30 Mart 2010 Salı

İnternet Magandaları



Mustafa Elveren (Em.öğrt)
mustafaelveren@gmail.com

“internetteki bir haber sitesine yazılan kısa yorumlara baktığınız zaman, medeniyet kaybını ve linç ruhunun yaygınlığını görürsünüz” (Tanıl Bora)

Artık internet birçoğumuzun ikinci adresi oldu. İçinde bulunduğumuz bu sanal alemde bazen öyle kişiliklerle karşılaşıyoruz ki; kurnaz, dedikoducu, her telden oynayan, çıkarı için yalan-yanlış bilgiler veren ve en çok da herkesi tehdit eden maganda tipli mahluklarla karşılaşmak her zaman mümkündür. Eğer çok dikkatli davranmazsanız, bu garip mahluklara elinizi uzatmaya çalışırken kolunuzu kaptırabilirsiniz.

Gerçekten de çok GARİP bir kültürle karşı karşıyayız. Öyle bir kişilik yapısı yaratılmış ki; bu kişiler demokrat-solcu, Atatürkçü-devrimci, milliyetçi-vatansever, muhafazakar-dinci, bir mezhebin veya cemaatın müridi, bazen de ırkçılık maskesi altında küfürbaz bir maganda, ya da çek-senet tahsilatçısı gibi bir çete üyesi olarak karşımıza çıkabiliyor.

“Atatürk, vatan, millet, bayrak, ezan,...” gibi ulusal söylemlerin arkasına sığınıp, her cümlesinin başına “bölücü, yıkıcı, hain, kansız,..” sözcükleri yerleştiren bu mahlukların saldırılarıyla her an karşılaşabilirsiniz. Yani internet üzerinde kendini gizleyerek ucuz kabadayılık yapan çok sayıda kişilerle istemeden de olsa karşılaşmak mümkündür.

Tehdit, şantaj, iftira, siyaset, ticaret, tarikat, seks pazarlamacısı gibi ne ararsan var. Yani her türlü pisliğe bulaşmış kişiliklerle karşılaşmak olasıdır. En çok da ulusal sözcükleri kod olarak kullanan ve bilgiçlik taslayan, kabadayıca yorumlar yazan sözde “Yorumcu”lar olarak karşımıza çıkmaktadırlar.

Gerçek ismini ve adresini gizleyerek, sahte adres ve kod isimlerle İnternet üzerinden çeşitli sitelerdeki haber ve makaleler için yorum yazan çok sayıda sözüm onlara “yorumcu” bulunmaktadır. Hal böyle olunca; internet ortamı sahte kabadayılarla dolup taşmaktadır. Nasıl olsa atış serbest, ağzına geleni yazıyor. Bazıları öyle ileriye gidiyorlar ki, insan istemeden de olsa onları okuduklarında tiksiniyor.

İşin bir de E-Posta yönü var ki, “evlere şenlik”. Tehdit, küfür ve iftira atma bolluğundan geçilmiyor. Tehdit boyutunu benim gibi bir çoğu belki önemsemiyordur. Fakat, küfür ve hakaretler mide bulandırıcıdır. Bu tür sahte kabadayılara cevap yazmamak en doğrusudur. Buna rağmen istemeden de olsa bazen cevap verme hatasına düşüyoruz. Yine de merakta kalmamak için ve her ihtimale karşı IP numaralarını kaydetmek gerekir.

Bu arada mail gruplarına da değinmek istiyorum. Bir kısım kişiler yahoo, Hotmail, Gmail ve benzeri büyük mail şirketlerinde bilinen ve tanınan bölgesel isimleri kimi ücretsiz kimi de 15-20 dolar gibi cüzi bir ücret karşılığında kiralıyorlar. Daha sonra, internet üzerinden e-posta adresleri toplamaya başlıyorlar. “Sizi guruba ekledik…” diye size bir e-posta gönderiyorlar. Bir süre sonra, beğenmediği bir mesajınızı size iade eder ve “seni gruptan atarım ha..!” tehdidinden bulunurlar. Aynı şekilde Radyo üzerinden CHAT siteleri de benzer bir görünüm vermektedirler.

Özellikle Atatürkçü ve ulusalcı olduğunu söyleyen bazı aydınların, ülkemizde meydana gelen bir çok siyasi olayı yüzeysel ve tek taraflı olarak değerlendirdiklerini sıkça görmekteyiz. Dolayısıyla, internetteki sahte kabadayılar da bu durumdan vazife çıkarıyorlar. İlgimi çeken bir nokta ise, bu tür mesaj ve yorumları yazanların önemli bir bölümü Atatürk-vatan-millet-bayrak gibi Türkiye’nin ulusal değerlerini kullanıyor olmalarıdır. Bir kısım ağabeyleri yazar-çizer takımını taklit ederek yazıp, çiziyorlar. O nedenle, “Dağa kaldırma” kültürü hızla yayılmaktadır.

Öyle evde oturup, internette ucuz kahramanlık ve Atatürkçülük yapılmaz. Kendi gölgesinden bile çekinen, ismini ve adresini gizleyecek kadar korkak olan kişilerin aydın olması mümkün değildir. Olsa olsa Atatürk'ün gölgesine sığınarak boş kabadayılık yapmaktır.

NOT: İster kod isimleriyle, isterse gerçek kimlikleriyle internet üzerinden dürüstçe düşüncelerini ifade edenleri tenzih ederim.

29 / 03 / 2010

Web : http://www.gomanweb.com/

29 Mart 2010 Pazartesi

Merhaba Dostlar!


Sevra KURTULUŞ sevra.kurtulus@gmail.com

Antakya’da keyfi bir şekilde gözaltına alınan 14 kişi bugün serbest bırakılmışlardır. Aralarında değerli gazeteci Murat Altunöz ve diğer arkadaşların serbest bırakılması Antakya’da büyük bir sevince vesile olmuştur.
Antakya’da yaratıtılmak istenen ”eski tarz provakasyonların” artık tutamayacağı bir kez daha ispatlanmaştır. İspat şudur:

Bizleri, birbirimize karşı kırdıramazsınız!

Bizler, farklı düşüncelerimizle ama ezenlere karşı ”tek yürek, tek vücuttayız!”

Önemli olan inanç, önemli olan mücadeledir!

Ezilen ve tarihten silinmek istenen insanlar uğruna bizler Antakya, Akdeniz ve tüm Anadolu halkları ile birlikteyiz!

Bu yolda tavrımız aynıdır:

”Eşitlik, özgürlük ve ortaklığa” inançlıyız, bu inançla mücadele ediyoruz.

Bu inançla;

Düşman ve başka giysiler altında vuruşmak isteyenlere ”hodri meydan!” diyoruz.

Bizler , buradayız, Antakya ve Anadolu’dayız.

Peki, sizler neredesiniz?

Maskeler, sizleri gizlemeye yetecek mi?

Unutmayın:

”Sabahın sahibi var
Sorarlar bir gün sorarlar!”

-----------

Sevra Kurtuluş / Antakya

AÇILIM VE HOŞGÖRÜ


Ertürk MARAL
ertuerk.maral@chello.at

Açılımsız günümüz geçmez oldu. Sabah bir açılım, akşam bir diğer. Işın hızı bile yetişemez bu açılım serisine. Yeni bir sektöre kavuştuk. Açılım sektörü.

Açılım cümleleri nelerdi, unuttuk bazılarını. Kürt açılımını yaptığı grup konuşmasında açıkladı Recep Tayip Erdoğan: Ellerinde mendilleriyle koskoca Milletvekilleri göz yaşlarını tutamamıştı. Sadece onlar mı? Bizim bütün liboşlar, yandaşlar, hepsi. Ellerinde bir mendille geziyorlardı artık. Analar ağlamasın dı söz. Evet analar ağlamasın…
“Çaldıran`da Yavuz Sultan Selim`in ordusunda birbirine kardeş olan biz değil miydik?” diyordu. Evet birlikteydiniz. Birbirinize kardeştiniz. Karşınızda ise düşmanınız, Rafızi!, Dinsiz!, kestiği yenilmez!, Türkçe konuşan, kızıl başlık takmış, 12 imamları anan, Hz. Hüseyine karşı yapılan zulme lanet okuyan Kızılbaşlar, Aleviler vardı.

Onbinlerce Alevi katledilmişti bu kırımda, Yavuzun ordusu tarafından. Analar ağlamasındı söz. Elbette ağlamasın. Zaten o Rafızi Kızılbaşların anaları hiç mi hiç ağlayamadı bile! Onlar katledildiğinde tek tek değil analarıyla birlikte, ardında tek bir canlı bile bırakmadan katledilmişlerdi çünkü. Evet onların arkalarında ağlayacak anaları bile bırakılmamıştı… Ne kadar büyük bir övünç kaynağı!değil mi? Çaldıran’da Alevi katliamını yapan Yavuzun ordusunda kardeş olmak.. Ne onurlu bir kardeşlik!. Ne kadar övünseniz azdır… Övünün, övünün...

Demokratikleştikçe demokratikleşiyor ülkemiz. En son Akdamar Kilisesinde ayin izni çıkmış. Buna sevinen azınlık temsilcilerinden bazıları II. Mahmut’tan çıkartmaları ceketine, gömleğine işletmiş. Çok hoşgörülü ve azınlık haklarına saygılı bir sultanmış II. Mahmut!

Evet bizde onu çok hoşgörülü bir sultan olarak tanırız! Öyle bir hoşgörü ki, dünyada kendi elleriyle kendi ordusunu katleden ilk ve tek örnektir kendisi. Bununla da yetinmez.. Yüzlerce Alevi-Bektaşi Tekke, Dergah, Meydanevi ve Cemevlerini yakıp yıkmasıyla tanınan hoşgörü abidesi örnek bir sultan o! Bektaşilerin kütüphanelerini yakan bir tolerans örneği o. Öyle hoşgörülüydü ki, kendi ordusunu kendi eliyle katletmesi yetmediği gibi, Alevi Bektaşi ibadethanelerini yakıp yıkması da yetmemişti. Yüzlerce Baba, Dedebaba’yı katletti. Bazılarını da sürgüne gönderdi: Mora’ya, Girit’e …

Hoşgörüsünü onun saymakla bitmez. O olağanüstü hoşgörü lütfuyla açık bıraktıkları bir Bektaşi ibadethanesiyle, Alevi Bektaşilerin serçeşmesinin başına da Nakşi şeyhlerini atadı. Atadı ki, yol önderleri katledilmiş, oluk oluk kanları akıtılmış bu Rafıziler! aç ve açık kalmasınlar! İbadetlerine! devam edebilsinler. Ne kadar alicenap bir hoşgörü değil mi? Eli binlerce Alevi-Bektaşi yol önderlerinin kanına girmiş, bu hogörüsüyle ünlü Osmanlı padişahı II. Mahmut’un resmini bir de alınlarının üzerine yapıştırsınlar artık. İnanılmaz bir mutluluk bu.

Tarihimiz hoşgörü abidesi! sultanlarla dolu. Sıra vezirlerde… Yakında vezirlerin hoşgörüsünden de bilgileniriz artık. Onların hoşgörüsü eksik kaldı… Olmaz, bu tamamlanmalı. Mesela Kuyucu Murat’ın hoşgörüsünü de açıklamalı RTE. O açıklamazsa, başka bir azınlık temsilcisine de açıklatabilir. Kuyucu Murat’ın Gençleri, Yaşlıları, Hamile kadınları, bebekleri, çocukları hem de kız ve erkek ayrımı yapmadan nasıl canlı canlı kuyulara doldurttuğunu ve bunun ne olağanüstü bir hoşgörü örneği olduğunu açıklamalılar. Bunu da taş atan çocuklarla ilgili açılım konuşması sırasında yapması yerinde olur. O yapamazsa nesli tükenmeye yüz tutmuş bir başka azınlık mensubu temsilcisini nasıl olsa bulur.

Vezirler biterse, sırada daha Şeyhül İslamlarda var… dahası da var. O da bir daha ki sefere…

Neye yanarım bilir misiniz? RTE nin Yavuzun ordusundaki kardeşliği övdüğü sırada, bizim kesimden neden gereken tepkinin gelmediğine…

Viyana, 27 Mart 2010

28 Mart 2010 Pazar

SOSYAL SİSTEMDE



Cirik Haci / Fezali
Cirik.Haci@gmx.de

Her zulmün sonunda kopar kıyamet
Hesabı sorulur sosyal sistemde
Suçlular cezasın alır nihayet
Kelepce vurulur sosyal sistemde

Üreten elinde kırılır zincir
Yok olur silinir halkta kin kibir
Yaşam için patrona olmaz esir
Özgürlük kurulur sosyal sisyemde

Bir vücut olunca ülkede herkes
Zevki alınır birlikte tek nefes
Özgürce paylaşım kardeşlik esas
Yaralar sarılır sosyal sistemde

Fezalim der hacim kalmasın beyler
Sınıfsız toplum işcim şarkı söyler
Eşitce paylaşım sunulur meyler
Gerçekler görürülür sosyal sistemde

26 Mart 2010 Cuma

KARANLIĞIN İÇİNDE AYDINLIK YÜZLER...


KARANLIĞIN İÇİNDE AYDINLIK YÜZLER− ÖLÜLERİMİZ KONUŞUYOR

Künye: Adil Okay. Karanlığın içinde aydınlık yüzler − Ölülerimiz konuşuyor.

Tiyatro. Ütopya yayınevi. Ankara. Şubat 2010.

Önsözden bir bölüm:
(…) Oyunda, cumhuriyetin kuruluşundan bu yana ölen, öldürülen insan hakları savunucularını ve ‘öteki’ oldukları için katledilen insanları konuşturmaya çalıştım. Artık −farklılıklarımıza rağmen− ortak tarihi değerlerimiz sayılan, ilk kuşak sosyalistlerden Mustafa Suphi, Hikmet Kıvılcımlı ve Behice Boran’dan başlayıp bugüne kadar geldim. Oyunda yer alan, sembol olarak seçtiğim kahramanların tümü medyatik değildi. Her sol gelenekten, etnik kökenden, cinsten ‘sembol’ler seçmeye çalıştım. Sembolleri ‘radikal sol’la sınırlı tutmamak için, örneğin sivil faşist güçler tarafından katledilen bilim insanlarından Bedrettin Cömert’i ve işkencede öldürülen İlhan Erdost’u konuşturdum.

Bu ülkede 50’den fazla gazeteci katledildi. 1922’de Ali Kemal’le başladı gazetecilere yönelik yargısız infazlar, 1980’de Ümit Kaftancıoğlu’yla, 1990’da Turan Dursun’la, 1993’te Uğur Mumcu ve Ferhat Tepe ile devam etti. Onları 1996’da işkencede öldürülen Metin Göktepe’yi anlatarak anmış oldum.

12 Mart ve 12 Eylül darbesinden sonra idam edilen devrimcileri anmak için oyuna, 17 yaşında darağacına çekilen ama teslim olmayan Erdal Eren’i aldım.
İşçi önderlerine, sendikacılara yönelik saldırılar sonucu hayatını kaybedenleri anmak için Süleyman Yeter’i konuşturdum.

Kürt sorununa bir kez daha dikkat çekmek ve 17 bin faili meçhul insanı hatırlatmak için; Diyarbakır zindanlarından, güvenlik güçlerinin ‘terörist’ sanarak-sayarak kurşuna dizdiği Küçük Kürt çocuğu Uğur Kaymaz’a ve oradan da yargısız infazda katledilen Kürt yazar-gazeteci Musa Anter’e kadar yolculuk yaptım.

12 Eylül faşist darbesinin, sürgünde ölüme yolladığı insanları anmak amacıyla, Suriye’de öldürülen Müntecep Kesici’yi, Filistin kamplarında İsrail’e karşı savaşırken hayatını kaybeden İmam Ateş ve Kemal Çelik’i ve yine Almanya’da politik sığınma talebi reddedilip Türkiye’ye teslim edilmek üzereyken, kendini 6. kattan atıp intihar eylemine başvuran, bu yolla hem batı demokrasisinin ikiyüzlülüğünü gözler önüne seren, hem de diğer sürgün arkadaşlarının hayatını kurtarmış olan Kemal Altun’u oyuna aldım.

Ölüm orucunda hayatını kaybeden iki kız kardeşi, Zehra ve Canan’ı, zindanlardaki direnişin sembolü olarak seçtim. Ölüm orucundan sağ kurtulan ancak daha sonra Dersim dağlarında 16 yoldaşıyla birlikte katledilen Berna Saygılı Ünsal’ı konuşturdum.

‘Dur’ ihtarına uymadığı gerekçesiyle vurulanları anmak için Baran Tursun’u, işkencenin sürdüğünü anlatmak için, ‘2008 itibariyle Türkiye’de işkence bitti’ yalanını hayatıyla deşifre eden Engin Çeber’i konuşturdum.

‘Azınlık’ sorununu anlatabilmek için, 2007’de ‘Aydınlık Sorgular Sempozyumunda’ birlikte konuşmacı olduğum Hrant Dink’i andım…

Ve diğerleri…

Oyunun yönetmeni Ramazan Velieceoğlu’nun ifadesiyle: “Üzerimize düşenin küçük bir parçasını; Muhsin Ertuğrul’un tiyatro aşkı ile Nazım Hikmet’in sevda dolu şiirlerini okur gibi, Bertold Brecht’in epik tiyatro anlayışını Stanislavski’nin içselleştirilmiş oyunculuk felsefesi ile harmanlayarak sizlerle paylaşmak istedik.”

Türkiye’nin karanlık sayfaları

Oyunda, tümünü doğrudan ve ayrıntılı olarak işleyemesem de, Türkiye’nin en karanlık sayfalarına göndermeler yaptım. On beşlerin katledilmesi 1921. 33 Kurşun vakası 1943. 6 − 7 Eylül olayları 1955. 12 Mart 1971 darbesi. 1 Mayıs 1977 katliamı. Çorum, Maraş olayları. 12 Eylül 1980. 19 Aralık 2000, cezaevlerine yönelik hayat söndürme operasyonu, Sivas katliamı 1993. V.d. Benim kuşağımın ve Türkiye’nin en çok zarar gördüğü 12 Eylül faşist darbesi oyunda büyük yer tutmaktadır. Unutulmamalı ki, ‘12 Eylül mezalimi’ sadece bir gün, bir yıl değil, on yıl, yirmi yıl sürmüştür. Bu oyunun yazıldığı ve sahneye koyulduğu 2009 yılı itibariyle, (görece demokratik kazanımlar olsa da) darbeciler hâlâ yargılanmadığı gibi, ülke hâlâ darbe anayasasıyla yönetilmektedir.

Oyun, 1921’de Mustafa Suphi ile başlayıp, Hrant Dink, Baran Tursun ve Engin Çeber’le (2007 − 2008) bitmektedir. Bu bilinçli bir seçimdir. Bu yöntemle 1921’de başlayan katliamların, yargısız infazların, işkencenin bu gün de sürdüğünü kanıtlamak ve yeniden hatırlatmak istedim. Engin Çeber trajedisi de bir tesadüf değil, devlet politikasıdır. Her ne kadar Engin Çeber’in işkencede katledilmesi nedeniyle, bazı güvenlik güçleri yargılanmaya başlasa ve adalet bakanı özür dilese de, bu gerçek değişmemektedir. Zira aynı ‘devlet’ Metin Göktepe’nin gözaltında katledilmesi üzerine de ‘özür dilemiş’ ama benzer uygulamalar devam etmişti. (…)

Oyun için seçilen 25 sembol isim

Buradan okuyucunun dikkatini semboller üzerine çekmek istiyorum. Seçtiğim semboller onbinlerce adsız kahramanı temsil etmektedir. Ortak noktaları A veya B örgütünden, şu veya bu etnik kökenden olmaları değil, öncelikle insan hakları uğruna, daha özgür, eşit bir dünya uğruna mücadele sürecinde katledilmeleridir.

Sonuç olarak yazdığım bu oyunda, büyük çoğunluğu halkımız tarafından tanınmayan veya unutturulan, −birçoğunu bizzat tanıma onuruna eriştiğim− 25 sembol isim seçtim. Bu isimler bizim ülkemizde insan hakları mücadelesinde, sınıfsız, sınırsız bir dünya ütopyası uğruna, ‘ötekiler’in hakları uğruna çile çekmiş, hayatını feda etmiş onbinlerce insanı temsil etmektedir. Oyundaki Erdal Eren, Müntecep Kesici, Hrant Dink veya Musa Anter adı 12 Eylül darbesinden sonra idam edilen ve mezarı hâlâ bulunmayan Veysel Güney de olabilirdi, zindanlardaki direnişin sembollerinden Kemal Pir de. İlk kayıplardan Hasan Ocak da. Daha dün zindanda ölen İsmet Ablak da.

Behice Boran, Berna Saygılı Ünsal veya Zehra Kulaksız adı, 1973’te zindanda hayatını kaybeden Hatice Alankuş da olabilirdi, 12 Eylül 1980 darbesinden sonra ilk katledilen devrimci kadınlardan Mine Bademci de, 1990’larda gözaltında ‘kaybedilenlerden’ Lütfiye Kaçar’da, 2007’de eşcinsellere ve transseksüellere yönelik saldırılara karşı tanıklık yaptığı için katledilen Dilek İnce de. Hepsinin ortak özelliği yaşadığımız yeni ortaçağda, egemenler tarafından kurban edilmeleriydi. Elbette baş kaldırarak, mücadele ederek. Düştükleri yerde isyan kıvılcımı çakarak. Kimisi daha çocuktu. Kimisi ser verip sır vermeyen, işkencecilerin yüreğine korku salan solcu militandı. Kimisi sanatçıydı. Kimisi bilim insanı. Bu insanların sesleri karanlığı yırtıp geliyordu.

(…)Kitapta adları geçen (ve geçmeyen), ‘Karanlığın içindeki aydınlık yüzler’e, ben de borçluyum, siz de. Onlar sizin için, benim için, çocuklarınız için, denizler, dağlar, nehirler, hayvanlar, bitkiler için, büyük çoğunluğun gösteremediği cesaret ve kararlılığı gösterdiler. Onlar; töreye, ceberut babaya - kocaya - devlete meydan okuyan kadınların, faşizme, ırkçılığa, siyonizme, şovenizme ve milliyetçiliğe karşı mücadele eden, bu uğurda bedel ödeyen militanların, sosyalist aydınların, sanatçıların, bilim insanlarının, avukatların, sendikacıların, gazetecilerin, işçilerin, memurların ve öğrencilerin onuru olarak tarihe geçtiler.

“Bu oyunda seslerini duyduğunuz insanlar, susmanın sizi kirleteceğini, haksızlıkları görüp de bir şey söylememenin, sizi suç ortaklarına dönüştüreceğine inanıyorlar.”

Bu sesleri yanınıza alıp evlerinize götürün. Ne kadar uzaklardan geldiklerini, bu kadar yol gelmek uğruna nelere katlandıklarını unutmayın. Resmi tarih onları yok saysa, unutturmak istese de işte buradalar. Aramızdalar ve sizinle konuşuyorlar.

Sizi tarihle ve kendinizle yüzleşmeye çağırıyorlar. Sizi unutmanın kaygan ipine bağlı, aymazlık kayığından inmeye ve sokaklara çıkıp ‘itiraz etmeye’ davet ediyorlar.

Adil Okay
http://www.adilokay.com/

25 Mart 2010 Perşembe

DEPREMLERDEN DERS ÇIKARAMADIK

Hüseyin Habip Taşkın
habibtaskin@gmail.com

İnsan yaşamını için ciddiye aldığımız konular az oluğu gibi, her işimiz “Allah’a emanet” gidiyor. Olanları çabuk unutan bir toplumuz. Olan olaylarda içinde dram varsa, “vah vah” der olayı geçiştiririz. Ülkemizde çoğunlukla aynı olayların tekrarı yaşanır ve “yahu ben bu olayı bir yerden hatırlıyorum” deriz. Bir yandan yaşam akıp giderken, dünyada kendi ekseninde dönüyor…

Elazığ depreminde, birçok yaralıyla birlikte 51 insanın yaşamı göz göre göre gitti. Depremle birlikte, suçlu aranmaya başlandı. “ Kerpiç evler” bir numaralı suçlu ilan edildi. Gözle görülen somut deliller göz ardı edildi. Bunca yaşanmışlıklardan ders çıkarılmadı. Yetkililer kendilerince, kendilerini aklayıcı sözleri dile getirdi.

Fay hattının geçtiği Elazığ ve çevre köyleri için ne yapıldı dersiniz? Lafa geldi mi “önce insan” deniliyor. Bence insan kelimesinden çıkarılan ders “sermayenin” çıkarları anlamına geliyor. Ülkemiz deprem kuşağındadır deniliyor.

Bizlerden tüketim ve beyaz eşyada alınan vergiler yerine ne kadarı ulaşıyor dersiniz? Bulmaca gibi bir soru olduğuna göre, fondaki paralara ne oldu? Marmara depreminden sonra alınacak bir dizi önlemlerle ilgili neler yapıldı? Depreme önlem için yapılacak konut güçlendirme çalışmalarıyla ilgili maddi yetersizlikten yakınan yetkililere, hükümetin deprem riskine karşılık yurttaşlardan vergiyle para topladığı da hatırlatıldı. Deprem vergilerinden toplam elde edilen 27 milyar 947 milyon lira para var ama paranın akıbetine ilişkin bir bilgi yok. Bu paranın nerede harcandığı, nerede saklandığı belli bile değil.

Bizde işler böyle yürütülür. Fon adında paralar toplanır. Sonrada buharlaşır. Hiçbir yetkili çıkıp ta bu paraların nerelerde nasıl harcandığını söylemez. Söylerse herhalde kıyamet kopar!

Kendisi de Elazığlı olan İstanbul Teknik Üniversitesi Maden Fakültesi öğretim üyesi Prof. Dr. Naci Görür, depremin gerçekleştiği fay hattındaki hareketlenmeleri uzun süredir gözlediklerini ve duyurduklarını açıkladı.

Görür, “Ben 3 yıl önce Vali ve Belediye Başkanı’yla görüşmüş ve fay hattının üzerinde doğru yapılar bulunması gerektiğini, nasıl yapılabileceğini anlattım. Büyük bir deprem olabileceğini aktardım” dedi.

Görür, 3 yıl önce Elazığ’ın ileri gelen yetkililerine dil dökmüş ve nasıl bir önlem alınmasını anlatmış. Naci Görür anlatırken herhalde yetkililer gözleri açık uyku moduna girdikleri içindir ki kayıt hafızalarda yer almamış. Görür derdini anlattığı için bir anlık rahatlamışken, Elazığ’daki depremle kendine geliyor ve yaşadıklarını basın aracılığıyla halkla paylaşıyor.

"Kayaç Gerginlik İzleme Yöntemi ile Deprem Tahmini Projesi" kapsamında sadece Marmara bölgesinde kurulan ve depremin önceden tahmin edilmesine imkân tanıdığı bildirilen bu deprem tespit istasyonları, Marmara dışında ilk kez Muğla'nın Fethiye ilçesinde, ardından Denizli, Isparta ve Burdur'da kurulacak. Proje yürütücüsü İstanbul Teknik Üniversitesi (İTÜ) Elektrik-Elektronik Fakültesi Öğretim Üyesi Yrd. Doç. Dr. Berk Üstündağ, 2000'li yılların başında hayata geçirdikleri proje kapsamında kurulan istasyonlardan alınan verilere göre, 5'in üzerinde büyüklükteki bir depremin olacağını önceden tahmin edebildiklerini söyledi. Üstündağ, "Bu istasyonları ülkeye ne kadar yayabilirsek depreme ilişkin bilgileri önceden edinme, tahmin edebilme imkânına kavuşabiliriz. Elazığ depreminin olacağını önceden tahmin edebilmiştik. Elde edilen sonuçlar ve deprem arasındaki ilişki, istasyonların önemini açıkça gösteriyor" dedi.

Televizyon ekranlarında deprembilimcileri zaman zaman boy göstererek, yaptığı çalışmaları anlatırlar. Özellikle de İstanbul için çok söz söylendi. Belediye Başkanı Kadir Topbaş, “Kamu binalarını güçlendirdik” dedi ancak sadece 3 hastane güçlenmiş.

‘Biz kamu binalarını güçlendirdik, biraz da vatandaş üstüne düşeni yapsın’ diyen İBB Başkanı Kadir Topbaş’a İnşaat Mühendisleri Odası İstanbul Büyükkent Şube Başkanı Cemal Gökçe’den yanıt geldi; Gökçe, “Kamu binalarını güçlendirdiklerini söylerken doğru söylemiyor. Onları bile güçlendirmedi. 400 hastaneden de sadece 3 tanesi güçlendirildi ki bunların 2 tanesi poliklinikti” diye konuştu.

Bir yetkili açıklıyor ve diğer yetkili açıklamayı yalanlıyor. Yaşanılan canlı olaylar sıcağı sıcağına, size ülkemizde sistemin nasıl işlediğine dair bir örnek. İnsan yaşamları bu kadar basit ve ucuz! Ne demeliyiz ve ne yapmalıyız? Birazda bizler kendimizi sorgulamalıyız. Sorunların altına bir girelim. O kokuşmuş sistemin çarklarını bir harekete geçirelim. Daha kaç canı depremde kaybedeceğiz? Birilerinin uyku masallarını mı devamlı dinleyeceğiz. Yaşam güvenliği vatandaşlık hakkıysa, o hakkı hepimiz kullanalım…

23 Mart 2010 Salı

M. ŞEHMUS GÜZEL’İN YENİ KİTABI ÇIKTI


Yazarımız M. Şehmus Güzel’in ERGANİ YÜRÜYOR
isimli yeni kitabı TÜSTAV Yayınları’nın Sarı Defter Dizisinin 14. Kitabı olarak okuyuculara sunuldu. Mart ayında yayınevleri yeni sezon hazırlıklarına sanki hız verdiler gibi. Bu bağlamda yazarımız M. Şehmus Güzel’in memleketi Ergani’de 1965 Temmuzunda askere gönderilen gençlerin kamyonunun devrilmesi üzerine iki kişinin vefatı ve birçoğunun yaralanmasıyla sonuçlanan trafik kazası sonrasında kasabadaki sorumluların sorumsuzca davranışları üzerine kasabadaki üniversite gençlerinin öncülüğünde düzenlenen ve kasaba tarihinde ilk olan gösteri ve yürüyüşe ilişkin kitapın yayınlanması iyi bir sürpriz oldu. Oldukça minik, çünkü elli sayfa kadar olan kitap kazaya ilişkin dört, gösteri ve yürüyüşe ilişkin üç foto ve birkaç başka görsel malzeme ile donatılmış bir biçimde sunuluyor. Yazarımızın toplumsal tarihin önemine vurgu yapan, kitabın oluşumunu ve hazırlanışını anlatan « sunu »sundan bir bölümü burada aktarmak istiyoruz. Meraklılarının kitabı okumaları umuduyla :

« Yapay bir biçimde kotarılmış resmi tarih karşısında kendi geçmişimizi, kendi an ve anılarımızı unutmamak için toplumsal tarihimize dört elle sarılmalıyız.

İgfal edilen, kimi kez tersine çevrilen tarihimizi alıp istediği gibi kullanan ve birçok şeyi hasır altı eden resmi tarih yerine toplumsal tarih halkların « ilaç »ıdır. Acılarımızı sarmak için. Geçmiş ama geçmeyen an(ı)larımızdan dersler, deneyimlerimizden sonuçlar çıkarabilmek için. « Tarih dersleri »nin hepimize yararı var. Yararı olacak. Bundan eminim.

Bu çerçevede 30 Temmuz 1965’te Diyarbakır’ın şirin kasabası, doğduğum ve küçelerinin toz ve toprağıyla büyüdüğüm Ergani’de iki kişinin ölümü ve birçoğunun yaralanmasıyla sonuçlanan kazayı ve sonrasında yetkililerin sorumsuz davranışlarını ve bunun üzerine üniversiteli öğrencilerinin öncülüğünde Erganililerin tepkilerini bir gösteri ve yürüyüşle sergilemelerini anlatmak ve toplumsal tarihimize miras bırakmayı arzuladım.

Hem o olayları yaşamış, gösteri ve yürüyüşe birçok arkadaşıyla birlikte öncülük etmiş biri olarak, hem de kasabasına borcunu hiç bir zaman ödeyemeyecek bir tarihçi olarak görevimi yerine getirmekte kararlı olduğum için. Bunu ben yapmasam kim yapacaktı ?

Hemşerilik olmasaydı bu kitap ta olmayacaktı. Evet, çünkü bir hemşerimin, Ergani tarihi konusunda son derece yararlı ve kalıcı çalışmalar yapan ve bu konudaki çabalarını aralıksız sürdüren Müslüm Üzülmez’in 2 Ağustos 1965’te düzenlediğimiz gösteri ve yürüyüşe ilişkin bir fotografı Diyarbekir İletişim Grubu üyelerine göndermesiyle başladı her şey.

Evet her şey bir fotografla başladı. Bu aynı zamanda fotografın, görsel malzemenin önemini bir kez daha gözler önüne sermesi açısından vurgulanmayı hak ediyor. Yazılı olan kalıyor, görsel olan unutulmuyor. Ve daha önemlisi görsel olanın anıların akın etmesini sağlamasıdır. Bu bağlamda o yıllarda elinden fotoğraf makinasını düşürmeyen gazeteci (Türkiye düzeyinde yayınlanan birçok gazetenin Ergani muhabiri), gazete satıcısı, kitapevi sahibi, « sinemacı » Adil Abe’yi, yani Adil Öztürk’ü, burada anmamak ona haksızlık olacaktır. Onun çektiği fotoğraflar sayesinde unutulma tehlikesi geçiren birçok şey, anıt, ev, mekan, sokak, cadde, sanatkarlar, tüccarlar, dükkanlar, insanlar ve bunlara bağlı olarak o günlerin giyim ve kuşam tarzları, oturup kalkış biçimleri ve kendi memleketimizin zenginliğini oluşturan birçok varlığımızı koruma olanağı bulduk. Evet fotoğrafa alınan aynı zamanda « korunmuş » oluyor.

M. Üzülmez’in ilettiği fotoyu 18 Eylül 2009 cuma sabahı görür gürmez anılar peş peşe koşmaya, sağa sola çarpıp aklımdaki her şeyi darmadağınık etmeye başladılar. Bunun üzerine bir yandan anılarımı derleyip toparlamaya başladım. Öte yandan olayları birlikte yaşadığım akraba ve arkadaşlarıma iletiler gönderdim. En başta amcamoğlu ve gösteri ve yürüyüşün en iyi biçimde düzenlenmesinde belirleyici rol oynayan Ali Güzel’e. Sonra işin başından sonuna koşturan kardeşlerim Ahmet Rahmi Güzel ile Kahraman Gündüz Güzel’e. Bu arada M. Üzülmez’in yardımı ile kırk yıl sonra izini bulduğum ilkgençlik arkadaşım Şeref Yıldız’a da.

İletilerle akrabalarıma ve arkadaşlarıma bir dizi soru sorup olaylar hakkında bilgilerimi derinleştirmek istedim. Bir de varsa başka fotoları görmek, birer örneğini elde etmek ricamı ilettim.

Ali Güzel çok kısa bir süre içinde kazayla ilgili dört, gösteri ve yürüyüşle ilgili üç fotoğraf ile gösteri ve yürüyüşün sonunda okunan bildirimizi yayınlayan Tokat’ın Alınteri isimli ve içeriğinden Türkiye İşçi Partisi (TİP) yanlısı olduğu belli ilerici haftalık derginin tek tek sayfalarını gönderdi. Böylece araştırmalarımda dev bir adım attım. Diyarbakır’ın en şirin kasabalarından biri olan Ergani’deki bir gösteri ve yürüyüşün Tokat’ta yayınlanan ilerici bir dergide yankılanmasının nedenini ve nasılını kitapta açıklıyorum. Ama şimdiden bunun « sosyalist kanal » sayesinde gerçekleştiğini hemen burada belirtmeliyim.

İletilerle, gönderilenlerle olaylar zincirinin halkaları biraraya gelmeye başladı. İşte o zaman kitapçık fikri bir çiceğin bütün renkleriyle birlikte doğaya açılması gibi açıldı aklımda. Evet derli toplu bir şey yazmalı, fotoğraflarla ve diğer görsel mazemeyle bir kitapçıkta toplamalıydım. Böylece her şey kalıcı olacaktı. Dahası görsel malzemeyle donatılmış bir kitapçık Ergani kütüphaneleri başta birçok kütüphaneyi süsleyebilecekti.

Toplumsal tarihimiz bunu hak ediyordu. Buna ihtiyacımız da vardı. Hem toplumsal tarihimizin hem de bizim.

O zaman oturup yazmak gerekiyordu. Ben de öyle yaptım. Kalemi ben tuttum ama benim anımsadıklarımı verdikleri bilgilerle tamamlayan, kimi eksikleri gideren, kimi yanlışları düzeltmeme yardımcı olan amcamoğlu Ali Güzel’e en başta büyük bir teşekkür etmem lazım. Sonra Şeref Yıldız’a teşekkür borçluyum. Kardeşlerim Ahmet Rahmi Güzel ile Kahraman Gündüz Güzel ve bütün aile üyelerine de binbir teşekkür. Ve elbette ve bilhassa bir fotoğrafla bütün bu yolculuğun işaretini veren değerli hemşerim Müslüm Üzülmez’e. O işareti çakmasaydı anılarımız daha çok beklerdi akıllarımızın sol köşesinde, fotoğraflarımız ise sapsararırdı üzüntüden. Görülmemiş olmanın üzüntüsünden. Oysa şimdi onlar görücüye çıktılar. Beğenip beğenmemek size kalıyor. Bana sorarsanız unutulmamaları, hep hatırlanmaları gereken an(ı)larımızdır. Bilhassa saklanmalı. »

22 Mart 2010 Pazartesi

YENİ BİR KİTAP: “TEKEL DİRENİŞİ DERSLERİ 2010”

KALDIRAÇ YAYINEVİNDEN HERKESİN KÜTÜPHANESİNDE BULUNDURMASI GEREKEN BİR ARŞİV,YENİ BİR KİTAP: " TEKEL DİRENİŞİ DERSLERİ 2010 "‏

GÜNCE: Asıl gövdesini, direnişin başından beri sürecin içinde olan Kaldıraç okurları ve İşçi Gazetesi muhabirlerinin oluşturduğu güncenin hazırlığında, başta sol.org.tr, odp.org, nethaber.comgibi internet siteleri olmak üzere pek çok internet sitesinden, başta evrensel olmak üzere pek çok günlük gazeteden yararlanılmıştır.
MAKALELER: Tekel direnişine ilişkin Kaldıraç dergisinde yayınlanan makalelerden seçilmiştir.
BELGELER: Direniş çadırlarında dağıtılan materyallerden toplayabildiklerimizin bir kısmını yayınlayabildik. Elimizden geldiğince her siyasi grubun materyallerine yer vermeye çalıştık.
FOTOĞRAFLAR: 6.000 fotoğraf arasından derlendi.

"TEKEL DİRENİŞİ DERSLERİ 2010" KİTABEVLERİNDEN VE YAYINEVİMİZDEN TEMİN EDİLEBİLİR.

İstanbul İrtibat : Şehitmuhtar mah. Nane sok. No:15 Beyoğlu/İstanbul tel/fax: 0212 251 68 61
Ankara İrtibat: Mithatpaşa cad. No: 34/F D:33 Kızılay/Ankara tel/fax: 0312 434 39 71

Devlet ve Sanatçı(sı)...


Gün Zileli
zileligun@hotmail.com

Havariler adlı kitabımın 458. sayfasında, darbe yapan generallerin karşısında tüm devlet erkanının ve profesör ve yargıç takımının 5. Senfoni eşliğinde nasıl cübbeleriyle sıraya girip yeni “padişahlara” temennahta bulunduklarını anlatırım. Otuz yıl önce televizyonda seyrettiğim bu hem gülünç, hem de acıklı sahneyi hiçbir zaman unutamam.

Dün başbakan Tayyip Erdoğan'ın, açılımlar çerçevesinde kabul ettiği sanatçıları gördüğümde birden, yukarda anlattığım sahne geldi gözümün önünü. Hayır, haksızlık etmek istemiyorum. Sanatçılar, o sahnedeki devlet ve akademi erkânı gibi cübbelerinin eteklerini sürükleyerek başbakanın önünden geçerek temennah ediyor değillerdi. Evet ama bir sanatçının başbakanın davetine icabet etmesi de bir anlamda temennah etmek değil midir?

Bunları kesinlikle AKP hükümeti nezdinde söylüyor değilim. AKP'nin yerine bir başka hükümet de söz konusu olsaydı aynı şeyi söylerdim. Hükümet, devletin icra kuruludur, dolayısıyla devletin tüm uygulamalarının sorumlu organıdır. Bazı aklıevvellerin sandığı gibi hem hükümet olunup hem de militarizme karşı mücadele falan edilemez. Çünkü militarizm de sonuç olarak ve fiilen hükümetin emri altındadır. Yani kısaca ve öz olarak söyleyecek olursak, hükümet ve onun başı, devlet çarkının tüm uygulamalarından, dolayısıyla tüm işkence ve cinayetlerinden sorumludur.

Evet, devlet çarkı dönmeye devam eder ve bu çark döndükçe insanları ezip geçer. Eğer istese, icra kurulunun, yani hükümetin başı, şu anda aşağı yukarı tüm polis karakollarında, jandarma karakollarında vb. devam etmekte olan dayak ve işkence olaylarını bir günde durdurur. Ama ara sıra yayınlanan “işkencenin suç olduğuna” ilişkin dostlar alışverişte görsün ya da tavşana kaç tazıya tut kabilinden yönergelerin dışında hiçbir hükümet başkanı bu konuda kılını kıpırdatmaz, kıpırdatmamıştır, kıpırdatmayacaktır. Çünkü bunu yapmak, devletin temeline dinamit koymakla birdir. Devlet çarkı, kanla dönen bir su değirmeni gibidir. Öğüttüğü insanların kanıyla döner.

