuyordu. Gülüyordu. Parmaklarından yükselen çatırtıyla beraber gözlerinde bir alev parlayıp sönüyordu.

Mustafa çivili olduğu haçtan gülümseyerek bakıyordu kadıya. Yaşasın hakikat dedi. Gözlerinin önünde sonra bir bir düştü diğer yiğitlerin başı. Tövbe etmediler. Tek bir söz dediler:

“İriş Dedesultan”

Ardından kalan yiğitlerin başı vuruluyordu. Onlara aynı şeyi söylediler. Onlar da tek bir söz dediler:

“İriş Şeyh Bedrettin”

Kaç kez yinelendi bu. Bacaklara inen sopa, kütüğe düşen baş, havaya kalkan ve hızla inen balta, cellatların sesi, kesik başların sepetlere yuvarlanışı. Birbiri ardına sehpaya çıkardılar yoldaşları.

Dedesultan gerili olduğu çarmıkta herkesi gülümseyerek karşıladı. Ve uzun bakışlarıyla uğurlamıştı yiğitlerini. Gözyaşlarının görüşünü engellememesi için arada bir başını silkeliyordu. Yanaklarından yuvarlanıp çıplak göğsüne düşüyordu gözyaşları.

Hiç kimse yazıklanmadı, pişmanım demedi. Bağış dilemedi. Sepetler kesik başlarla doldu. İyice yükselen güz güneşi kan göllerinin üzerinde donuk yansımalar oluşturdu. Kalabalıkta kimseden ses çıkmıyordu. Boyunları vurulanların ne dedikleri artık duyulmuyordu. Dudaklarının kımıltılarından tek bir şey dedikleri anlaşılıyordu:

“İriş Dedesultan”

Börklüce Mustafa’nın on bin yiğidini tepeleyip Aydın ve Saruhan beyliklerinin topraklarını eski sahipleri olan beylere ve sultanın sadık kullarına dağıtan Beyazıt Paşa, buradan doğruca Manisa’ya, Torlak Kemal’in üzerine yürümüştü. Kan gövdeyi götüren bir kapışma olmuş, Osmanlılar Kemal’in yiğitlerini biçmişler, darmadağın etmişlerdi. Torlak Kemal canlı yakalanmış ve en yakın yoldaşı Abdal Torlak’la beraber kale duvarında ipe çekilmişti. Kalanların da boynu vurulmuştu. Tek bir yahudiyi sağ bırakmamışlardı.
Bedrettin’i yakalayıp Serez’e getirdiler.

Hakikat bize insanları varlık durumlarına, dillerine, dinlerine göre ayırmamızı değil, birleştirmemizi buyurur diyordu Şeyh Bedrettin.

Madem biz yenildik verin şu fetvanızı diyordu.

18 Aralık 1416 Perşembe günü sabah erkenden Serez’in bakırcılar çarşısında darağacı kuruldu.

Çarşının yakınında büyük bir kalabalık toplanmıştı. Böylesine birinin o ana kadar hiç asıldığı görülmemişti.

Bulutlarla kaplı puslu sabah göğü yukardan bastırıp duruyordu. Ağaçların çıplak dallarında gözyaşları gibi damlalar yuvarlanıyordu.

Önce tek bir söz; Hakikat bizimle dedi Bedrettin. Sonra beni hakikati anlamış insanların yüreklerinde arayın deyip sehpaya çıkmıştı.

Cellatlar üstündekileri çıkarıp çırılçıplak ettiler. Sonra da yağlı ilmeği boynuna geçirdiler. Hava kararmıştı, az sonra. Ve az sonra, yağmur çiseliyordu.


Kaynak: Ben de Halimce Bedreddinem, Radi Fiş, Yön Yayıncılık 1988 (Yeni baskı Evrensel Basım Yayın 2002).

Derleyen: TAMER UYSAL
Halkla İlişkiler Uzmanı
Araştırmacı-Yazar

Hiç yorum yok: