27 Şubat 2010 Cumartesi

ETKİNLİKLERİMİZLE 8.BURSA KİTAP FUARINDAYIZ...‏

ETKİNLİKLERİMİZLE 8.BURSA KİTAP FUARINDAYIZ...
YERİMİZ SALON: 2 STAND: 101-C

1. ETKİNLİĞİMİZ:

İŞÇİ SINIFI HAREKETİ VE
SOSYALİST HAREKETİN SORUNLARI

Katılımcılar : 1. Sırrı Öztürk (Sorun Yayınları Kolektifi-Çalışanı)
2. Ahmet Kale (Sosyal İnsan Yayınları Çalışanı)

Yöneten : Sırrı Öztürk
Düzenleyen : Sorun Yayınları Kolektifi
Tarih : 28 ŞUBAT 2010 (Pazar)
Saat : 17. 00 - 18. 15
Yer : Tüyap Bursa Uluslararası Fuar ve Kongre Merkezi
Yalova Yolu 4. km. (Buttim Yanı) BURSA
Cukamıkızık Salonu: I
İletişim : sorunkolektif@gmail.com 0212 638 81 82

----------

2. ETKİNLİĞİMİZ:

TEKEL DİRENİŞİ VE MARKSİZM

Katılımcılar : 1. Sırrı Öztürk (Sorun Yayınları Kolektifi-Çalışanı)
2. Cenk Ağcabay (Araştırmacı-Yazar)

Yöneten : Sırrı Öztürk
Düzenleyen : Sorun Yayınları Kolektifi
Tarih : 28 ŞUBAT 2010 (Pazar)
Saat : 18. 30 - 20. 00
Yer : Tüyap Bursa Uluslararası Fuar ve Kongre Merkezi
Yalova Yolu 4. km. (Buttim Yanı) BURSA
Cumalıkızık Salonu
İletişim : sorunkolektif@gmail.com 0212 638 81 82

---------
Sorun Yayınları Kolektifi
Çatalçeşme Sok. No.46 K.3/6 34110 Cağaloğlu - İstanbul Tel: 0212 5110829 Faks: 0212 5190560
http://www.sorunyayinlari.net/
http://www.sorunpolemik.com/
http://www.sanatcephesi.org/
http://www.avnimemedoglu.com/

24 Şubat 2010 Çarşamba

Yahya Kanbolat Öykü Yarışması...


Aalen-Antakya Kültür Derneği; Uluslararası Çukurova Sanat Günleri kapsamında, Dr. Yahya Kanbolat anısına öykü yarışması düzenlenmektedir.

Dr. Yahya Kanbolat anısına düzenlenen yarışma, yazın dünyasına öykü dalında özgün yapıtlar kazandırmayı amaçlamaktadır.

Yarışma koşulları

Konu : Serbest

Amaç : Politikacı ve aydın bir yazar olarak; ülkesine ve halkına bağlılığını kanıtlamış merhum Dr. Yahya Kanbolat’ı anmak, hatırasını yaşatmaya devam ettirmek için düzenlenen öykü yarışması ile yeni yeteneklere fırsat sunmak.

1. Yarışma, Türkiye’de ve başka ülkelerde yaşayan, Türkçe yazan, bütün edebiyatseverlere açıktır.
2. Yapıtlar bilgisayar ortamında, Arial yazı karakteri ile 12 punto büyüklüğünde, 1.5 ara ile yazılmış olmalıdır.
3. Yapıtlar 7 nüsha olarak gönderilecektir.
4. Yarışmacılar, yapıtları ile birlikte, kimliğini, açık adresini ve öz yaşam öyküsünü belirttiği bir zarfı ayrıca gönderecektir.
5. Ayrıca her yarışmacının katılım formunu eksiksiz doldurması gerekmektedir.
6. Her yarışmacı en fazla üç öykü gönderebilir.
7. Yarışmaya seçici kurul üyeleri, seçici kurul üyelerinin birinci dereceden yakınları, Aalen-Antakya Kültür Derneği üyeleri katılamaz.
8. Yapıtlar elden, posta veya kargo yoluyla en geç 25 Mart 2010 tarihine kadar Aalen-Antakya Kültür Derneği, Kurtuluş Caddesi No: 20, 2. Kat, Antakya-HATAY adresine teslim edilecektir.
9. Yarışmaya gönderilen yapıtlar, yazarlarına iade edilmeyecektir.
10. Gönderilen yapıtlar Aalen-Antakya Kültür Derneği arşivinde dosyalanacaktır.
11. Yarışmada ilk ona giren öyküler kitap haline getirildiğinde; yazarlarına telif ödenmeyecektir. Her yarışmacı bunu kabul ederek yarışmaya dosya göndermiş sayılacaktır.
12. Özgün olmadığı sonradan anlaşılan eserlere verilen ödül geri alınacaktır.
13. Katılımcılar, yarışma koşullarını kabul etmiş sayılır.
14. Yarışma ile ilgili sorular için elektronik posta adresi:


0532 4007622
0532 5890739
05056474615

SEÇİCİ KURUL:
Mehmet Başaran
Mehmet Karasu (Aalen Antakya Kültür Derneği adına)
Semir Arslanyürek
Dr. Ayten Çelebi Kural
Saadet Kanbolat (Kanbolat ailesi adına)
Sinan Seyfittinoğlu

ÖDÜLLER:
1-
500 TL ve plaket
2- 300 TL ve plaket
3- 200 TL ve plaket

Yarışma Takvimi

Son başvuru tarihi: 25 Mart 2010
Sonuçların açıklanması: 30 Mart 2010
Ödül Töreni: 9 Nisan 2010

Katılım Formu:

Yahya Kanbolat Öykü Yarışması
Yarışmacının;
Adı ve soyadı:
Adresi :
Elektronik Posta Adresi
:Tel & GSM
İlişikte gönderdiğim …………………………………adındaki eserim ile katıldığım yarışmanın koşullarını kabul ediyorum.

İmza

21 Şubat 2010 Pazar

İGEP’ten Hükümeti Protesto Eylemleri


İŞSİZ VE GÜVENCESİZ EĞİTİMCİLER PLATFORMU (İGEP) HÜKÜMETİ İŞSİZLİKTEN KAYNAKLI 12. ÖĞRETMEN İNTİHARI ÜZERİNDEN DARAĞAÇLI EYLEMLERİYLE PROTESTO ETTİ.

Bugün saat 13’de Ş.Urfa’da, Karakoyun İş Merkezi’nde bir araya gelen işsiz ve güvencesiz öğretmenler, kendilerinin de içinde bulundukları sorunlar nedeniyle intihar eden arkadaşlarının yasını tutmak ve bunun üzerinden hükümeti protesto etmek amacıyla ilginç bir eylem yaptılar.

Basın açıklamalarını okuduktan sonra darağacına kalemler astılar ve darağacını ateşe verdiler. Bu ölümün son ölüm olmasını istediklerini ve bu temsili eylemle taşeronlaştırmayı, esnekleştirmeyi, ticarileştirmeyi, yani 4-C yasasını, yani neo-liberal anlayışları yaktıklarını belirttiler.

Bir an önce sosyal politikalara geçilmesini isteyen platform üyeleri yoksa bu ölümün bugün öğretmenlere, yarın Tekel işçilerine, öbür gün ise başka bir emekçi kesimine uğrayacağını belirterek bunun sorumlusunun ise hükümet yetkilileri olduğunu bildirerek hükümeti göreve çağırdılar.

Sık sık “Oğluna gemicik, öğretmene işsizlik”, “Direne direne atanacağız”, “Kadrolu atama istiyoruz”, “Her yer tekel, her yer direniş” sloganları atan grup intiharların, bunalıma girmelerin çözüm olmadığını çözümün mücadeleden geçtiğini belirterek işsiz ve güvencesiz eğitimcilerin ise mücadele adresinin İGEP olduğunu vurguladılar. “İGEP burada hükümet nerede?” sloganlarının ardından da dağıldılar.

* * * * * * * * *

Basına ve kamuoyuna;

Geçtiğimiz Cuma günü bizim bildiğimiz kadarıyla 12.si olan, bir işsizlikten kaynaklı öğretmen intiharı daha gerçekleşti.