Sayın sanatçılar! El sıkıştığınız ve mağrur olmaya çalışan bir yüz ifadesiyle dinlemekte bulunduğunuz başbakan, işte böyle bir işkence çarkının tepesindeki kişidir. Bu çark kanla dönen bir çarktır. Sadece karakol işkencelerinde akan kanla değil, aynı zamanda Kürtlere karşı savaşta akan kanla. Örneğin sağlık alanındaki özelleştirmelerle insanların sağlıklarının satılmasından elde edilen kârlarla vb. vb. ...

Sanatçı, insan ruhuyla var olur. Devlet ise insan ruhunu bastırarak ve yok ederek. O zaman bir sanatçı devlet çarkının başındaki biriyle nasıl el sıkışır, sofrasında yer alır, anlaşılır gibi değildir.

Nazım Hikmet'in, kendisini içki sofrasına davet eden Atatürk'e, “ben deniz kızı Eftalya değilim” diye mesaj yolladığı söylenir. Başbakanın davetine icabet eden ve orada Tayyip Erdoğan'ın, Yılmaz Güney'le ilgili söylediği tatlı ve aldatıcı sözlerini dinleyerek mutlu olan sanatçılar Nazım Hikmet'in bu sözlerini de mi hatırlamadılar?

21 Mart 2010 Pazar

Zalim Dehak ve Demirci Kawa Efsanesi

Salim TURGUT
turgutsalim@hotmail.com

Efsane ye göre Asur kralı Dehak Mezopotamya ve Ortadoğu’nun tek hakimidir. Kürtlerin ataları olan Medler, İranlıların ataları Persler, Ermenilerin ataları Urartular ve şimdi soyları tükenen Huriler, Babiller ve Elamlılar Dehak’ın hükümranlığı altında yaşamaktadırlar.

Zalimliği ile ünlenen Asur kralının omzunda iki yılan çıkar. Bu yılanların Dehak’a zarar vermemesi için şeytan her gün iki Med gencinin beyninin yılanlara verilmesini önerir. Bunun üzerine her gün iki Med gencinin beyni yılanlara verilmeye başlanır. Ancak hızla gençler azalmakta ve de halk bu duruma tepki göstermeye başlamaktadır. Gençlerin hızla yok olmasını engellemek için halk, Dehak’a ikinci beyin olarak kestikleri hayvanların beynini vererek zulmü biraz yumuşatmaya çalışırlar. Dehak’tan kurtardıkları ikinci gençleri dağlara gönderip orada saklamaya başlarlar. Dağlarda toplanan bu gençler daha sonra bugünkü Kürtlerin atalarını oluştururlar…

Dehak’ın omzundaki yılanlarının beyin yeme sırası demircilik yapan Kawa’nın oğluna gelir. Demirci Kawa yiğit, cesur ve iyi yürekli biridir. Oğlunun ve halkının böyle katledilmesini kabullenmez. Çevresindeki insanlarla konuşur ve onlara Dehak`ın zulmünden kurtulmanın tek yolunun onu öldürmek olduğunu anlatır.

M.Ö. 612 yılında Demirci Kawa örgütlediği Med halkıyla birlikte Dehak`ın sarayını basarak balyozla Dehak’ın kafasını parçalayarak öldürür. Dağda yaşayanlara haber vermek için de sarayın avlusunda büyük bir ateş yakarlar. Bu ateşi gören dağdaki gençler evlerine geri dönerler. Ve her yıl, 21 Martta büyük ateşler yakarak, özgürlüklerine kavuşmalarını kutlarlar. Demirci Kawa’nın zalim Dehak’ın sarayını başına geçirdiği gün olan 21 Mart tarihini o günden sonra başta Medler olmak üzere tüm Ortadoğu halkları bayram olarak kutlamaya başlarlar…

Efsane gerçeğin ta kendisi olmamakla birlikte kaynağını gerçeklerden alır. Efsane, yaşanmış ya da yaşanması muhtemel olaylar manzumesidir. Kulaktan kulağa, nesilden nesile yayılan aktarımların bir ürünü olarak yaşar. Efsaneleri yaratanlar halklardır.

Tarih kayıt altına alınmışın resmi aktarımdır. Efsane ise yaşanmış yada yaşanması muhtemel olayları kuşaktan kuşağa aktararak mitolojik bir özellik taşır. Efsanede anlatılan olaylar / hikayeler bazen hayali olabilir.

Asur Kralı zalim Dehak ve onun sarayını yerle bir eden Demirci Kawa ile ilgili aktarımlar tamamen birer efsanedir. Efsanelerde bir şekilde kulaktan kulağa, nesilden nesile bir aktarım olduğuna göre içinde gerçek paylarda taşımaktadır.

Efsanede anlatıldığı gibi 21 Mart’ı başta Kürtler ve İranlılar olmak üzere tüm Ortadoğu halklarının iki bin yıldır bayram olarak kutlamaktadır.

Bayram olarak kutlanan Newroz, ‘yenigün’ anlamına gelmektedir. Kışın tembelliğinden, monotonluğundan ve donukluğundan silkinmenin diğer adıdır. Newroz bir semboldür, yeninin, baharın, özgürlüğün ve bütün bunlar için mücadelenin sembolüdür.

21 Mart Newroz bayramı yaklaşık 2600 yıllık bir tarihsel birikim içinde, Ortadoğu halklarının, barış, kardeşlik, özgürlük özlemlerinin doruğa ulaştığı bir gün olarak kutlana gelmektedir.

Bundan sonrada böyle kutlanması dileğiyle tüm Ortadoğu halklarının bayramını kutluyorum.

20 Mart 2010 Cumartesi

NEWROZ PîROZ BÊ!..MERHABA NEWROZ!..


21 MART 2010 NEWROZ’unu da geçen yıllarda olduğu gibi yaşadığımız coğrafyadaki kütlesel çıkışların en coşkulusu, en görkemlisi ve en anlamlısı olarak selamlıyoruz.
Kürt ulusal özgürlük hareketi mitolojideki bu anlamlı geleneğini iyimser, ilerici ve dinamik bir yorumla günümüzün sosyal mücadeleler tarihine bağlamayı bilmiştir.

Yaşadığımız coğrafyadaki ulusallık-sınıfsallık dinamiklerini incelerken işçi sınıfı ve emekçi halklarımızın sosyal-sınıfsal-enternasyonal kurtuluşunu düşünürüz. Bu amaçla kendi sentezimizi üretmeye çalışırken halk hareketlerinden, köylü isyanlarından, hak arama eylemlerinden, işçi sınıfının kütlesel çıkışlarından ve insanlarımızın düşünce-davranışlarını belirleyen kültürel birikimlerden yararlanmak durumundayız.

Komünistler; Mezopotamya’daki masal, efsane ve mitolojik anlatımları sözlü tarihten yazılı tarihe geçirirken ilerici, dinamik ve iyimser bir yorumla incelemek durumundadır. Bu görevi bu türden bir yorumla ele almayınca gerici, idealist ve metafizik yorumlar “rahatlıkla” işbaşı yapabilmektedir.

Tarihsel Kawa’nın eylemi Yeni Gün’ün habercisidir. Yeni Gün insana ve doğaya uyumlu bir başlangıçtır. Doğaya uyumlu her adım devrimcidir, değiştiren ve dönüştürendir.
Günümüzdeki NEWROZ kutlamalarını tarihselden güncele uzanan gerçekçi bir kütlesel çıkış olarak algılıyoruz.

Devrimci Kawa’nın zalim Dehak’a karşı yaktığı ateşi günümüzde işçi sınıfı ve emekçiler yakmaktadır.

Mezopotamya’nın emekçi halklarından Kürtler hâkim gerici sınıflarca sürekli baskı altında tutulmuşlardır. İnkâr, imha, asimilasyon politikalarıyla tarihleri, coğrafyaları, ilerici kültür ve gelenekleri, dilleri, inançları yok sayılmak istenmiştir.

NEWROZ eylemleriyle tüm ezilen ve sömürülen halklar taleplerini haykırmaktadır.
Halkların talep ve ihtiyaçları kapitalist sistemde değil, ancak sosyalist sistemde gerçekleşme şansını elde edecektir.

Günümüzde emperyalist-kapitalizme karşı verilen savaşlarda NEWROZ’un anlamı büyüktür.
NEWROZ; bir yanıyla eşitlik, özgürlük, hak arama, barış, direniş, aşk, sevgi, dostluk, yoldaşlık ve proletarya kardeşliği gibi değerlerimizin tek yürek olduğu yeni bir gündür.
NEWROZ’daki kütlesel çıkışları bağımsız sınıf tavrı gözeten kadroların eşitlik ve özgürlük mücadelesiyle buluşturup bütünleştirmek küresel kriz döneminde anlamlı ve ileri bir sese dönüştürmeliyiz.
İnsanın ve insanlığın sosyal-sınıfsal-enternasyonal kurtuluşu mücadelesinde NEWROZ’ları bu düşünce-davranış çizgilerimizle anmak ve kutlamak An’ın en devrimci görevidir.
Dünyanın tüm ezilen ve sömürülen halklarının NEWROZ Bayramını yürekten kutluyoruz.
BİJİ NEWROZ!
BIRATİYA GELAN!
----------------
Sorun Yayınları Kolektifi - SORUN Polemik Dergisi

Akbıyık Değirmeni Sk. No: 33/A Sultanahmet-İstanbul

Tel:212 638 81 82 Fax: 212 638 81 72





19 Mart 2010 Cuma

Ressam Ali Taş’tan Kitap Çalışması…


Antakyalı ressam Ali Taş’ın ilk kitabı çıktı: ”Gizem Yağmurları”

Ali Taş’ı bu kitabı vesilesi ile kutluyoruz!

Ali Taş iletişim adresi: resimatesi@hotmail.com

18 Mart 2010 Perşembe

Hâr Kültür Sanat ve Edebiyat Dergisi 6. sayı


Hâr Kültür Sanat ve Edebiyat Dergisi 6. sayısı ( Mart - Nisan) Bayilerde..

Yeni bir sayının heyecanı ile merhaba…

Hâr Kültür Sanat ve Edebiyat dergisi bir şeyler üretmenin/(y)aratmanın çabasını sürdürüyor. Çıkan her sayımızı “HÂR BULUŞMALARI” adı altında yapılan etkinliklerle pratiğe dönüştürdük. ‘Şiirin Yel Değirmenleri’ diye başladığımız etkinlikler, kardeş edebiyatları buluşturma temelinde ‘Diller Dillere İnsan İnsana Karışsın’ etkinliği, ‘Edebiyat ve İnsan’ konulu (Gölbaşı’nda yapıldı) etkinlik, son olarak da 13 Şubat 2010’da ‘Ülkü Tamer Şiiri Üzerine’ konulu söyleşi ve şiir dinletisi; Hâr dergisini yazıyla pratiği buluşturan bir dergi haline getirdi. Bunlarla beraber Antep’te on beş günde bir yapılan ve üniversiteli gençliğin katılımcılar arasında ağırlıkta olduğu, şiiri gençlikle buluşturma amaçlı etkinlikleri önemli buluyoruz…

Bu çabaya yayın kurulumuz dışında katkı sunan dergimizin “dost ellerine” özellikle teşekkür ediyoruz.

Hâr olarak dar çerçeveli, kısa vadeli siyasal kaygılardan uzak durduk ve başarımızı biraz da buna borçluyuz. Bu durumdan rahatsız olanlardan aldığımız tepkilerden hareketle şunu rahatlıkla söyleyebiliriz: Bizler, kültür sanat ve edebiyatta her tür kültleşmenin karşısındayız.

Ayrıca Hâr ön kapağında edebiyatı işaret edip arka kapağında da sermayeden ilan sayfası almadı/vermedi. İlk sayıda belirttiğimiz “Bağımsız Sanat Platformu” bakışımız ısrarla sürüyor. Sanatın, edebiyatın boynuna biz Hâr olarak kravat takmayacağımızı özellikle belirtmek istiyoruz…

Hâr, 6. sayıda öyküyü bilinçli olarak ağırlıkta aldı ve bu sayımızı 14 Şubat’a gönderiyoruz…

Son olarak bir önceki sayımızda Süheyla Taşçıer dostumuzdan özür diliyoruz, şiirini “adsız” bıraktığımız için.

“Alevi-Bektaşi Şiiri” konusunun ağırlıkla işleneceği 7. sayıda buluşana dek…

İÇİNDEKİLER

Sunu
Vladimir Mayakovski
/ MEHMET ÖZGÜR
Şiir Üzerine Notlar/ A. HİCRİ İZGÖREN
Güz Çekimi/ SALİH AYDEMİR
Sizi Bekliyorum/ HÜSEYİN KAYAŞ
Likit Yüz/ ÖKTEM TEPE
Marjinal Sızı/ YAPRAK ÜNVAR
Şemsiye/ ÜZEYİR KARAHASANOĞLU
Antigoni’de/ KENAN YÜCEL
Adına Gece Derdik/ CANSU HEPÇAĞLAYAN
Biracı Vecdinin Bira Köpüğü Gibi Hayatı/ ONUR ÇALI
Nietzsche’nin Derdi/ RAHMİ DURMAZ
Üç Ada Öyküsü/ SALİHA YADİGÂR
Müneccimsel İlişkiler/ HALİL İBRAHİM ÖZBAY
Muştu/ DERYA YILDIZ
Tufan Şarabını İçelim/ ZEKİ KARAASLAN
Dengeke Sıpehî Hate Nava Mûzîka Kurdî/ METİN AKSOY
Hêvî Qet Namırın/ CAHÎD ŞÊRKO
Praetor Apoletleri/ MAHMUT PAKDEMİR
Ben Hiç Ağa Görmedim/ ALİ ULUDAĞ
Sevgilim/ ONUR AKYIL
Korku Kafası/ ÖZKAN KULA
Ev/ RANA
“Hayvan Çiftliği” Üzerine/ SEMA ÇETİNKAYA
Sorular ve Cevaplar/ İHSAN ARI
Memed’in Kurşunu/ CEMAL CENGİZ
Politik Filmler/ UFUK TAMBAŞ
Maladiya/ MAZLUM ÇETİNKAYA
Har-daş/ ŞEREF BİLSEL
----------------
DERGİMİZ TEMSİLCİLİK VE DAĞITIMI (YURT DIŞI VE YURT İÇİ) İÇİN İLETİŞİM TELEFONU: 0534 2344589Katkı için yurtiçi: 35 TLyurtdışı: 30 euroMAZLUM ÇETİNKAYA adınaPosta Çeki Hesap No: 5824290

iletişim: hardergi@hotmail.com

Emeğin Sanatı 70. Sayısı Yayında...