Balıkesir’in Edremit ilçesine bağlı Güre Beldesi’nde İstanbul Üniversitesi Fen Fakültesi Biyoloji mezunu, 31 yaşındaki Kadir Ağzıbüyük adlı arkadaşımız KPSS belasına takılarak herhangi bir yere atanamamış, bu nedenle de bunalıma girmiş ve iple asılmak suretiyle intihar etmiştir. Arkadaşımızın üzüntüsünü kendisini tanımasak da içimizde taşıyoruz. Çünkü bizler de aşağı yukarı aynı psikolojilerde olan genç öğretmenleriz. Bu vesileyle ailesine ve yakın çevresine baş sağlığı diliyor, nur içinde yatsın diyoruz.

Biz, arkadaşımızın düştüğü bunalımın alt yapısını bilen ve aynı psikolojilerde bulunmuş genç öğretmenler olarak kesinlikle bu konuyu bir malzeme olarak görmüyoruz. Sadece içinde bulunduğumuz bu kötü durumu yeni kayıplar yaşanmasın diye, başta yetkililere, daha sonra da tüm kamuoyuna duyurmak istiyoruz.

Fakat çok açık bir şekilde haklı olan emekçi kesimlere, hükümet yetkililerinin azarlamalarını, dalga geçmelerini görerek onların vicdanlarından da şüphe eder konuma geldiğimizi belirtmek istiyoruz. Zaten bu nedenle geçtiğimiz hafta açıklamamızı duvara karşı yapmıştık. Duvardan aldığımız gerçekçi ve uyumlu cevabı, halen yetkililerden alamamanın üzüntüsünü de yaşamaktayız.

Bizler ihtiyaç olmasına rağmen atamaları yapılmayarak geleceği çalınan gençleriz. Bizler 400–600 lira maaşlarla bizzat devlet okullarında kölelik şartlarında çalıştırılan gençleriz. Hiçbir güvence, sendika, emeklilik geleceği olmadan çalıştığımızdan evlenemeyen, ayakları üzerinde duramayan gençleriz. Bizler bunalıma girmeyelim de kim girsin? Başbakanın, bakanın çocukları mı?

Evet, bizler yıllardır göz göre göre çok büyük sıkıntılar yaşıyoruz. İhtiyaç olmasına rağmen atamalar yapılmıyor ve 300 bin gencin geleceğiyle oynanıyor. Ama ne yazık ki muhalefet partileri de, sendikalar da bu konuya gereken önemi vermiyorlar. Sadece medyatik olmuş eylemler peşinde reklâmlarını yapmakla meşguller. Ne yazık ki emekten yana olduğunu söyleyen parti ve sendikalar dahi bu konuda üzerlerine düşen görevleri yerine getirmiyorlar. Bizi asıl üzen de budur.

Evet, bunalıma girmek için çok fazla nedene sahibiz. Ama biz platform olarak kesinlikle yılgınlığa düşmekten, hele hele de intihar etmekten yana değiliz. Bunalıma giren arkadaşları da mücadeleye, İGEP saflarında haklarını aramaya davet ediyoruz.

Biz mücadele ederken evlerinde bizi izleyen ve umutsuzluk rüzgârları estiren meslektaşlarımıza, genç arkadaşlarımıza da buradan sesleniyoruz: Mücadele edenler kaybedebilirler ama mücadele etmeyenler ömür boyu kaybetmeye mahkûmdurlar. Kangren hale gelmiş sorunlarımızın mücadele haricinde çözülemeyeceği de açıktır. Öyleyse kararlı olmalı, direngen olmalı, onurlu olmalı ve kaybetmeyi düşünmeden çektiğimiz sıkıntıların hesabını sormalı, geleceğimize sahip çıkmalıyız.

İşte önümüzde meşale gibi duran Tekel işçileri... Mücadele böyle yapılır diyerek, bize ‘öğretmenlik’ yapıyorlar. Yaşasın Tekel işçilerinin mücadelesi. Yaşasın işsiz ve güvencesiz öğretmenlerin mücadelesi.

İşsiz ve Güvencesiz Eğitimciler Platformu (İGEP)-Ş.Urfa
İletişim Sorumlularından Aziz Kaya.
(http://www.igep.biz/ )

20 Şubat 2010 Cumartesi

BASINA ve KAMUOYUNA


Cenevre Halkevi adına
Demir SÖNMEZ

2009 yılında da Türkiye ve Türkiye Kürdistanında Kürt çocuklarına karşı saldırılar, işkenceler ve insanlık dışı uygulamalar artarak sürerken, yürüş ve gösterilerde gözaltına alınan çocukların ağır ceza mahkemelerinde Terörle Mücadele kanun (TMK) yargılayarak onlarca yıllık cezalar verilmiştir.

2009 yılında özellikle Kürt illerinde gözaltına alınan Kürt çocuklarına ağır ceza mahkemelerinde açılan 42 davada yargılanan 177 çocuğa 772 yıl 2 ay 26 gün hapis cezaları verilmiştir.

2009 yılında sadece Adana da 3155 ve Diyarbakır da 1300 çocuğun gözaltına alınmıştır.

2010 yılının ilk aylarında bu saldırılar daha da yogunlaşarak devam etmektedir.

Cenevre Halkevi, Türkiye deki kürt çocuklara yönelik olarak artarak devam eden insanlık dışı uygulamaları bir kez daha uluslararası platformalara taşımak, « Türkiye çocuklar için cehennem» başlıklı bir mektup ve « Türkiye çocuklar için Cezaevi » isimli 52 sayfalık broşürle kürt çocuklara yönelik baskıları, çocukların kendi anlatımlarıyla yaşadıkları, ulusal- uluslararası basında çıkan haberler, son 20 yılda devlet güçleri tarafında öldürülen 372 çocukların isimleri, insan - çocuk hakları savunan kurumlarını tepkilerini iletecekleri T.C ve Uluslararası kurumların adresleri yer almaktadır.

Fransızca ve ingilizce açıklamaların, belgelerin yer aldığı mektup ve broşür,(CPT) Conseil de l'Europe Monsieur Trevor STEVENS , OHCHR – Bureau Haut-Commissariat aux droits de l'homme Madame Navanethem Pillay, (HRW – BE) Human Rights Watch (Belgique),International Federation Terre des Hommes - International Secretariat , Defence for Children International, Comité Suisse pour l'UNICEF, Human Rights Watch, Children's Rights Division Defence for Children International Netherlands, Save the Children Norway, COMMISSION INTERNATIONALE DES JURISTES,ORGANISATION MONDIALE CONTRE LA TORTURE Secrétariat international de l’OMCT, Ville de Genève Département de la culture,INTERNATIONAL REHABILITATION COUNCIL FOR TORTURE VICTIMS Copenhague), Comité international de la Croix-Rouge ,Groupe S&DMonsieur Le Président Martin Schulz, Groupe (GUE/NGL – BE)MonsieurLe président Lothar Bisky, Child Rights Information Network (United Kingdom),Child Helpline International (Amsterdam) Child Rights Information Network (London),Child Helpline International (Amsterdam)Building a Europe for and with children DG III- Social Cohesion / Council of Europe Europe (Strasbourg Cedex) Enfants du Monde - Droits de l'homme (service mineurs, France ) , Children´s Rights Group International e.V., Deutsche Liga fuer das Kind (Germany) Coordination for Child Rights (Rome),United Nations Interregional Crime and Justice Research Institute (Italy),Ombudscommittee for the Rights of the Children (Luxembourg), Defence for Children International (Netherlands) Childwatch International Research Network (Norway),Save the Children Norway (Norway), Defence for Children International Netherlands (Netherlands), Human Rights Watch, Children's Rights Division (United States), Comité Suisse pour l'UNICEF (Zurich), Defence for Children International (Genève) ve International Federation Terre des Hommes - International Secretariat, birer mektupla göndererek acil eylem ve müdahale çağrısında bulunmalarını talep etmiştir.

Cenevre Halkevi olarak bir kez daha Türk hükümetinden;

Kürt çocuklarına yönelik insanlık dışı uygulamalarına derhal son vermesini

Bütün tutuklu çocukların acilen serbest bırakmasını,

Çocukların TMK maddelerinden ve Ağır ceza mahkemelerinde yargılanmalarına derhal son verilmesini,

Türkiye’nin BM çocuk hakları sözleşmesinin 17/29 ve 30 maddelerine koymuş olduğu çekinceleri derhal kaldırmasını,

Türkiyenin imzaladığı tüm uluslararası antlaşmalara uymasını ve saygı göstermesini beklemektedir.

Cenevre Halkevi adına
Demir SÖNMEZ

--------------------------------------

AUX DEPUTES-ES DU PARLEMENT EUROPEEN,

AUX ORGANISATION INTERNATIONALE,

AUX DEFENSEURS DES DROITS DE L’HOMME

AUX MEDIAS ET A LA PRESSE

Turquie : enfer pour les enfant

Madame, Monsieur,

La Maison populaire de Genève est vivement préoccupée par l’incarcération et la condamnation massive d’enfants kurdes « lanceurs de pierre », arrêtés lors des manifestations publiques.

En effet, suite à la modification de la loi antiterroriste (loi n° 3713) en 2006, des mineurs sont poursuivis en justice au même titre que des adultes devant les Cours d’assise.

Selon la branche d’Adana de l’Association des Droits de l’homme de Turquie (IHD), en 2009, 3155 enfants entre 13 et 18 ans ont été arrêtés à Adana.

Selon la branche de Diyarbakir de l’IHD, en 2009, 1300 enfants ont été arrêtés à Diyarbakir.

Selon les informations des organisations de défense des droits de l’enfant, on compte actuellement dans les prisons turques 2814 enfants incarcérés dont certains sont condamnés à des lourdes peines. Ces milliers d’enfants sont jugés dans des Cours d’assises en vertu de la loi anti-terroriste « pour être membre » ou « pour avoir créé une organisation terroriste » !

A titre d’exemples, en octobre 2009, 97 enfants ont été condamnés au total à 440 ans de prison par la Cour d’assise d’Adana.

Au cours de 2009, le nombre des enfants kurdes condamnés notamment dans les provinces kurdes s’élève à 177. Ils ont été jugés dans 42 procès en vertu de la Loi anti-terroriste et condamnés à l’emprisonnement pour un total de 772 ans, 2 mois et 26 jours.

Ces condamnations n’ont rien perdu de leur intensité en 2010.

Le 28 janvier 2010, la Cour d’assise de Diyarbakir a condamné B. S. (15 ans) à 8 ans de prison pour avoir commis des « crimes au nom d’une organisation terroriste ».

Le 12 février 2010, la Cour d’assise de Diyarbakir a condamné C. E. (14 ans) à 5 ans de prison pour être « membre d’une organisation illégale ».

Selon la branche de Mardin de l’IHD, 100 ans de prison ont été requis contre 13 enfants détenus actuellement à la prison de Midyat (Mardin).

A noter que, outre ces arrestations et condamnations inadmissibles, selon les organisations de défense des droits de l’homme de Turquie, 372 enfants kurdes ont été tués par les forces de l’ordre durant ces 20 dernières années en Turquie.

Voilà le traitement réservé aux enfants par un Etat (Turquie) qui a pourtant ratifié la Convention internationale sur les droits de l’enfant (1989).

En tant que Maison populaire de Genève, nous vous appelons à intervenir d’urgence auprès des autorités turques en leur demandant :

· la libération immédiate des enfants emprisonnés ;

· le respect et l’application des engagements de la Turquie en vertu du droit international en

matière des Droits de l’homme, en particulier la Convention internationale sur les droits de l’enfant, tout en retirant ses réserves concernant les articles 17, 29 et 30 de cette Convention.

En vous remerciant d’avance de toutes les démarches que vous entreprendrez dans ce sens, nous vous prions de recevoir, Madame et Monsieur nos salutations distinguées.

Pour la Maison populaire de Genève

Demir Sönmez, Président
http://www.assmp.org/

OYUNA DAVET…


HAYKIRIŞ (KADIN GİBİ KADIN) − Oyun Tek Perde

8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar günü etkinlikleri kapsamında

28 Şubat’ta Mersin
’de,

7 Mart’ta Adana’da sahneye konulacak oyuna davet.

* * * * * *

GÜNEY SANAT TOPLULUĞU (0322 352 95 20)
AYNA TUTANLAR TİYATROSU
http://www.gst.guneydergisi.com/

HAYKIRIŞ (KADIN GİBİ KADIN) − Oyun Tek Perde

Yazan : Adil Okay

Yönetmen: Burcu Yılmaz

Oyuncular: Burcu Yılmaz, Esra Yılmaz, Fatma Yaldızoğlu, Mehtap Yanık, Miray Zöhre, Zeynep Tutuk.

MERSİN: 28 Şubat 2010 Pazar Saat: 19.00 AKDENİZ BELEDİYESİ TİYATRO SALONU

ADANA: 7 Mart 2010 Pazar Saat: 16.00 ve 18.00 (İki Seans) KAKTÜS SANAT MERKEZİ (0322 459 91 59)

* * * * * *

Adil Okay
(adilokay@hotmail.fr

KADIN GİBİ KADIN− HAYKIRIŞ: OYUN TEK PERDE

Oyuna verdiğim ad (Kadın Gibi Kadın− Haykırış!) bir sloganı çağrıştırıyor olabilir. Ben bu ifadeye, içinde itirazın olduğu bir metafor diyorum. Neye itiraz? Öncelikle ‘Adam gibi adam’, deyişine ve bu deyişin arka planında yatan erkek egemen dile ve dünyaya itiraz. İşte bu dünyanın yargılanmasına oyunun adıyla başlamak ve oyun içerisinde izleyiciye, okuyucuya başka bir dünyanın, başka bir dilin, başka bir ilişkiler ağının mümkün olabileceğini göstermek istedim. Kimi zaman aykırı gibi duran bir cümle−sözcük, içinde dolaylı sezilebilen sembolleri, kodları taşıyabiliyor ve onlarca sayfa betimlemenin yapamadığı etkiyi –iyi veya kötü− yapabiliyor.

Metni yazarken oyunda erkek oyuncuya yer vermemem, kadınların özgürlük ve eşitlik mücadelesini yalnız yürütmeleri gerektiğine inandığım anlamı çıkmamalıdır. “Elbette ‘adına ister ‘demokratikleşme’ denilsin, ister ‘sosyal haklar’, ister ‘kadın hakları’ ya da ‘toplumsal devrim’, ezilen−sömürülenler lehine biçimlenecek her durum, onların örgütlü güç ve mücadelelerine bağlıdır…”[i] Kadınlar, kendilerine kötülük yapan erkeklere, bu erkeklerin mikro ve makro iktidarlarına karşı mücadele ederken, ‘özgürlüğü erkekleşme’ ya da ‘bireysel özgürlük’ sanma yanlışlığına da düşebilmektedirler. Bu dünya, erkek egemen mantıkla iktidar olan kadınları da gördü. Erkek iktidar taşıyıcıları olan Margaret Teacher’leri, Tansu Çiller’leri de gördü. Kadınlar, ellerine geçen erki, erkek gibi kullanan bu tiranlar sayesinde değil, ancak kendi örgütlü mücadeleleri sonucu belli haklar elde ettiler. Kimi zaman yalnız, kimi zaman erkeklerle birlikte kurtuluşu düşlediler ve bu yolda kâh yalnız, kâh elele yürüdüler. “Erkeklerin, binlerce yıllık iktidarın (“ataerki”) kendilerine sağladığı konforlardan kendiliğinden vazgeçmesi beklenmemeli. Çünkü iktidar, yalnızca devlet düzleminde gerçekleşen makro ölçekli bir görüngü değildir; iktidar ilişkileri gündelik yaşamımızın kılcal damarlarına sinmiştir. Onları içselleştirdiğimiz için, farkına varmayız çoğunlukla.”[ii]

Ancak buradan karamsar olduğum ve bu karamsarlığın oyuna yansıdığı sonucu çıkmamalı. Tersine, mücadele sonucu elde edilen kazanımların az olmadığı kanısındayım. Oyunda ataerkinin kimi zaman töre adı altında, kimi zaman gelenek − görenek adı altında uygulaya geldiği zulmü teşhir edilirken, aynı zamanda erkek gibi düşünen ve yaşayan kadınlara da dikkat çekilmektedir. Kimi zaman asıl düşüncelerini gizleyen, modern, çağdaş, ilerici görünen ama yaşam biçimleriyle, önemli bir olayda koydukları tavırla ‘erkek’ zorbalığını, iktidarlarını besleyen kadınlar. Oyunda bunu da sorgulamaya çalıştım. Ve büyük olasılıkla, oyunu izlemeye gelecek olan bu kadınları da sarsmayı hedefledim. ‘Valizini karısına hazırlatan erkek ‘faşist’ sayılır mı’ adlı kitabımdan alıp, oyunda kullandığım bir replik bu konuya şöyle değiniyor:

“Öteki dünyanın kadınları flört edebiliyor ve diğer dünyevi hazları alabiliyorlar. Ama hemcinslerinin çektikleri acıları, erkek egemenliğinin kurbanlarını görmezlikten geliyorlar. ‘Namus belden aşağı değildir’, diye ezberlenmiş sözcüklerle konuşan bu kadınların ‘beyin namusu’ nerede. Güldünya’lara, Kadriye’lere kıyılırken neden ses çıkarmazlar. Bu konuda tavır almayan, ‘toplumun değer yargılarına saygı’ adı altında ikiyüzlü bir hayat süren kadınlar, ilerici olamazlar. Kadınlar birbirlerini ‘namus özürlü’ ya da ‘gerici−çağdışı’ diye suçlayacaklarına neden dayanışma içerisinde olmazlar…”[iii] Ve cevap bekleyen, kimi zaman da cevabı içinde olan diğer sorular…

Oyunda yer alan tüm olay ve kişiler gerçektir. (AYŞENUR ŞİMŞEK, BEHİCE BORAN, BERNA SAYGILI ÜNSAL, CANAN KULAKSIZ, DİDAR ŞENSOY, DİLEK İNCE, GÜLDÜNYA TÖREN, HAYGANUŞ MARK, LÜTFİYE KAÇAR, MİNE BADEMCİ, NACİYE ATMACA, ZEHRA KULAKSIZ ve diğerleri.) Gerçeklerden yola çıkıp yorum yapmaya ve olayları yeniden sorgulamaya çalıştım. Kimi zaman kanıksanan ilişkilerin, davranış biçimlerinin aslında gündelik hayatta kadınlar için bitmek tükenmek bilmeyen bir işkence makinesi olduğunu göstermeye çalıştım.

Oyun ilk bakışta bir ‘okuma tiyatrosu’ olarak görülebilir. Ya da birçok solo ve korodan oluşan, olayları harmanlayan bir sözel oratoryo. Oyunda gerçek yaşam öykülerinden oluşan bölümler arasına, ‘kahramanların’ yanı sıra tanıkların söylediği kısa lirik cümlecikler – replikler serpiştirmeye çalıştım. Bunları yaparken, yazarken çok fazla didaktik olmamaya özen gösterdim. Zira herkesin bildiği gibi, kuru ajitatif bildiriler, sloganlar sanatın yarattığı etkiyi yaratamıyor. Ancak gösterdiğim bu özene rağmen okuyucu−izleyici yer yer sloganla ve didaktik repliklerle karşılaşacaktır. Tekrar hatırlatmakta yarar var: Bu oyun ‘politik bir tiyatro’ olarak tasarlanmış bir derlemedir.

Sanat, her gün yaşadığımız ya da ötekilerin yaşadığı, bizim de tanık olduğumuz gerçekliğin, kimi zaman değiştirilip dönüştürülerek, bize yeniden yeniden sunulmasıdır. Tiyatro oyunlarında sadece metnin başarılı olması yetmiyor. Metindeki öz ve biçim diyalektiği, estetik düzey, oyun sahneye konulduğu an daha iyiye ya da daha kötüye doğru değişebiliyor. Bu anlamda tiyatro oyunlarında yazar ve yönetmen seyirciyi de –tabi popülizmin tuzağına düşmeden− düşünmek zorundadır.

Oyuna yeni karakterler eklenebilir. Eklemem için öneride bulunulabilir. Doğaldır ki dünyada erkek egemenliğine, zorba iktidarlara karşı savaşmış, bu uğurda bedel ödemiş, hayatını kaybetmiş sayılamayacak kadar çok kadın kahraman vardır. Kimi törelere karşı geldiği için, kimi cinsel seçimi nedeniyle, kimi de sınıfsız, sınırsız bir dünya mücadelesinde, özgürlük ve eşitlik kavgasında katledilmiştir.

Hepsini saygıyla anıyorum...

* * * * * *

http://www.adilokay.com/

http://www.adilokay.com/haber_detay.asp?haberID=203

-----------------------------

[i] Sibel Özbudun. Kadın Cesetlerini Saymak.“Liberalizm/ Muhafazakârlık Kıskacında Kadın”. Kaldıraç Yayınevi.2009.

[ii] A.g.e.

[iii] Adil Okay. Valizini karısına hazırlatan erkek ‘faşist’ sayılır mı? Yoğunluk yayınları. Ankara.2009.

17 Şubat 2010 Çarşamba

MARİ KEKLİĞİM


Hüseyin Habip Taşkın
habibtaskin@gmail.com

Yazar Lokman Polat’ın Mari Kekliğim adlı romanını ilgiyle okudum ve kendimce romanın akışına göre düşler kurdum.

Bir yandan Kürt halkının çektiği eziyetler, diğer yandan Kürt kızı olan Mari’nin başına gelen işkenceler ve tecavüzler insanlık onurunu ayaklar altına alan sistem… Kadının milliyeti ne olursa olsun, milliyetleri farklı olan barbar erkeklerin, sınıfsal ve ulusal anlamda kadın denilince cinsel araç olarak algılandığından, Bu romanda da Kürt kızı olan Mari’nin yaşamında barbar erkeklerin onursuzluğunu gözler önüne sermektedir.

Bu romanı okurken sizi farklı düşüncelere götüreceğinden eminim. Kendi bakış açınızdan yorumlasanız da, hepimizin ortak olan paydaları ortaya çıkacaktır. Öncelikle kadının bir meta olarak algılanması, zindanlarda ya da sorgularda işkencenin ve tecavüz olaylarının var olması, Kürt Kızı Mari'nin şahsında kadının sevdiği erkek için her olayı göze alabilen bir yapısının olması, dağlarda gerillaların ulusal anlamda var olma mücadelelerini vermesi. Lice halkının baskı ve şiddet karşısında dirençlerini koruması, Romanya’da mültecilerin yaşadıklarına az da olsa değinmesi.

Hepimizin yaşamında ezikliğin, yoksulluğun, horlanışın, sevginin görüntüsü vardır. Ezilenler ve ezenler tarihte hep var olmuşlardır. Yakın ve şimdiki tarihimizde aynı yaşam biçimleri sahnelenmektedir. Onun için okurken kendimizin yaşadığı olaylar zinciriyle bir bağ mutlaka kurulur.

Bu yapıt Helwest yayın evinden 1999’da Kürtçe olarak okuyucu kitlesiyle buluştu. 2010’da aynı yayın evi aracılığıyla Türkçe olarak yayınlanıp, okuyucu kitlesiyle buluşuyor, buluşmaya devam ediyor.

Evet, bu yapıt okunmaya ve önerilmeye değerdir.

NEWROZ HAFTALIK SİYASİ YORUM GAZETESİ

16 Şubat 2010 Salı

BİR SELAMIN GELSİN



Cirik Haci / Fezali
Cirik.Haci@gmx.de

Bir selamın gelsin şöyle içinden
Şad olsun candan bizimle himmetin
Binbir anlam verdin elifle mimden
Şifalar bulsun bizimle himmetin

Tek hücreden ademe gelir vucuda
Çamur balçık deyu aldattı hûda
Yüzyirmi peygamber geldi bedava
Yol göster kalsın bizimle himmetin

Fezali
der hacim pir ile pazar
Gerçek muhabbete olmasın nazar
Sevda yüklü gönül dostları gezer
Menzile erisin bizimle himmetin

15 Şubat 2010 Pazartesi

İşsiz Öğretmenlerden Basın Açıklaması


Kadir Aydemir
kadirfen@hotmail.com

Sayın ve çok muhterem duvar hazretleri;

Bugün kelamımızı sana anlatacağız. Duvar deyince bizlerin aklına ev gelir, okul gelir, yani kısacası güvenlik gelir. Bizler ise yıllarını okul sıralarında geçirmiş genç öğretmenler olarak güvencesizliğe mahkûm edilmek istenenleriz. Dolayısıyla bir ironi yaparak güvenceli bir nesnenin önünde güvencesizliğimizi vurgulamak adına karşındayız.