Emeğin Sanatı E-Derginin 70. Sayısı Yayında‏

EMEĞİN SANATI olarak sorumluluğumuz, çağımızın gelişimini ve yeni beliren çelişkileri göz önünde bulundurarak sosyalist gerçekliğin yeniden çağcıl dönüşümünü tasarlamak, yaşama geçirmektir. Sanat alanını kaplayan postmodern mantarların iç yüzlerini ortaya çıkarmak, sanat yapıtını metalaştırma çabasında olanların karşısına duvar gibi dikilmektir. Bu bağlamda “toplumcu gerçekçiler”le de karıştırılmamamız gerekir. Çünkü aramızdaki fark, diğerinin Türkçeleştirilmiş olmasının çok daha ötesindedir...Çünkü “toplumcu gerçekçi”lerin gerçekliği, düzenin duvarlarıyla sınırlıdır. Daha ilerisine gidemezler. Bir yönüyle düzenle uyumludur çabaları. Biz “yeni sosyalist gerçekçiler” bu konuda sınırları aşma çabası ve savaşımı içinde olacağız.
Bu sayımızda da son on beş günün toplumsal ve yaşamsal yoğunluğunun izdüşümünü yansıtmanın yanında; estetiği, sanatta nesnel yasaların varlığını asla yadsımayan, hatta bu yasaların kesinliğini vurgularken, toplumsal yaşamın temel yasalarıyla aralarındaki ilişkileri ve karşılıklı etkileri üzerine yapıtlarını kuran sanatçı dostlarımızın yapıtlarını bulacaksınız....
Eleştirileriniz ve önerileriniz yolumuza ışık tutacaktır...


(Eski adresimiz 50 sayı çıkan dergimizin arşivi olarak http://emeginsanati.blogcu.com/ adresinde yayınını sürdürmektedir)
_______________
e-posta adresimiz: emegin_sanati@mynet.com



Google Grup e-posta: emegin_sanati@googlegroups.com

Emeğin Sanatı Forum adresi: http://emeginsanati.forumup.com/

16 Mart 2010 Salı

SOKAKLARDAN EMEKÇİLERİN, YOKSULLARIN ÇIĞLIĞI



Hüseyin Habip Taşkın

Bugünlerde sokaklarda parça parça olsa da bir hareketlenme var. Özünde hepimizin sorunu ekonomik, demokratik, kültüreldir. Yalnız ortada bir sorun var. Gözle görülebilen bir sorun… Bu parçalar, parçacıklar bir bütünü oluşturamıyor. Sorunda buradan kaynaklanıyor.
Ülkemizde emperyalizm güdümlü yaptırımlarla emekçilerin işçi hakları budanarak, hepten köle olmaları konumuna getirildi. Her geçen gün emekçilerin açısından kötüye gittiğini görmekteyiz. Bu sorun hepimizi ilgilendirdiği gibi çocuklarımızın geleceğini de etkilemektedir.
Emekçileri ilgilendiren sorunlar arasında taşeronlaşma var. Ucuz ve sigortasız işgücü var. 12 saat çalışma var. İşverenin iki dudağı arasında işten atılma var. Sağlıksız ve güvencesiz çalışma var. Sonuç olarak varları çoğalta biliriz. Bunların çözümü elbette vardır. Fakat sistem işleyişini sermayeden yana kurduğu için bütün yük emekçi işçilere, yoksul insanların sırtına bindirilmektedir.

Her kesimin düşüncesinde bir şeyler yapılmalı oluşurken, Deri İşçisi olan ve zaman zaman işsiz kalan evine ekmeğini nasıl götüreceğini düşünen, bir emekçinin önerisiyle başlanan adımlar sonucunda oluşan emekçi dernekleri Sigortasız Ve Güvencesiz Çalışmaya Hayır kampanyasını 06 Mart 2010’da İzmir- Kemeraltı girişinde basın açıklamasını okunduktan sonra iki buçuk saat süren imza kampanyası sonucunda 900 imza toplayarak, ilk kıvılcımı güçleri oranında yaktılar. Elbette bu güç diğer güçlerle birleşerek, toplumsal güce dönüştürülebilir.
Sigortasız Ve Güvencesiz Çalışmaya Hayır kampanyası çerçevesinde bir dizi eylemlilikler sırasıyla gündeme getireceklerdir. Bizlerin görevi de bu kampanyaya güç vererek, birlikte bu kıvılcımı güçlendirerek ortak olan sorunumuzu örgütlü gücümüzle örerek aydınlık bir geleceğe doğru taşımaktır.

Son günlerin modası kriz var! Gerçekten kriz var mı? Bu kriz emekçi işçilerin, yoksul halkların sorunu değildir. Sermayenin kendi arasında kızışan pastanın çoğunluğunu alma yarışıdır. İşin özünde yukarıda Filler tepişiyor… Altta kalan emekçi işçiler, yoksullar eziliyor.
Kriz adı altında çıkartılan fatura hep ezilenlere ödettirilmeye çalışılıyor. Amerika’da şirket sarsılır ya da batar fatura geri kalmış ülkelerin yoksul insanlarına çıkartılıyor. AB ülkelerinde de bir kriz olduğu zamanda bile geri kalmış ülkelere fatura kesilmiş oluyor.

Yılardır ABD’nin ve bu günkü AB’yi oluşturan ülkelerin gölgesinde kala kala ve IMF’nin tefeciliğinde soyula soyula bugünkü zor koşullara gelindi. AB’ye gireceğiz diye diye gırtlak patlatanlar. Aslında biz emekçilerin ceplerini delmekten başka bir şey yapmadılar.
Bir avuç sermaye saltant kayığında zevk ve sefasını sürerken, yığınlar alçak sürünmeye devam etmektedir. Yıllardır bizden “kemer sıkmamızı” isteyenler çıktı. “Batıl düşünce” diyenler çıktı. “Adil düzen” diyenler çıktı. “Limon gibi sıkacağız” diyenler çıktı. “Borsanın yukarıya çıkmasını ülkemizin iyiye gittiğini, aşağıya indiğinde kötüye gittiğini” yorumlayan Başbakanlarımız çıktı.
Dünden bugüne gelen hükümetler, Koalisyon hükümetleri hepsi sermayenin çıkarlarını savundular. Emekçi işçiler, yoksullar devamlı geri planda bırakıldılar.

Bugünkü oyunlar dünün devamıdır. Teknikler değişse de, biçimsel farklılıklar olsa da mantık ve işleyiş özünde aynıdır.

İşçiler, Sigortasız Ve Güvencesiz Çalışmaya devam ediyor. İşten atılmalar da devam ediyor. Yaşamda devam ediyor.

Sigortasız ve güvencesiz çalışmak bizim kaderimiz değildir. Bu kaderi değiştirecek olan yine emekçi işçilerin örgütlü gücüdür. Ezilen, horlanan her kesimin insanı, milliyeti, rengi ne olursa olsun! Örgütlü güce kendisinin ve çocuklarının geleceği için destek vermelidir.
Vakit geç olmadan, korkmadan, dolambaçlı yolla sapmadan Sigortasız Ve Güvencesiz Çalışmaya Hayır kampanyasına destek ver. Bu destek sayesinde zincir halkalarını çoğaltalım. Gelecek aydınlık günlerimizi belirlemek bizlerin elindedir. Bugün nokta gibi olunsa da, bu bir adımdır. Banane deme! Ey halk haykır içindekini… Daha neyi bekliyorsun, hedefine koşsana…

NEWROZ HAFTALIK SİYASİ YORUM GAZETESİ

15 Mart 2010 Pazartesi

Eğitimin İflası, Öğretmen Atamaları, IMF İlişkileri

Kadir Aydemir
kadirfen@hotmail.com

11 Mart tarihinde Radikal’in ilk sayfasında bir haber: “Eğitimde Acı İtiraf” Bu haberde Milli Eğitim’in 2009 iç denetim raporundan şu önemli bilgilere yer veriliyor: 133 bin 317 öğretmen açığı var. 26 bin eğitim kurumunda tek yardımcı personel yok. Bölgeler arası dengesizliğe örnek olarak; 2003–2008 arasında Şırnak’a atanan 5 bin 129 öğretmenden 4 bin 609’u yerlerini kısa sürede çeşitli gerekçelerle terk etmiş.

Oysa Milli Eğitim’in başı olan, önündeki kâğıdı bile okumaktan aciz, kendi söylediklerine kendisinin bile inanmadığını yüzünden hissettiren “çok sayın” çağdaş görünümlü Nimet Çubukçu Hanım, çok değil bir hafta önce(2 Mart’ta), Meclis’te, kendisine sorulan sorulara güllük gülistanlık bir tablo ile yanıt vermiştir.

Bu satırları yazan beni ve yüz binlerce kadrolu atama bekleyen genci o gün için asıl üzen ise; mezhepsel, etniksel konularda birbirlerine kabadayılık yaparak gündem değiştiren muhalefet partilerinin o oturumda son derece “efendi” bir tavır takınmalarıdır. Bizler 7–8 yıldır atama bekleyenler olarak, hükümetten zaten çok şey beklemiyoruz. Zira onlar kendi olumsuzluklarını tescil etmişlerdir! Peki, muhalefete ne demeli? 300 bin öğretmen atama bekliyor, bütün halkımız bu nedenle mağdur ediliyor, atama bekleyenler tüm partileri dolaşarak dertlerini anlatıyor, muhalefet milletvekilleri ise kendi önergelerine bile gerçek anlamda sahip çıkmayarak, “sayın” bakanı sıkıştırma zahmetine bile girişmiyorlar ve böylece eğitimi gerçek anlamda gündeme getirmemekte diretiyorlar. Ne diyeyim artık?

Dikkat Edilmesi Gereken Hususlar:

Yine 11 Mart tarihli Radikal gazetesinin iki yazarının yorumlarına dikkat çekmek istiyorum. Çünkü attığımız her adımın sayısını bile belirleyen IMF antlaşmalarında “ilginç” gelişmeler oluyor ve yine ilginç olarak, IMF ile ilişkilerin “zırt” diyeceği aylar, ne hikmetse bizlerin de atama beklediği aylara denk düşüyor!

Mahfi Eğilmez yazısında IMF ile stand by defterini kapattığını söyleyen hükümet için şöyle diyor: “IMF ile her an bir stand by düzenlemesi yapılacakmış gibi bir hava estirilmesi IMF’nin 4. madde konsültasyonuna (görüş alış verişine) gelişini bir yıl ertelemesine yol açtı. Bu erteleme neye yarar? Bunun yanıtını net olarak alabilmek için Mayıs sonu, Haziran başında ortaya çıkacak olan IMF değerlendirme notunu beklememiz gerekecek.” Şubat ayı atama hakkımızı gasp eden hükümet, acaba bu görüşmelerin karmaşasına sarkıtmak amacıyla mı memur alımını Mayıs ayına, öğretmen alımını da Haziran ayına sarkıttı? Bilinmez. Fakat Osmanlı’da oyun çoktur lafı da, tam bu anda aklıma geliyor nedense!

Tarhan Erdem ise yazısında: “Açıkçası, Ak Parti’nin IMF’yle birlikte olduğundan daha da serbest olduğu bu dönemi nasıl kullanacağını merak ediyorum! Ekonomiyi, seçimleri düşünmeden mi yönetecek, yoksa halkın hoşuna gidecek kararlar uygulayıp, seçim sonrası için, ‘O gün bakarız’ mı diyecektir?” diyor. Hükümetin seçim ekonomisini şimdiden harekete geçirmesi kuvvetle muhtemeldir. Burada ise atamalarda kendilerine daha çok kadro açılacağını düşünen kardeşlerime ben, 8 yıldır atama bekleyen Fen Bilgisi Öğretmeni olarak, şunu söylemek istiyorum: Biz de zamanında, seçim geliyor atanırız dedik, bayram geliyor atanırız dedik. Olmadı. Çünkü bu hükümet seçim ekonomisini bu tarz uygulamalarla yürütmüyor. Bunun yerine kendi cemaatinin ileri gelenlerine musluğu açıyor ve “sadaka” yöntemini uygulamaya sokuyor. Her türlü seçim ekonomisine karşı olan birisi olsam da, eski siyasetçilerin bu dönemlerde iş sahaları açarak, yeni atamalar yaparak gerçekleştirdikleri seçim “kampanyalarını” özlemiyorum dersem, yalan söylemiş olurum. Zira o zamanlar, seçim çalışması için de olsa, gerekli alımları o zamana saklayarak, yeni işe alımlar gerçekleştirirlerdi. Bunlar ise seçim harcamalarını eskilerden daha fazla yapsalar da sadece sadaka kültürü ile yetinmekteler.

Filler, Çimenler ve Biz

Ülkemiz ne yazık ki fillerin tepiştiği, çimenlerin ezildiği bir ülke olmaktan kurtulamıyor. Bizler http://www.igep.biz/ sitesi üzerinden yürüttüğümüz işsiz ve güvencesiz öğretmen mücadelesi ile bu gidişata karşı durmaya çalışanlardanız. Tüm duyarlı dostları da destek olmaya çağırıyoruz. “Ben çimen olmaya devam edeceğim, fillerle de aram iyi” diyenlere ise; bol karbondioksitler diliyoruz.