Ayriyeten derdimizi yetkililere bugüne kadar normal yollardan yaptık. Ama her defasında ya dinlenilmedik ya da dinleniliyormuş gibi yapılarak söylediklerimiz kamuoyuna çarpık bir şekilde sunuldu. Sen bir yanınla da bükülmezliği, eğilmezliği temsil ettiğinden dolayı, sözlerimizin yanlış taraflara çekilmemesi adına da karşındayız.

Son olarak ise söylediğimiz çok haklı taleplere bile bir şekilde doğru sesi vermeyenlere seni örnek göstermek için buradayız. Şimdi sana sesleneceğiz, biliyoruz ki sen bize uyumlu bir cevap vereceksin. İşte bu uyumunu yetkililere göstermek için de buradayız.

Sayın duvar arkadaş, senden ricamız; kardeşin olan Başbakanlık duvarlarına taleplerimizi haykırman ve oradan da sesimizi yetkililere ilk ağızdan iletmendir. Zira biz kendilerine ulaşamıyoruz.

İşte son derece masum, yasal, meşru taleplerimiz: Açıkta olan tüm öğretmenler alınsa dahi açık kapanmayacağından bizleri sınavlarla uğraştırmasınlar. Dolayısıyla KPSS’yi kaldırsınlar. İhtiyaç olan öğretmen açığını ise güvenceli, kadrolu olarak kapatsınlar. Bu atamayı da küsuratlı rakamlarla bekleyen on binlerce öğretmeni bekletmeden, bu ay, yani şubatta yapsınlar.

Başbakan bu taleplerimizi duyunca sinirleniyor duvar kardeş. Ve: “Devlet her üniversite mezununa iş bulmak zorunda mı?” diye soruyor. Evet, duvar kardeş, bulmak zorunda. Üstelik bize muhakkak iş bulmak, daha doğrusu okullarımızı güvenceli olarak vermek zorunda… Çünkü bizim işimiz eğitim ve eğitim şakaya gelmez. Çünkü öğretmene acilen ihtiyaç var. İşte en az 100 bin kişiyi “ücretli” adı altında kölelik şartlarında çalıştırıyorlar. Bir o kadar daha açık olduğu kesin. O zaman bir an önce en azından 200 bin öğretmen açığını gidermek zorundalar. Bildiğimiz kadarıyla ülkemizde eğitim istihdamından büyük oranda devlet sorumlu. Yoksa bu gerçek değişti mi, ya da değiştirmenin birer adımlarını mı yaşıyoruz şu anda?

Duvar kardeş, bir de Başbakanlık binasına uğrarken oradan ataların olan çadırlara rastlayacaksın. Tekel işçilerinin çadırına… Bizden onlara selam söyle. Bizleri tanırlar. Onlarla on gün kadar aynı alanda, çadır açarak dayanıştık, birlikte olduk. Onların haklı mücadelelerine destek olurken kendi taleplerimizi de haykırdık. Tekel’in ateşi buralarda da bizi ısıtıyor, bunu da söyle duvar kardeş, bunu da söyle.

Evet, duvar kardeş, canlı cansız bir nesneyiz, kâinatta bir damlayız, bir birimizi üzeceğimize dünyayı cennete çevirebiliriz. Bunun için ise herkesin ve her şeyin değerinin bilindiği bir hüküm gereklidir. Sana demirini çok vermeli müteahhit, o zaman deprem meprem vız gelir… Bize de güvenceli, bilimsel bir ortam sunmalı yetkililer, o zaman cahillik, kabalık vız gelir… Ama bunun için irade gerekir güzel dostum, irade. İnsandan, doğadan yana bir irade… Yetkililere bir de sen anlat bunları duvar kardeş, bir de sen anlat…

İŞSİZ VE GÜVENCESİZ EĞİTİMCİLER PLATFORMU (İGEP) adına
Kadir Aydemir

http://www.igep.biz/

13.Şubat.2010

14 Şubat 2010 Pazar

Uluslararası Devrimci Harekette Ermeni Devrimcileri



Ölüm Her yerde aynı
İnsan bir kere ölür
Fakat ne mutlu can verene
Halkların kurtuluşu için[i]

Sait Çetinoğlu

Ermeni Devrimci hareketlerinin tarihine baktığımız zaman Ermeni toplumunun sosyalizmle çok erken tanışıp ilgi duyduğunu görüyoruz. Engels’in, Komünist Manifesto’nun 1888 tarihli İngilizce baskısına yazdığı 20 Ocak 1888 tarihli önsözündeki: “Bundan birkaç ay önce İstanbul’da yayınlanması beklenen [Komünist Manifesto’nun] Ermenice çevirisi, bana söylendiğine göre , yayıncı Marx’ın adını taşıyan bir kitap yayınlamaktan korktuğu, çevirmen de kitabı kendi eseri gibi göstermeye yanaşmadığı için gün yüzüne çıkamamıştır” sözlerinden Manifestonun 1887 tarihinde Ermenice’ye çevrildiğini anlıyoruz. Ermeniler çok erken sayılabilecek bir dönemde Marxizm’e ilgi duymuşlardır. Engels’ten yapılan alıntı Ermenilerin İngilizce konuşan halklarla aynı zamanda Komünist Manifestoyu dillerine kazandırdıklarını anlıyoruz.

Ermeni devrimciler çok erken bir tarihte bu coğrafyada devrimci partilerini de kurarlar. Ancak bu partiler ve militanları bilinmez ya da bilinmek istenmez ve Türkiye sosyalist hareketi Türklerle birlikte başlatılır. Türkiye Sosyalist Hareketinin milatı olarak TKP gösterilir.

Oysa 1915’te Beyazıt Meydanında idam edilen Ermeni sosyalistler, son nefeslerini Yaşasın soyalizm! Sözüyle birlikte vermişleridir.

Ermeni devrimcileri, 1915 Soykırım sürecinde bir askeri operasyon çerçevesinde toplanıp katledilerek kadim topraklarından kazındılar. Bu operasyonun bir parçası olarak Sosyal Demokrat Hınçak partisi militanları ve yöneticilerinden 20 ‘si 1(14)Haziran 1915 de evlerinden toplandılar, aynı gün Askeri Mahkemede yargılanıp başta PARAMAZ (Madteos Sarkisyan)[ii] olmak üzere içlerinden 20 yönetici 2-15 Haziran 1915tarihinde Beyazıt Meydanı'nda idam edildiler.[iii] Paramaz son söz olarak arkadaşları adına: "Siz yalnız bizim vücudumuzu ortadan kaldırabilirsiniz, bizim ideallerimizi asla, bu ideallerimiz yakın gelecekte gerçekleşecek ve bütün dünya bunu görecek, ideallerimiz sosyalizmdir..." sözleriyle, idam sehpasında sosyalizm ideallerini tekrar eder.[iv]

Birinci Büyük Savaş, bütün Avrupa halkları için yıkım olduğu gibi Osmanlı İmparatorluğu halkları için de bir felâket oldu. Bu felaketten İmparatorluk unsurlarından Ermeni Halkı 20.yüzyılın ilk Soykırım uygulaması ile yüz yüze gelir. Ermeni halkı ile birlikte Ermeni devrimciler de bu coğrafyadan kazınır. 1915 yılında yapılan tehcir ve Soykırımdan sonra, sağ kalan militanlar eliyle, göçürülenlerin ve sığınmacıların toplan­dığı Yakın Doğu ülkelerinde Hınçaklar ve Taşnaklar parti­lerini yeniden kurdular ve topluluklarının sürgünde nasıl korunacağını tartıştılar. Taşnaklar Sosyalist Enternasyonalle ilişki­lerini yeniledi ve Sovyet rejimini eleştirdi, Hınçaklarsa onu destekledi. İlk Ermeni komünistleri Hınçaklardan çıktı. Bunlar, İran, Suriye-lübnan ve Mısır’da, Yunanistan’da ve Bulgaristan’da komünist partilerin kuruluşunda tarihsel roller oynadılar.[1]

Bu Ermeni devrimcilerin bir kısmı Batı Avrupa ülkelerine göç ettiklerinde buradaki sosyalist hareketlere katılarak sınıf mücadelesini bu örgütlerde sürdürmeye devam ettiler. Bunlardan biri de bu mücadele sırasında hayatı bir nazi infaz mangası önünde 1 Eylül 1906 Adıyaman doğumlu Misak Manuşyan’dır.