-----------
İGEP Kurucularından Kadir Aydemir

14 Mart 2010 Pazar

DTP NİN KAPATILMASI VE ROJ TV…



DTP NİN KAPATILMASI VE ROJ TV BASKINI AKPARTİLİ KÜRD SEÇMENLERİ SEVİNDİRDİ Mİ?, ÜZDÜ MÜ?‏

Ava Péré
diyarikert@gmail.com

DTP kapatıldı,Avrupa'da Roş Tv ye,BDP bürosuna ve bazı yerlere baskınlar yapıldı,tutuklamalar oldu.

Denilebilirki,AKP nin bunlarla ne ilgisi var;(Kısa olsun diye AKP diyorum,oysa resmi kısaltılmış adı Akparti dir)

Dtp'yi Anayasa Mahkemesi kapattı, baskınlarıda Avrupa daki kimi devletler yaptı.Ancak herkes biliyorki sorumluluk Hükümettedir.Hükümet istemesydi Avrupa'da baskınlar olmazdı,yasalar değiştirilseydi,kapatılma olmazdı. "Nasılsa bizim parti kolay, kolay kapatılmaz " diye rehavete kapılan ve parti kapatma yasalarını değiştirmeye gerek görmeyen Akp, "odak" olarak kabul edildi ve kapatılmanın eşiğinden döndü.Daha da pek rehavete kapılmasın,"burası Türkiye ne olacağı belli olmaz " sözü boşuna söylenmemiştir...

Akp nin asıl amacı sorunları çözmek ve oyunu arttırmak, en azından aynı seviyede tutmak ise,tüm bunlar neyin nesi? İçerde veya dışarda, içinde veya dışında birileri mi Akp ye "iyilik" yapıp "bu , bu uygulamaları yap" diye kulağına üflüyor,yoksa Akp'nin kendi kendine olan uygulamaları mı?
Cevabı ne olursa olsun,bu uygulamaların Akp nin yararına hatta ülkeninde yararına olmadığını sağduyulu düşünen herkes bilir.

Özellikle Akp ye oy vermiş veya verecek olan Kürd seçmenlerin önemli bir kesimi tüm bunlara sevinmemiştir,tam tersine üzülmüştür.

Bir kere Kürd seçmenlerin Dtp ye oy vermeyenleri bile,Dtp nin kapatılmasına sıcak bakmazlar.
Hele ,hele ,bol ,bol müzik dinledikleri,egemen medya tarafından verilmeyenleri dinledikleri,izledikleri Roj ve Mmc kanalllarına yapılan baskınları,özellikle de bu kanalların kapatılmasına yönelik Hükümetin çabalarına çok mu çok üzülüyorlardır.

Her gün anket düzenliyen kuruluşlar,sorsunlar bakayım Akp ye oy veren Kürdlere,hatta koruculara;
"Roj ve Mmc kanallarının kapatılmasını istiyor musunuz, istemiyor musunuz?,bu kanalların kapatılmasına sevinir misiniz yoksa üzülür müsünüz?" diye.Hatta aynı şekilde Dtp nin kapatılma durumunuda sorsunlar...

O zaman, Akp nin amacı, Kürd seçmenlerini üzmek olmuyor mu?Peki, yeri geldimi birkaç seçmenin oyunu veya teveccühünü almak için çeşitli çabalar içinde olan partiler veya siyasiler,en başta da Akp bunları bilmez mi?

Ha! eğer bu uygulamaları yaptığı için milliyetçi kesimlerden veya Dtp-Roj Tv yi sevmeyenlerden oy alacağını ve bu şekilde denge sağlayabileceğini düşünüyorsa çok yanılıyordur.Çünkü bu konularda kendisinden daha önde koşanları vardır.

Derler ya !"Allah kimseyi şaşırmasın" İlleki şaşırma,hatalar,yanlışlar oluyor.Tüm bunlar olmasaydı tek başına iktidara gelen,Menderesler,Demireller, Özallar veya diğer ülkelerdekiler 2 veya 3 seçim sonra iktidardan olurlar mıydı?

Sanırım bu da doğal bir durum olmuş oluyor. Çünkü insanlar,unutmaya mahkum olduğu gibi,yanlışlar ve hatalar yapmaya da mahkumdur...

”DEVLET BALONLARIMI GERİ VER!”



BASINA VE KAMUOYUNA: DEVLET BALONLARIMI GERİ VER!

Adil Okay
adilokay@hotmail.fr

Kızım Öykü’nün Mapus Amca ve Teyzelerine Yolladığı Balonlara Devlet El Koydu!

Türkiye Cumhuriyeti, Osmanlı imparatorluğunun güçlü arşiv geleneğini miras almıştır. Devlet tüm kamu harcamalarını, girdi − çıktıları ve yazışmaları kaydeder. Hatta devletin kimi işgüzar memurları, üzerlerine vazife olmayan şeyleri bile dinler − okur ve kaydederler. Keza politik muhalifler izlenir, fişlenir ve bu bilgiler saklanır. Tutuklu ve hükümlülere yollanan mektup ve eşyalar da sakıncalı bulunmazsa verilir, sakıncalı bulunursa depolara kaldırılır. Cezaevlerinden dışarıya gönderilen tüm mektuplar hatta zarflar ‘görülmüştür’ mührüyle damgalanır, kimi zaman da ‘sakıncalı’ sayılan cümleler karalanmış olur.

Cezaevlerinde politik tutsaklara yönelik trajikomik cezalar da uygulanmaktadır. Örneğin türkü söyledi diye görüş, iletişim, hücre cezası alan tutsaklar vardır. Çağdaş Hukukçular Derneği’nin son F tipi cezaevleriyle ilgili raporunda işkencenin, keyfi disiplin cezası ve sağlık sorunlarının devam ettiği belirtilmiştir. Haydar Sönmez adlı tutsak Erzurum H tipi cezaevinden bize yolladığı mektupta şunları yazmıştır: “Sevgili Adil, F tipine dair bildiğin her şey burada da var. (…) mekân çok dar. Pencereler küçük. İçerisi yeterli hava ve gün ışığı almıyor. Havalandırmalar kibrit kutusu büyüklüğünde. (…) en büyük ve önemli sorun tecrittir. Tam bir yıl oldu. Sayıma gelen gardiyan ve askerler dışında insan yüzü görmüyoruz. Ziyaretçilerimizle ya cezalardan dolayı görüşemiyoruz ya da...”

Yine cezaevlerinde hijyenik durum alarm vermekte, yiyecekler her geçen gün kötüleşmektedir. Hasta tutsaklardan Gülazer Akın, Adıyaman E tipi cezaevinden 20.02.2010 tarihinde kızım Öykü’ye yazdığı mektupta şunları söylemektedir: “Sevgili Öykü, ben hasta olduğum için çabuk yoruluyorum. Onun için şimdilik bu kadar yazabildim. (…) Çünkü güneşsiz kalıyoruz. (…) sonra bozuk yemekler yediriyorlar bize. Hastaneye gidemiyoruz. (…)Senin gönderdiğin balon hepsinden, her şeyden güzel. Arkadaşlarla şişirdik. Sonra üzerine koca bir gülen yüz çizdik ve onunla oynamaya başladık. Teyzelermiş gibi değil, Öykü’nün yaşıtlarıymış, yani arkadaşlarıymış gibi oynadık. Mektubun ve balon çok güzeldi…”

Bu gün Erol Zavar, Taylan Çintay, İsmet Ayaz yanı sıra bilinen kırık kadar ağır hasta tahliye edilmeyi beklemektedir. Güler Zere tahliye edilmiştir ancak İsmet Ablak ölüm döşeğinde olduğu halde tahliye edilmemiş ve cezaevinde hayatını kaybetmiştir. Bunların yanı sıra bilinmeyen, basına yansımayan skandallar da var. Örneğin bir cezaevinde tutsaklara her türlü renkli kalem verilirken, bir başkasında üç renkten fazlası yasaktır. Tekirdağ cezaevine yolladığımız Naci Güner’e verilmiş ama Bolu F tipi cezaevinde 6 yıldır tek başına hücrede tutulan Ali baba Arı’ya yolladığımız ajanda, kalem, silgi, v.s. verilmemiş, bize de geri iade edilmemiştir. Ali baba Arı bu konuda şunları yazmıştır: “sevgili Öykü, (…) Pazartesi depodan sorumlu gardiyanla görüştüm. ‘Haberim yok, gelen koliyi habersiz açmayız, sorarım’ dedi. (…) Ben de bu keyfi tutum ve uygulamadan dolayı suç duyurusu için dilekçe verdim. Cevap gelmeden gardiyanla tekrar görüştüm. “Ajanda ve diğer şeyler bende yani depoda” dedi. Mektubu yazdığım bu güne kadar infaz hakimliğinden dilekçeme dair bir sonuç gelmedi…”

Benzer biçimde, hemen hemen tüm cezaevlerinde sakıncasız bulunarak tutsaklara verilen bir mektubumuz, Muş F tipi cezaevinde Sinan Bülbül’e ‘sakıncalı’ denilerek verilmemiş ancak itiraz sonucu alabilmiştir: “Sevgili Öykücan, Bana yolladığın mektubun SAKINCALI görülerek bana verilmedi. Ben de Muş infaz hakimliğine başvurup, mektubun bana verilmesini istedim. Mektubun bana verilmemesi halinde AİHM’ne gidebileceğimi açık bir şekilde izah ettim. Bunun üzerine iddia makamı itirazımın kabulüne karar vererek…”

Kızım Öykü’nün şubat 2010 da yolladığı mektupların içindeki hediye balonları Bingöl, Gaziantep, Adıyaman cezaevlerinde sahiplerine verilirken Muş, İzmir, Kocaeli, Burdur, Siirt, Tekirdağ, Ankara Sincan ve Bolu cezaevlerinde politik tutsaklara verilmemiştir. Peki, verilmeyen balonlar ne olmuştur. Neden bize iade edilmemektedir. Bu konuda cezaevinden gelen mektuplar ayrıntılı bilgi vermektedir. Birkaç örnek daha vereyim:

Metin Atmış. F tipi cezaevi. 05.02.2010 Gümüşhane: “Sevgili Öykü arkadaş. 15 Ocakta Muş’tan Erzurum’a (sürgün) sevk edildim. Bana gönderdiğin mektuba Muş cezaevi idaresi el koydu. Ben geçen hafta sonu sana bir koli yolladım. Umarım beğenirsin.”

Kamil Turanlıoğlu− Serkan kaya. F tipi cezaevi. 15.02.2010. Sincan− Ankara: “sevgili Öykücan, mektubuna geç cevap vermek zorunda kaldık. Nedeni ise bizlere verilen ‘Gereksiz yere türkü söylemekten’ dolayı mektup cezasıydı.

Dilek Öz. E tipi cezaevi. 17.02.2010. Burdur: “Balonlardan bahsetmişsin. Mecazen değil galiba. Ama zarfın içinden böyle bir şey çıkmadı. Haberin olsun.”

İsmet Ayaz. E tipi cezaevi. 18.02.2010. Adıyaman: “Yeşil renkteki balon ulaştı bizlere. Önce şişirmeyle uğraştık. Kaç arkadaş başarısız oldu. Dedim ya yıllar oldu. En son Nevzat amcan –en genç olanımız o- kocaman balonu şişirmeyi başardı. Görecektin ne komiklikler çıktı ortaya. Kocaman amcalar balonun peşinde bir o yana bir bu yana sıçrayıp, zıpladılar. Onları öyle görünce aynı duyguları yaşadım… Sürprizlerin için tekrardan teşekkür ediyorum.”

Resul Baltacı. 19.02.2010. E tipi cezaevi. Siirt: “Ha bu arada, bana gönderdiğin renkli balonları bana vermediler. ‘Yasak’ dediler. Bu mekanlarda her şey yasaklarla örülüdür.”

Sami Özbil. F tipi cezaevi. 20.02.2010. Kocaeli: “Balon çıkmış zarftan Öykü’cüğüm, ama vermediler bana. Teşekkür ederim, hem tatlı hem çok incesin.”

A.Vahap Narin. F tipi cezaevi. 22.02.2010. Buca / İzmir: “Sevgili Öykü. (…) Balon için teşekkür ederim ama içeriye verilmiyor. Haberin olsun diye söylüyorum…”

Kasım Karataş. H tipi cezaevi. 22.02.2010. Gaziantep: “Sevgili Öykü’cüğüm, merhaba. Göndermiş olduğun takvim, kartpostal ve en son da mektubu aldım. Tabi ki kırmızı balonu da…“
Ayhan Kavak. 22.02.2010. E tipi cezaevi. Siirt: “Bu arada maalesef mektup içerisinde göndermiş olduğun renkli balonu göremedim. Ola ki siyah renk olmadığından ‘yasak’ diye el koydular. Yoksa değerli arkadaşımın balonuyla bir güzel oynayıp eğlenirdik…”

Hasan Gülbahar ve İbrahim Şahin. 25.02.2010. F tipi cezaevi. İzmit / Kocaeli: “Sevgili Öykü. Gönderdiğin mektubu aldım. (…) Ancak balonu alamadım. Yani gelmiş ama içeriye vermediler. Nedenini ben de bilmiyorum, ama senin dediğin gibi balonlar güzel duyguların - sevinçlerin ve özgürlüğün sembolüdür. Ve sanırım bunlar tehlikeli şeyler. Yoksa bu kadar güzel bir balonu neden bana vermesinler ki.”

Abdullah Güven. M tipi cezaevi. 02.03.2010. Bingöl: “Sevgili Öykü, Mektubunla bir tane balon yollamışsın. Sağ olasın. Kimimiz on, kimimiz yirmi yıldır balonları elimize alıp oynamamışız. Ondandır ki balonu görür görmez havalandırmaya koşup oynadık. Aynı çocuklar gibi sevindik. Sonra patlamasın diye sakladım. Çünkü duvarların üzerinde jiletli teller ve çiviler var…”

Hüseyin Uzundağ. F tipi cezaevi. 06.03. 2010. Tekirdağ. “Merhaba Öykü. Bana gönderdiğin balonu alamadım, göremedim. Neden dersen yasak ve tehlikeli görülüyor böyle şeyler de ondan sanırım. (…) Kullanmam için iki boş kartpostal yollamışsın ama kullanamayacağım. Çünkü mektup okuma komisyonu ikisinde de görüldü damgası vurarak kullanmamı imkansız hale getirmişler. (…)”

Hakime Çam. E tipi kapalı cezaevi. 08.03. 2010. Siirt. “Merhaba Öykücan. (…) Canım senin yolladığın balonu güvenlik tedbirinden dolayı vermediler. Artık bu ne biçim tehlikeli balondur bilmiyorum. ..(…) Bazı cezaevlerine bırak kırmızı boyanın girmesini bir bitki parçasına bile izin verilmiyor. (…) Yanımda kuruttuğum bir papatya çiçeğini yazdığım mektuba koydum. (…) Oradaki cezaevi sorumluları papatyayı alıp sadece mektubu veriyorlar. (…) Arkadaş mektup Okuma Komisyonuna soruyor. (…) komisyon da ‘Evet biz aldık. Güvenlik gerekçesi ile veremiyoruz’ diyor.”

Basına ve kamuoyuna

Balonun ne önemi var diyeceksiniz? Bir balonun sevincini bile çok gören cezaevi yönetimi, bu tutsaklara kim bilir başka ne zulümler uygulamaktadır. Balonları vermeyip, devlet kasasına saklayarak yasalara uyduğunu söyleyen cezaevi yönetimlerine, ‘Neden diğer cezaevlerinde balonlar sakıncasız bulunup tutsaklara verilirken, siz vermiyorsunuz diye sorma hakkımız var. Küçük bir kız çocuğunun ve sosyal hayata kazandırılacakları söylenen tutuklu ve hükümlülerin moral değerleri böyle mi ayakta tutulacaktır.

Devletten balonlarımızı geri istiyoruz. Görülmüştür mührüyle gelen (ekte sunduğumuz) mektuplar açıklamalarımıza kanıttır. Bu konuda basını ve kamuoyunu duyarlı olmaya çağırıyoruz. Eğer kızımız Öykü’nün mapus amca ve teyzelerine yolladığı balonlar sahiplerine verilmez ya da bize iade edilmezse, Nazım Hikmet’in bir şiirini uyarlayıp imza kampanyasına başlayacağız:

Teyze amca bir imza ver/ Mapuslar eziyet çekmesin/ Üç adım volta/ Üç cümle sohbet/

Bir avuç gökyüzü/ Mapus amacalara teyzelere çok görülmesin/ Onlar da balonla oynayabilsin…”
------------
Not: Politik tutsaklardan gelen mektupların bir bölümüne http://www.adilokay.com/ sitesinden de ulaşabilirsiniz.


SÖZ VERDİK...



Cirik Haci / Fezali
Cirik.Haci@gmx.de

Söz verdik bizler kurtuluş yolumuz
Yönetim denetim bizim olacak
Sözümüz birlikte çağrır dilimiz
Üretim tüketim bizim olacak

Eşit paylaşım var olan özünle
Doğru duruş sevgi dolu sözünle
Allın açık olan güzel yüzünle
Alın terin nimet bizim olacak

Üretene emek gerçek hak olur
Bilinen görünen elbet ak olur
Üretmeden tüketenler yok olur
Paylıyan paylaşan bizim olacak

Bitecek ülkede halkların derdi
Yöneten olunca insanın merdi
Özgür yaşam olur bizlerin yurdu
Huzur dolu yaşam bizim olacak

Fezalim
der haci daim kalayım
Örgütlü işciye kurban olayım
Dörtbir yana hemen haber salayım
Hak hukuk adalet bizim olacak.

12 Mart 2010 Cuma

İŞSİZ ÖĞRETMENLER İMZA KAMPANYASI BAŞLATTI


Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı’na,

Türkiye Cumhuriyeti Meclis Başkanı’na,

Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı’na,

Ve Türkiye Cumhuriyeti Milli Eğitim Bakanı’na

Konu: Yüz binlerce öğretmenin atamasının yapılması ve eğitimin niteliğinin arttırılması.

—Bugün bir kadrolu öğretmen yerine (sözleşmeli, ücretli, vekil gibi çeşitli apoletlerle) en az üç öğretmen çalıştırılmasının, karşısında olduğumuz neo-liberal politikalardan kaynaklandığını,

—Farklı apoletlerle çalıştırılan öğretmenlerin özlük haklarından yoksun olduğunu ve bundan dolayı kölelik koşullarında çalıştırılmaya mahkûm bırakıldıklarını,

—İşsizliğe ve güvencesizliğe mahkûm bırakılan yüz binlerce öğretmenin top yekûn geleceksizleştirildiğini ve bundan kaynaklı 12 gencin intihar ettiğini ve binlercesinin de bu vahim durumun eşiğinde olduğunu,

—Anayasanın 128.maddesi kamu hizmetinin sürekliliği ilkesini kamu hizmetinin asgari ilkelerinden biri olarak kabul etmiştir. Ve öğretmenlik süreklilik arz eden bir meslek olduğu için bu ilke kapsamındadır. Fakat kölelik koşullarında çalıştırılan ücretli, sözleşmeli gibi apoletlerin bu bağlamda hukuka aykırı olduğunu,

—Öğretmenlere takılan apoletlerden kaynaklı eğitimde sürekliliğin sağlanamadığını ve bu durumun eğitimin niteliğini hızlı bir şekilde düşürdüğünü,

—Hukuka aykırı olan bu uygulamalardan kaynaklı öğretmenlik mezunu olmayanların dahi bu mesleği yaptıklarını ve bu durumun hem bizlerde hem de toplumun tüm kesiminde rahatsızlık uyandırdığını,

—Bu uygulamalardan kaynaklı MEB okullarında eğitimin niteliği düştüğü için velilerin dershanelere mahkûm bırakıldığını ve bunun da eğitimin tüm yükünün velilere yüklenmesi anlamına geldiğini,

— Öğretmenlere uygulanan güvencesizlik koşullarını, asistanlara da 50-D maddesi üzerinden yapılmaya çalışıldığını BİLİYORUM.

Bu bağlamda apolet uygulamalarının kalkması, eğitimin niteliğinin artması, yüz binlerce öğretmenin atamasının yapılması ve geleceğimizin karartılmaması için BEN DE BU METNİ İMZALIYORUM VE GEREĞİNİN YAPILMASINI İSTİYORUM.

---------------

İletişim: Kadir Aydemir
kadirfen@hotmail.com

web site: www.igep.biz

KADINLARIN TİYATRO SAHNESİNDEN KADINCA "HAYKIRIŞ"I!..


Söyleşi: Süreyya Köle, Adil Okay, Burcu Yılmaz

İNGEBORG BACHMANN: Faşizm, meydanlarda veya kalabalıklar arasındaki gerilimlerde değil, fakat iki insan arasındaki ilişkide başlar.

Röportaj: Süreyya KÖLE

Diğer kentlerde durum nedir bilemem ancak, 8 Mart Dünya Kadınlar Günü Adana'da farklı etkinliklerle, çok yoğun şekilde kutlanmaya devam ediyor. Gerçekleştirilen etkinliklerin tamamını izlemeniz neredeyse olanaksız diyebilirim. Durum bu olunca seçim yapmanız, bazı etkinlikleri zorunlu olarak eleyip seçiminiz olan etkinliğe doğru koşturmanız gerekiyor.

Benim, bu yoğun program içerisinde koşturduğum etkinliklerden biri oldu "HAYKIRIŞ" adlı tek perdelik tiyatro oyunu.

Oyunun yazarı Yeni Adana okurlarına çok yabancı bir isim değil aslında; Adil Okay.

Adil Okay, Yeni Adana'da da yayımlanan yazılarının dışında, çoğu sanatseverin şiirleri ve öyküleri ile tanıdığı değerli bir isim; arkadaşımız.

Oyun sahibi tanıdık olunca, oyun üzerine konuşmak da kaçınılmaz oldu elbette.

Her anını büyük bir heyecanla ve çok beğenerek izlediğim oyunun yazarı Adil Okay ve oyunun yönetmeni Burcu Yılmaz'la oyundan çok, oyun üzerinden kadın sorununu masaya yatırdık.

Biz sorduk, Adil OKAY ve Burcu YILMAZ yanıtladılar.

Ancak öncesinde yüksek performansları ve samimi oyunculukları ile bize güzel bir akşam yaşatan Güney Sanat Topluluğu oyuncularına teşekkür etmek isterim. İşte o oyuncular: Burcu YILMAZ, Esra YILMAZ, Mehtap YANIK, Fatma YALDIZOĞLU, Miray ZÖHRE, Zeynep TUTUK.

S.KÖLE: Sevgili Adil Okay, sizi şiirlerinizden, öykülerinizden tanıyoruz. Ne oldu da kadınlarla ilgili bir tiyatro metni hazırlama gereği hissettiniz? İşin perde arkasın dinlemek istiyorum sizden.
ADİL OKAY: Uzun zamandan beri kadınlara bir borç ödeme düşüncesi vardı kafamda. Bir özür dileme isteği. Niyeydi bu özür dileme? Çok uzun zamandır dünyada ve Türkiye'de erkek cinsi olarak bizler, kadınlarımıza, annelerimize, kardeşlerimize, tanıdığımız tanımadığımız tüm kadınlara baskı uyguladık. Bu konuda herkes hemfikir. Baskıyı uygulayanlar kimler? Benim hemcinslerim, erkekler. Dolayısıyla ben bu baskıya karşı çıkarken, bunun bir ifade şekli, bu mücadelenin bir yöntemi olmalıydı. Bunu hem erkek arkadaşlarıma hem de kadın arkadaşlarıma nasıl anlatabilirim diye düşündüm. Bu noktada en iyi yöntemin sanat olduğuna karar verdim. Resmi makaleler, kuru istatistik bilgileri insanları sarsmıyor. Sanatın gücü insanları sarsar diye düşündüm işin doğrusu. Mesajımın insanlara daha iyi geçebileceği düşüncesi içinde bir tiyatro eseri yazmaya karar verdim.

Sadece Türkiye'de değil o çok uygar denen Batı'da da kadınlar gece belli bir saatten sonra tek başlarına sokakta gezemiyorlar. Orda da şiddet görüyorlar, orda da baskı görüyorlar.

Şiddet Doğu'da vardır Batı'da yoktur diye bir şey yok. Doğu'da töre cinayeti varsa, Batı'da da üniversite mezunu kadın kocasından dayak yemekte; böyle örnekler de var.

Buna karşı bir tavır almak gerekir diye düşündüm. 8 Mart'ta kadınların bayramını kutlamak yerine bu özrün bir ifadesi olsun istedim. Bir tiyatro oyunu yazmaya koyuldum. Elbette bu oyun bir birikim sonucu ortaya çıktı. Dünyanın üç kıtasını gezdim. Üç kıtadan kadınlar tanıdım. Hep kadınlara zulüm gördüm. O kadınların çektiği çileyi yakından gördüm. Tüm bu gözlemlerin sonucunda böyle bir eser ortaya çıktı diyebilirim.

S.KÖLE: Erkek arkadaşlarınızın olaya yaklaşımını merak ettim. Bu çalışma ortaya çıkarken ve devamında nasıl tepkiler aldınız onlardan?

A.OKAY: Evet, bu konuda bana kızanlar, hatta küsenler bile oldu. Aslında bu tiyatro eserinin öncesi var. Benim bu oyundan önce kadın sorunu üzerine yazdığım bir kitabım var biliyorsun. Hatta sen de o çalışma üzerine çok güzel bir yazı kaleme almıştın, tekrar teşekkür ediyorum. Kitabın adı şu: "Valizini Karısına Hazırlatan Erkek Faşist Sayılır mı?" Faşist sözcüğü tırnak içinde tabii.

Çevremde aydın geçinen o kadar çok arkadaşım var ki, bunlar yolculuğa çıkarken valizlerini eşlerine hazırlatıyorlar demek ki. Eşleri çalıştığı halde hem de. Faşist sözcüğünün anlamını çok iyi biliyorum, ancak amacım birilerini sarsmaktı.

Yine de içlerinden biri geldi ve bir gün bana dedi ki: "Haklısın ben hiç bunu ben böyle düşünmemiştim."

Alman kadın yazar İngeborg Bachmann'ın bir sözü vardır; "Faşizm, meydanlarda veya kalabalıklar arasındaki gerilimlerde değil, fakat iki insan arasındaki ilişkide başlar."der. Bu söz beni çok etkilemiştir aslında.

Şöyle bir dikkat ettiğinizde günlük ilişkilerde kadına sürekli zulüm uygulandığını göreceksiniz. Kadın üzerinde sürekli bir baskı var, taciz var; bunu biz görmüyoruz; yanımızdan geçip giden gerçeğe gözümüzü kapatıyoruz. Ben insanları bu tiyatro oyunumla ve öncesinde kitabımla, bu aymazlıklarından vazgeçmeye davet ettim; kadınları da itiraz etmeye davet ettim.

S.KÖLE: Kadın sorunu dediğiniz zaman hemen, sorunu yaratan erkeklerdir gibi bir düşünce içinde oluyor insanlar. Ben kadın sorununda kadının üstlendiği rolü öğrenmek isterim sizden. Kadının kadın sorunundaki payı nedir sizce?

A.OKAY:
Öncelikle şunu söyleyebilirim bu filmde erkekler "esas oğlan" durumundalar. Asıl ve öncelikli suçlu erkekler bana göre. Ama üzgünüm ki suç ortağı kadınlar da var. Ve çok fazlalar. Bakınız töre cinayetlerine. Anneler kızlarını öldüren, öldürten o adamla, yani kızının katiliyle aynı yatağa giriyorlar; ya da kalkıp kızını öldüren oğluna yemek yapıyor. Tamam, Doğu'daki cahil kadının bu durumu bir yere kadar da, Batı'daki sözüm ona medeni dediğimiz kadınlar ne yapıyor? Gözlerini kapatıyorlar baskı gören hemcinslerine karşı; dayanışma içerisine girmiyorlar. Bir kesim diğerine diyor ki, muhafazakâr bir annemiz çağdaş görünümlü bir kadınımıza örneğin: "Namus özürlü."