Ermeni devrimcilerini bir kısmı ise ülke içindeki sosyalist harekete katılarak mücadelelerini bu coğrafyada yürütmeyi seçerler, ancak kovuşturmalar ve tutuklamalarla bunlara göz açtırılmaz. Bunların da tek seçenekleri vardır: sürgün. Aram Pehlivanyan da bu gurubun mensubudur. Bu Ermeni devrimciler sürgünde Türkiye komünist Hareketine destek verirler yönetici ve politbüro üyesi olarak sınıf mücadelesini sürdürürler. Diğer Ermeni devrimcilerin olduğu gibi Aram Pehlivanyan’ın hayatı da doğduğu topraklarından uzakta 1979’da Leipzig’de sürgünde noktalanmıştır.

Aras Yayıncılık 1999’da Türkiye Komünist Partisi politbüro üyesi Aram Pehlivanyan’ın Şiirleri ve biyografisinden[v] on yıl sonra yeni yayınladığı Manuşyan’ın biyografisi[vi] ile Ermeni devrimcilerinin Sosyalist harekete iki ayrı kanaldan katılan Ermeni komünistlerini, Hayat zamanda değil, zamanın kullanılışında var olur diyen Manuşyan ve son şiirinde Kavga gerek diktatöre karşı, yenmek diktatörü, kurtarmak için insanı diyen Pehlivanyan’ın şahsında Ermeni Devrimci Hareketini ve Ermeni devrimcilerinin uluslar arası devrimci harekete katkısı ve gündeme taşımıştır.

İki devrimcinin birçok ortak noktaları vardır: İkisi de bu coğrafyada gözlerini açmışlar ancak bu coğrafyadan koparılarak hayatları sürgünde noktalanmıştır. İkisi de şairdir. Yaşama dair beklentilerini şiirleriyle de ifade etmişlerdir. Her ikisinde de güçlü ve egemen bir vurguyla atan damar evrensel olandır.

Manuşyan’ın daha küçük yaşta Cünye’de bir Ermeni sürgün kampında olmasına rağmen yaşamdan beklentileri yüksektir. Onbir-on ik yaşlarıda özlemlerini dizelere döker;

Küçük sevimli bir çocuk
Gece boyu hayalini kurdu
Yapacağı gül demetlerinin
Tatlı şafak vakti erguvani.

Manuşyan Kimdi? Eşi ve mücadele arkadaşı Mélinée şu sözlerle Manuşyan’ı özetler:

O doğuştan kahraman değildi. Bunun yaşayan bir örneğiydi. Öyle ki, kahramanlığı, gündelik hayatın her anında gözlerinizi kamaştırabilirdi. için­deki güç, sıradışı bir kaderin habercisiydi. Ölümü korkunç bir talihsizlik oldu. Kurşuna dizildiğinde otuz yedi yaşındaydı. Bu otuz yedi yılın dökümünü yapacak olursak, yirmi yaşına kadar yetimhanede kaldığını, son beş yılın ya Direniş'te ya hapiste, ondan önceki beş yılın da neredeyse bütünüyle militanlıkla geçmiş olduğunu görürüz. Kendini kültürel, ideolojik ve pratik bakımdan yetiştirerek geçirdiği yılları da hesaba katarsak, birik­tirdiklerinin meyvelerini verebileceği bir anda ölmüş olduğunu saptayabiliriz

O, Ermeni halkından College de France Öğrencisi İsdepan (Etienne) Vosgan’ın Fransız dostalarıyla yan yana 1789 Fransız devrimine katıldığı gibi, Fransız yoldaşlarıyla birlikte Nazilere karşı omuz omuza mücadeleye girmiştir. Manuşyan, Nazilere karşı verilen bu savaşın tüm ey­lemlerinde nispeten önemli bir rol oynadı. 1937'de, delege olarak Arles'daki büyük antifaşist kongreye gitmişti, Manuşyan o dö­nemdeki Fransızların aksine, bir Ermeni olarak, faşizmin ne demek olduğuna dair kişisel bir deneyime sahipti; en azından ezilen halklar üzerindeki sonuçları bakımından. Türklerin Er­menilere karşı güttüğü politika ile kendi politikası arasında bağ kuran, Hitler'in ta kendisi değil miydi? Polonya'daki katliamla­rın uluslararası düzeyde kınanabileceği uyarısında bulunan danışmanlarından birine, Ermeniler katledildiğinde dünyanın kılı bile kıpırdamadı, diye karşılık vermişti arsızca! Manuşyan'ın Nazizm'e duyduğu nefretin ve onunla her yol­dan mücadele etme iradesinin kaynağında da, yakınları ve ken­disinden de öte, halkının yaşadığı bu tecrübe yatmaktadır. Faşizme karşı savaşı bir sınav olarak görür, savaş ilan edilir edilmez ilk tutuklananlar arasında olması boşuna değildir. Tutuklu olduğu Santé Hapishanesinden yazdığı mektupta Faşizme karşı mücadeleye çeğırır: “Bu sınav herkesin Fransa’ya ve köken itibarıyla mensup olduğu halkına yönelik tutumunu belirlemek için bir fırsat olacak. Her yurttaş, halk düşmanı Nazizm’le savaşmayı yürekten istemelidir.” Fransa’ya olduğu kadar kendisinin de düşmanı olan Nazilere karşı mücadele görevini yerine getirmeye çağırmaktadır. Manuşyan işgalle birlikte Fransızların eliyle yapılıyor olsa da Nazi şiddetinin nasıl olabileceğini de görür. Yoldaşlarıyla birlikte Manuşyan direnişçi Ermeniler arasında sorumluluk üstlenir. Manuşyan Almanların SSCB’yi istila ettikleri gün İşbirlikçi Fransız hükümeti tarafından tutuklanır. Ancak İşbirlikçi hükümet işi çok ileri götürmüş bir gecede tutukladığı 7 bin kişi isimlerinin karşısına komünist ibaresi düşerek Gestapo’ya teslim eder. Bunlar arasında Çar’ın eski subaylarının da olması Almanların Fransız polisinin samimiyetinden kuşku duymasına yol açar. Fransız polisi gereğinden fazla gayret göstermiştir.Gestapo tutuklananların sayısının büyüklüğü karşısında tutklularla başa çıkamaz, onca tutukluyla güç durumda kalmıştır. ve Komünist olduğu ispat edilemediğinden serbest bırakılsın emriyle sebest kalanlar arasında Manuşyan’da vardır. Manuşyan kaldığı yerden direnişe devam eder. Manuşyan'ın, örgütün önemli isimlerinden olmasının yanı sıra, eylem halinde de son derece cesur biri olduğunu anlayan sorumlular, onu hemen birliklerden birinin başına getirdiler. Kısa süre içinde, Paris bölgesi göçmen FTP'lerin sorumlusu oldu.

Böylece, yüzlerce kişi doğrudan Manuşyan'ın emrine girdi; bunların arasında yardımcı birlikler ve direnişçiler de vardı. Dört büyük birlik bu grubun en iyilerini oluşturuyordu: "Özgürlük”, “Victor Hugo”, “Çapayevé ve “Stalingrad”.

Manuşyan dolu dizgin fırtınanın içindedir, mısralarında da ifade eder:

Rüzgârlar dizginsiz varsın kamçılasın beni
Zincire vurulmuş bir kaplan öfkesi
Döllüyor ruhumu zaptedilmez gücüyle,
Patlayacak büyük fırtına için...

Suikast ve sabotaj eylemlerine bizzat katılır. İlk eylemi sonrasını Mélinée şöyle nakleder:” Yaptığı şeyi anlattıktan son­ra, şöyle dedi: ‘Biliyorsun, hiçbir durum ya da duygu öyle birdenbire ortaya çıkıvermez; az çok uzun bir geçmiş yatar bunun arkasında daima. Aklıma gelen ilk görüntü, Birinci Dünya Sava­şı sırasında ölen babamınki ve çok geçmeden açlıktan ölen anneminki oldu. Mezarlarından çıkıyorlarmış hissine kapıldım ger­çekten de. İntikamın suretine bürünmüşlerdi. Harekete geçmem gerektiğini söylüyorlardı bana: Kötü bir şey yapmıyorsun, tek yap­tığın katilleri öldürmek. El bombasını attım ve sonrasında, dünya­nın olanca ağırlığı, tüm sıkıntılar ve acılarla birlikte omuzlarım­dan kalktı sanki. Kendimi hafiflemiş hissettim. Hafiflemiştim, vicdanım hiç olmadığı kadar rahattı! Demin yaptığım şey öldür­mek değildi; aksine, muhteşem bir iş gerçekleştirmiştim...’