Peki çağdaş görünümlü kadınımız diğerine ne diyor? "Çağdışı."

Peki bu kadınlarımız böylesi bir ayrışma yerine neden dayanışma içine girmezler? Buradaki bu çatışma hali, bu kadınlarımız çok farkında olmasalar da, erkek egemen anlayışa hizmet ediyor.

S.KÖLE:
Oyunun başında, izleyiciyi olarak çok da alışık olmadığımız bir şeyle karşılaştık aslında. Bir slâyt gösteresi sundunuz. O gösterimde dikkatimi çeken, pek çok farklı kesimin ve coğrafyanın kadınından örnekler göstermenizdi. Burada amaçlanan neydi onu öğrenmek isterim sizden? Kadın konusuna yaklaşırken tüm ön yargılarımızdan uzaklaşmamızı sağlamaya mı çalıştınız o gösterimle?

A.OKAY: Evet, bir yanıyla öyle bir düşünce içinde olduk aslında. Kadın sorunu dünyanın bitmeyen, bitirilemeyen sorunlarından biridir. Mesela ne diyoruz? Kapitalizm tahrip ediyor diyoruz; doğayı kirletiyor diyoruz; emeğe saldırısı vardır diyoruz vb. Tıpkı bu sorunlar gibi bitmeyen bir sorun da, kadın sorunudur. Maalesef bu sorunun çözülmesi için çaba harcamıyor erkek egemen sistem.

Bu noktada tek bir ideoloji yok, konumuz siyaset değil, slogan atmak değil; bu konu artık evrensel boyutta değerlendirilmelidir.

Dünyanın farklı yerlerinde kadınlar hapse giriyor, kadınlar idam ediliyor, kadınlar zulme uğruyor. Bu kadar kötülüğü paylaşan kadınlar, iyiliği, güzelliği neden paylaşmasınlar değil mi?

Oyunda, aslında benim sol anlayışa, yani kendi cenahıma da eleştirel bir yaklaşımım var dikkat ettiyseniz. Şöyle bir baktığınızda sendikalarda olsun, sol partilerin yönetiminde olsun kadının temsili çok az düzeyde.

S:KÖLE: Peki devamı gelecek mi diye sorsam; kadını konu alan çalışmalarınız sürecek mi?

A.OKAY: Evet gelecek diyebilirim. Biliyorsun metin tek başına tiyatro oyunu olmuyor. Yönetmeniyle, oyuncusuyla, izleyicisiyle buluştuğu anda bir metin tiyatroya dönüşüyor. Bu oyunun prömiyeri Mersin'de yapıldı. İkinci kez Adana izleyicisiyle buluştuk. Sırada turne var diyebilirim.

Elbette ben şimdi olayın ikinci aşamasındayım artık; oyunu kitaplaştırmayı düşünüyorum. Bunun çalışmalarına başlayacağım en kısa zamanda.

S.KÖLE: Peki, aracılığımızla, kadın ya da erkeklere direkt bir mesajınız olacak mı?

A.OKAY: Erkeklere şuna diyebilirim. Günlük hayatta farkına varmadıkları ilişkilerini yeniden sorgulasınlar. Yeni bir dil mümkündür. Kadınları insan gören; kadınları eşit göreceğimiz yeni bir dil yaratmak gerekiyor; davranış biçimlerini değiştirmek gerekiyor.

Kadınlara da kendinize güveniniz gelsin, "Erkek gibi erkek; adam gibi adam" sözüne karşı "Kadın gibi kadın" cümlesine sarılın derim. Güzelliğinizin ve değerinizin farkına varın derim.

S.KÖLE: Teşekkür ediyorum Adil Okay; şimdi izin verirsen oyunun yönetmeni Burcu YILMAZ'la görüşmek isterim.

S.KÖLE: Sevgili Burcu, öncelikle çalışmanız için kutluyorum. Oyunu ne kadar zamanda çıkardığınızı öğrenebilir miyim sizden?

B.YILMAZ: İki aylık yoğun bir çalışma süreci yaşadık.

S.KÖLE: Zannediyorum grubunuz amatör oyunculardan oluşuyor. Bu hepinizin ilk oyunu mu?

B.YILMAZ: Hepimizin değil. Benim ilk oyunum değil mesela; ben kendi grubumu yönetiyorum zaten, Güney Sanat Topluluğu'nu. Ama birkaç arkadaşımızın ilk oyunu, ilk kez sahneye çıkıyorlar, evet.

S.KÖLE: Oyuna hazırlanırken ya da sahnelerken -kadın oluşunuzdan kaynaklı- ayrıca etkilendiğiniz noktalar oldu mu sizin için?

B.YILMAZ: Hem de çok. Oyunu ilk elime aldığımda giriş bölümünden çok etkilendim bir kere. Kadınların şiddet görmesi, kadınların tacize uğraması, korkmaları. Bunların hepsi kafamın içinde canlandı birdenbire. Çünkü arkadaşlarım da ben de aynı şeyleri yaşadık zaman zaman geçmişlerimizde. Bu nedenle oyunda ufak tefek değişikliklere, eklemelere giderken yaşadıklarımızın etkisi oldu diyebilirim.

S.KÖLE: Oyun izleyiciyle buluştuğunda, bir yönetmen olarak, izleyici sahnede ne görsün istedin?

B. YILMAZ: Birazcık kendilerine gelsinler istedim aslında. Ve oyunun bir iki yerinde de bunu dile getiriyoruz zaten: "Ve hâlâ susuyoruz! Ve hâlâ susuyorsunuz!" ifadesi oyunun içinde bu yüzden var diyebilirim; insanları kendine getirmek adına.

Bazen kadınların çoğu ne yaşadıklarının farkında değil. Çevresinden gördüğü şiddetin, çektiği acının gerçek anlamda farkında olduğunu düşünmüyorum çoğu kadının. Hep öyle gördükleri öyle yaşadıkları için bunu kaderleri olarak kabul etmekteler; doğrusu buymuş gibi.

Aslında kadınların kaderi bu olmamalı bunun farkında olsunlar istedik.

S.KÖLE: Şimdi merak ettiğim, yönetmen kimliğinin dışında, Adil Okay'ın metni eline geçtiğinde senin Burcu olarak sarsıldığın an neresiydi? Bir kadın olarak senin de o ana kadar çok farkında olmadığın neyi gösterdi sana Adil Okay mesela?

B.YILMAZ: Ben açıkçası kendimi gördüm o metinde. Kendi gerçeğimle yüzleştim diyebilirim. Taciz olayında kendimi gördüm; şiddet olayında kendimi gördüm; itilip kakılma konusunda kendimi gördüm; birçok yerde kendimi gördüm kesinlikle.

S.KÖLE: Oyuncu arkadaşların hakkında bilgi verir misin bize? Ne yaptılar, rollerine nasıl hazırlandılar?

B.YILMAZ: Çoğunun ilk tecrübeleri, öncelikle bunu söyleyebilirim. Arkadaşlarımın çoğu çalışıyor aynı zamanda, içlerinde öğrenci olanlar da var. Ancak hafta sonları ya da akşamları çalışma fırsatı yakalamaya çalıştık diyebilirim. Çalışma koşullarımız zordu anlayacağınız. Ancak bir gerçek var ki herkes çok istekliydi. Metni gören tüm arkadaşlarım aynı inanç ve kararlılıkla "Evet kesinlikle bu oyunu sahnelemeliyiz" dediler. Her şeyi birlikte yaptık diyebilirim. Oyunu biçimlendirirken herkesin bir katkısı oldu kesinlikle.

S.KÖLE: Tekrar kutluyorum, başarılarınız devamını dilerim.

B.YILMAZ: Ekip olarak çok teşekkür ediyoruz size; oyunumuza ve bize göstermiş olduğunuz ilgiye.

Yeni Adana 11 mart 2010
http://www.adilokay.com/

11 Mart 2010 Perşembe

BİR HALKIN ÇOCUKLARI


Hüseyin Habip Taşkın
habibtaskin@gmail.com

Dünyada dillerini konuşan halklar vardır. Ama devletin resmi dillinde olmayan bu halkların kimlikleri yoktur. Bunlara bir ulusun halkı diyebiliriz. Örgütlü olan ulus kendi mücadelesini silahlı ya da yasal statüde çözmeye çalışmaktadır.

Türkiye gerçeğinde de halklar vardır. Laz, Kürt, Roman, Gürcü ve diğerleri… Yaşadığımız coğrafya da Kürt halkının örgütlü gücünü görmekteyiz. Bu örgütlü güç kendi haklarını almak için var gücüyle meclisteki milletvekilleriyle ya da durmadan kapatılan partileriyle mücadelelerini yürütmektedirler.

Yaşadığımız bu coğrafyada tüm hakların sorunlarının çözülmesinden yana olmalıyız. Hiçbir halkın varlığını yok sayamayız. Kürt haklıda var olmanın mücadelesini vermektedir. Dünyadaki halkların hakkı olduğu kadar Kürtlerinde hakkı vardır.

Kürt halkına karşı körüklenen linç girişimlerini unutamadık. Tutuklanan milletvekillerini de unutamadık. Belediye başkanlarını ve partili olan yurttaşlarının tutuklanmalarını unutamadık.

AKP Kürt açılımı diye diye bir hal oldu. Ortalıkta açılım cümlesi gelişi güzel sağa ve sola çarpa çarpa nereye gittiği belli bile olmadığı halde, açılım cümlesine her kesim gelişi güzel yorum yapmaktadır. Ulusalcılar, sosyal demokratlar ve milliyetçiler açılımla ülkenin bölüneceğinden söz etmektedirler. Onun içindir ki, linç girişimleriyle ilgili herhangi bir yorum yapamamaktadırlar. Manisa Selendi’de Roman halkına karşı yapılan linç girişimleri neyi hatırlatıyor biliyor musunuz? Maraş ve Çorum katliamlarını… Bu iki yerde saldırı olmadan önce badana boyasıyla evlerin duvarlarına üç hilal çizmişler ve bir gün sonra linçli katliam gerçekleşmişti. Açılım dedikleri ana konunun aslında yerli yerine oturmadığını söyleyebiliriz. İşin özünde ise devletin sisteminde başka halkları içine sindirememe vardır.

AKP hiçbir zaman gerçek açılımdan yana değildir. Bu ülkede İngilizce, Fransızca, Almanca sokakta konuşulabilir. Ama linç edilmezler. Çünkü onlar misafir perveriz diye övünürler. Kürtçe konuşanların gidiş hattı ise Hitlerin faşist Almanya’sı dönemine benzemektedir. Tabi bu ülkede Roman halkını da unutmamalıyız.

Bunlar bu ülkede yaşanırken, Kürt çocuklarının eylemlerde güvenlik güçlerine taş attıkları için tutuklanmaları, işkenceyle baş başa kalmaları ve ağır cezalar aldıklarını tedirginlik içinde izliyoruz.

Onlar o çocukları anlamak istemiyor! Kafalarında tek dil ve devlet olgusu hala devam ediyor. Onun için adalet mekanizması tek yanlı işlemeye devam ediyor. TMK mağduru çocuklar, taş attıkları gerekçesiyle yetişkinler gibi yargılanıp hapishanelerin acımasız koşullarıyla baş başa bırakılmaya devam ediliyor.

Kürt çocuklarının kaldığı cezaevlerinde 12 Eylül 1980 Askeri faşist darbesinin zindanlarını aratmayacak koşullarda kaldığını bilmeyenimiz yoktur.

Adana M tipi Cezaevi’nde müdür ve gardiyanlar tarafından üzerlerine soğuk su dökülüp plastik borularla dövülme, yaraların üzerine tuz basma ve işkencelere maruz bırakılan 32 çocuk ve Diyarbakır'da açık görüşte aileleri tarafından yine cezaevi müdürü ve gardiyanlar tarafından hakaret ve dayağa maruz bırakılan 3 çocuktan söz edilirken, Niğde E Tipi Cezaevi’nde tutuklu bulunan 17 yaşındaki M.Ö’nun babası İbrahim Ö, koğuşta bulunan diğer tutukluların dayak ve tehditle oğluna butün temizlik işlerini yaptırdıklarını duyurdu. Ceyhan M Tipi’de tutuklu bulunan 16 yaşındaki U.D’nin babası Nezir D ise, görüş sırasında oğlunun yüzünde darp izleri ve kafasında dikişler gördüğünü aktardı.

Çocuklar için Adalet Çağrıcıları’nın tüm çabalarına, BDP Şırnak Milletvekili Sevahir Bayındır'ın işkenceye maruz kalan çocuklarının durumunu Meclis gündemine taşımasına karşın, ne siyaset ne de yargı çocukların çığlığını duyuyor dedi.

İHD suç duyurusunda bulunsa da yetkili makamların gereğini yapmadığını, ağırdan aldığı bilinen bir gerçektir.

Ülkemizde yaşanılan bu olay insani açıdan utanç vericidir. İnsanların dıştalanması, yok sayılması kabül edilemez. Bu çığlık Kürt çocuklarının çığlığıdır. Aynı zamanda biz devrimcilerin, aydınların çığlığı olmalıdır. Diğer çocuklar kendi dillerinde sosyal yaşamlarını, kültürlerini sürdürüyorsalar, Kürt çocukları da bu haktan yararlanmalıdırlar.

Kürt çocuklarına ağır cezalar verilirken, bu ülkenin kasasını soyanlar vatan, millet adına ortalıkta dolaşmaktadırlar. Mafya, devlet ve milletvekili üçgeninde dönen kirli alış verişte, yargı bu gibilere dokunmazken, Kürt çocuklarına dokuna bilmektedirler.
Unutmayın ki, sizlerde bir zamanlar çocuktunuz. Görünen o ki, sizler çocuk sevgisinin ne demek olduğunu bilmiyorsunuz!

Çocuk ister Kürt, Türk, Arap, Yahudi, Filistinli ya da diğer halklardan olsun fark etmez. Tüm çocuklar bizimdir. Çocuklarımızdan ellerinizi çekin, insanca yaşamak onlarında hakkıdır.

NEWROZ HAFTALIK SİYASİ YORUM GAZETESİ