Manuşyan gibi bir duygulu bir şairin doğrudan suikast eylemine karşılaşmasını Mélinée anlamakta güçlük çeker: Bana bütün bunları anlattığında, ilk önce anlam vereme­dim. Hareketini kınadığımdan değil, aksine! Gerçi, onun örgütleyici olarak da çok becerikli olduğunu biliyordum ama, be­nim tanıdığım Manuş'un, yani onca yumuşak, onca sakin, bir anlamda onca şair olan Manuş'un bir suikasta doğrudan katıl­mayı neden kabul ettiğini anlamıyordum.”

Ermenilerin büyük çoğunluğu Nazi karşıtıdır ve savaş boyunca Nazi karşıtı direnişe destek olurlar “Ermeniler, Birinci Dünya Savaşı sırasında çok acı çekmiş küçük bir halktı. İkinci savaş, bu hatıraları tazeliyor olmalıydı… Avrupa’da olup bitenler, kendilerinin yirmibeş yıl önce yaşadıklarına garip bir şekilde benziyordu.” Mélinée okuyucuya, direnişte Komutan Georges olarak tanınan Manuşyan ve ekibinin gerçekleştirdiği sabotaj eylemlerinin etkileyici bir listesini sunar.

16 Kasım 1943’te tutuklanır. Tutuklanması da trajiktir. Nazilerin örgütün içinden bazılarını elde ettiğinin farkında ve bunun huzursuzluğu içindedir. Nazilerin tuzak kurduğunu bile bile hain ilan edilmemek adına yoldaşıyla buluşmaya gider ve tutuklanır. “Fresnes Hapishanesinde geçirdikleri üç ay boyunca 23 ler uzun uzun sorgulanır, yani işkence görürler. Yargılanmaları sırasında taşıdıkları yara izleri de bunu kanıtlar. Sorgulamalarda, eylemlerinden ve bunları niçin yapmış olduklarından başka hiçbir şey söylemezler. Pişman olduklarına dair tek bir söz çıkmaz ağızlarından; aksine, sırf görevlerini yerine getirdiklerini söylerler”

Manuşyan yargılamadaki son sözlerinde, hem Nazilere hemde işbirlikçi Fransızlara seslenir: Önce Almanlara dönerek: ‘size söyleyecek hiçbir şeyim yok Bebn size karşı koyup savaşarak görevimi yaptım. Yaptığım hiçbir şeyden pişman değilim. Şimdi rolünü oynama sırası sizde: Elinizdeyim.’ Sonra Fransızlara dönerek: ‘Fakat size gelince, sizler Fransızsınız. Biz Fransa için, bu ülkenin kurtuluşu için savaştık. Sizse vicdanınızı ve ruhunuzu düşmana sattınız. Siz Fransız uyruğunu miras aldınız, bizse bu uyruğu hak ettik.’

Kurşuna dizilmeden önce 21 Şubat 1944 tarihindeki Mélinée’ya yazdığı son mektubunda İnsanlığa seslenir:

Zafere ve hedefe iki adım kala ölüyorum. Bizden sonra yaşayacaklara ve yarının Özgürlüğünün ve Barışın güzelliğini tadacaklara ne mutlu!

Yoldaşı Mélinée Manuşyan’ı şu sözlerle özetler: “O her şeyden önce şairdi. Hayatını dile döktüğü kelimeler şiirlerinde akan kanıydı biraz da. Şiirde dile getirse de, hayatını yaşadığı yer ora değildi ama. Hayat kendini eylemlerde yaratır, yeniden üretir, sürdürür. Ve Eylem, onu var eden dünyadır da. Manuş’un eylemleri, eyleme geçmenin karşılıksız olmadığı bir dünyada gerçekleşti: Bedellerinin hayatlarla ödendiği bir dünyada (Bu durum şimdi değişti mi!) Manuşyan bu yüzden öldü, Fakat istediği yaşamaktı, konuşmaktı, sevmekti, dünyayı değiştirmek ve kendisini de onunla birlikte değiştirmekti, ondan ayrılmak değil… Hayatı savunurken öldü. Ölmemeliydi. Karşı kyup savaştığı şeyin, totalitarizmin kurbanı olarak öldü.”

Sürgündeki son kuşak Ermeni devrimcisi Garbis Altınoğlu, Manuşyan ile ilgili değerlendirmesini şu sözlerle bitirir: “Adları ve eylemleri burjuvazi tarafından bir susku komplosuyla unutturulmak istenen Misak Manukyan ve yoldaşlarının ve aynı yolu izleyen çeşitli ülkelerin onurlu devrimcilerinin mirası, proleter enternasyonalizminin ete-kemiğe bürünmüş halidir. Bu bağlamda Manukyan’ın son mektubunda eşine, Nazi haydutlarının iğrenç eylemlerinden ve onların işledikleri suçlardan bir ölçüde kendileri de sorumlu olmakla birlikte “Alman halkına…. nefret beslemediğini” söylediğinin altını çizmek gerekir. O’nun aynı biçimde, Ermeni halkına karşı bir jenosid gerçekleştirmiş olan Osmanlı-Türk gericiliğine ve perde arkasından onu yöneten Alman emperyalizmine karşı sınırsız bir nefret beslemekle birlikte, Anadolu’nun Türk ve Müslüman halkına karşı da nefret beslememiş olduğunu tahmin edebiliriz.”[2]Garbis Altınoğlu Misak Nanuşyan’ın proleter enternasyonalizmini vurgular.

Ermeni Devrimcilerinin İnsanlık değerlerine sahip çıkmaları ve bu uğurda can vermeleri Türkiyedeki bazı Nazi yanlısı gazetelerine hiç de hoşuna gitmemiştir. İftiralarına başlamakta gecikmezler. Bu Nazi yanlısı gazetelerin yayınlarına karşı Ermeni Devrimcisi Aram Pehlivanyan kurucusu olduğu Nor Or Gazetesinin 28 Ocak 1946 tarihli nüshasında Hakikat adlı başyazısıyla cevap verir. Okuyucuya çok tanıdık gelecek olan bu makaleyi çok geniş alıntılıyoruz:

“Son günlerde bazı Türk gazetelerinin Ermenilere karşı topyekün taaruza geçtiğine şahit olmaktayız. Buna Ermeni matbuatı gücünün yettiği nisbette mukavemet etmektedir. Fakat maalesef şunu kabul etmek zorundayız ki, Ermeni gazeteleri memleket efkarı umumiyesinde ancak ufak bir tesir sahasına maliktirler. Bu sebeple müdafaa, kılıçla döğüşen birine karşı topluiğne ile mukavemey etmek kadar beyhude ve hatta gülünç olmaktadır. Bu vaziyeti göz önünde tutarak bizler doğrudan doğruya Türk efkarı umumiyesile temasa geçmek istedik. Evvela şunu arzederim ki: bu satırları yazan Balkan harbinde, geçen dünya harbinde bu memleket için şehitler vermiş bir ailenin, ve daha üç sene evvel yine bu memleket için varını yoğunu vermiş [Varlık Vergisini kastediyor] bir milletin evladıdır. Bu sıfatla bazı türk gazetelerinin bu haksız tecavüzlerini hayretle, esefle karşılamaktadır. Bu gibi neşriyat yapan gazetelerin başında ‘Tasvir’ ve ‘Cumhuriyet’ gelmektedir.[Bu gazeteler 2. Savaşta Almanları destekleyen Türk gazeteleridir. Almanlardan bunun karşılığı maddi destek aldıklarına dair güçlü kanıtlar vardır. Alman Büyükelçisi basını yemlediğini söyler] ‘Tasvir’ maziye ait bir hesap pusulasile [tsvir sahibi ve Tekilat-ı mahsusa elemanı Ebüzziya’nın savaş suçu işlediği suçlamasıyla Malta’ya sürgününü kastetmektedir] ortalığı yaygaraya boğmaktadır…. ‘Cumhuriyet’ gazetesinin 25 aralık 1945 tarihli nüshasında ahmed Halil isminde birinin ‘İkinci dünya harbinde ermeni meselesi’ başlıklı bir makalesi neşredildi. Mümaileyh bu yazısında Türkiyedekiler de dahil bütün dünya Ermenileri Almanlarla işbirliği yapmış bir unsur olarak göstermeğe yelteniyor. Bu meyanda Fransa da dahi Ermeniler müstevlilerle işbirliği etmişler, Ahmed Halilin İstanbulda bulunan bir Fransız dostu da bunu teyid ediyor. Bu gibi müphem kaynaklar göstererek veyahut hiçbir kaynak göstermeden isnatlarda bulunmak bir sınıf gazetecilere mahsus modası geçmiş malum bir taktiktir. Fakat işin enteresan ta­rafı bu deği, memlekette Alman yeni nizamına karşı sempatisiyle tanınmış ‘Cumhuriyet’ gazetesinin, şimdi mihver taraftarlığını bütün Ermeni milletine yüklemeğe çalışmasıdır. Anlaşıldığına göre bu anonim Fransız vatandaşı, Fransız ordusunda Almanlarla çarpışmada, esir kamplarında ve yeraltı faaliyetlerinde binlerce Ermeninin Fransa için şehid düştüğünden haberdar değil ve yahut onların hatırasına hürmet gössterecek kadar ruh asaletinden mahrum,üstelik onları işbirlikçi gösterecek kadar küstahtır. Birgün belki Ahmed Halil veya onun zihniyetinde olanlar, Peténlerin, Lavalların, Darnanların, Deatların,Dorlotların Fransayı Nazilere satan bütün vişici avanenln ve vişi milislerinin Ermeni aslından ol­duklarını İddia ederler. Biz buna da hiç şaşmıyacağız. Ancak bu adamların pişkinliklerine de hayran olmaktan kandimizi alamıyacağız… Bazı gaztelerde yalnız Ermenilere karşı memlekette bir hava yaratmak için adeta bir gayret bir arzu mevcuttur ve bu gayrimesul eler efkarı umumiye dene zenbereği her gün her çareye baş vurarak bir kısım vatandaşlar eliyle kurmaktadırlar. [taktik hala değişmiyor]

Ermeni milleti mihver tecavüzüne karşı, Amerikan, Rus, Fransız ordularında bilfiil çarpışmış kanını akıtmış, elde edilen zafere dünya ölçüsile ufak, fakat kendi imkanlarının ölçüsile gayet büyük gayret katmıştır. Onun demokrası davasına gösterdiği bu hizmete mukabil iftira ve isnadlarda bulunmak hakkaniyete bağlı, şeref ve haysiyet sahibi her insanı muhakkak ki rencide edecektir.

Ahmed Halillerin şunu iyi bilmeleri lazımdır ki, klasik demokrasinin ‘zaman ve mekan şartlarının’ dahi üstünde olan, fikir,vicdan teşkilatlanma hürriyetleri milletler ve dinler arasında hukuken eşitlik gibi birkaç temel prensibi var. Halbuki mezkür gazetelerden hiç biri ekalliyetlerin memlekette üvey evlat muamelesi görmesine ses çıkarmaz.

Türklerle Ermeniler arasında kardeşlik bağlarının tecessüsüne hararetle taraftarız. Bunun tahakkukuna önderlik edecek olan matbuattır. Fakat onun bu günkü zihniyeti arada müşterek olan kıymeti yok etmek tehlikesi gösteriyor.”

Hayatı sürgünde noktalanan Pehlivanyan’ın yaşamına kısa satırbaşlarıyla da olsa değinelim: Aram (Büyük) Pehlivanyan, 1 Ağustos 1917'de (nüfus tezkeresine göre 9 Temmuz 1333'te) İstanbul Üsküdar'da doğdu. Yeni Mahalle, Boyacı Artin Sokak, Hane No: 6'da kayıtlı ailenin altıncı ve son çocuğuydu. İlköğrenimini Üsküdar Nersesyan-Yermonyan (1932), ortaöğreni­mini Galata Getronagan (1938) Ermeni okullarında, yükseköğrenimini İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi'nde tamamladı (1949). Daha li­sedeyken şiir yazmaya başladı. Sınıf arkadaşı S. K. Zanku ile iki sayı Ermenice "Aşğhadank" [Emek] edebiyat dergisini çıkardı (1939). Üni­versite yıllarında siyasi faaliyetlere katılmaya başladı. 1941'de tutuk­landı, on beş ay hapis yatarak 1943'te serbest bırakıldı. Avedis Aliksanyan ve S. K. Zanku ile birlikte Ermenice "Nor Or" [Yeni Gün] adlı haftalık gazeteyi çıkardı (1945). Gazete 1946 yazında günlüğe dönünce yazı işlerinin yükünü ve sorumluluğunu üstlendi. Kısa süren siyasi serbesti döneminin son bulmasıyla birlikte gazete kapatıldı. Pehlivanyan tutuklandı ve üç yıl hapse mahkûm edildi. 1949'da özgürlüğüne kavuştu. . Aynı yıl Ermenice şiirlerinden oluşan kitabı Kağaki Jığhorin Meç [Kentin Gürültüsünde] yayınlandı. 1950'de, yine S. K. Zanku ile birlikte tek yapraklık Ermenice "Gırung" [Turna] aylık sanat edebiyat dergisini çıkardı. Bu arada askerliği er olarak Erzu­rum'a tertip edilen Pehlivanyan, daha derginin ikinci sayısı çıkmadan (Mayıs 1950), İstanbul'u gizlice terk etti. Haydarpaşa'dan trenle Ada-na'ya, oradan Suriye'ye geçti. 1956'da Suriye'den ayrıldı, bir süre Fransa'da kaldı. 1958'de Demok­ratik Alman Cumhuriyeti'ne (Doğu Almanya) geçip Leipzig'e yerleşti. Siyasi faaliyetlerini sürdüren Pehlivanyan, "Bi­zim Radyo"da redaktörlük ve Türkiye Komünist Partisi'nde politbüro üyeliği yaptı. Ölümünden iki yıl önce yavaş yavaş siyasi çalışmalar­dan çekildi. Pehlivanyan Kansere yenik düşerek 13 Aralık 1979'da Berlin devlet hastanesinde yaşamı noktalanır ve Leipzig'de toprağa verilir.

Aram’ın yaşamı sonuna kadar siyasi mücadele içinde geçmiştir. Reel sosyalizme bakışı eleştireldir. Kızı Meline babasını şu sözlerle anlatır: Adalet anlayışına sahip, dürüst bir insandı. Haksızlığın, insan­ların aşağılanışımn yanında asla yer almazdı. Doğu Almanya' da (Demokratik Alman Cumhuriyeti) hüküm süren ikiyüzlülüğe karşın babam bana düşüncelerini açıkça ve korkusuzca ifade et­meyi, yönetici erke karşı eleştirel bakış açımı hep korumayı, güç­süzlerin davasını üstlenmeyi ve insanlarla çok çabuk yakınlaşma­yı öğretti… Göçmen olmanın kendisinde uyandırdığı duygulara ilişkin tek söz etmezdi. Ancak ona dikkatlice baktığımda İstanbul'a, eski dostlarına, doğduğu ülkenin iklimine ve mutfağına duyduğu özlemi kolayca görebilirdim. Çalışma masasının üzerinde, dostu Nazım Hikmet'in fotoğrafının yanı başında, daha küçük boyutta siyah beyaz bir fotoğrafta Kızkulesi görülürdü. Babam doğduğu ülkeden ayrıldığı günden itibaren bu fotoğrafı, gittiği her yere beraberinde taşıdı. Onun, ülkesine duyduğu özlemi anlatabilmek için Karadeniz kıyısında Soçi'de yaptığımız iki haftalık tatili hatırlamam yeterli. Babam, sık sık balkonda oturur, elindeki portatif radyoda Türkçe bir istasyon arar ve uzun süre tek kelime etmeden İstanbul' un bu­lunduğu yöne doğru bakıp denizi seyrederdi…Yeni vatanı Almanyada babamın yadırgadığı , hoşuna gitmeyan pek çok şey vardı… doğu Almanların toplumsal yaşamının dışında kaldı hep, sadece iki Alman arkadaşı oldu.Babam komünist olmakla birlikte Demokratik Alman Cumhuriyetinde hoşuna gitmeyen çok şey vardı.”

Pehlivanyan sürgünde şiirini geliştirmesi için gerekli olan toprağını yitirmiştir. Dostu Zanku: “Ne yazık ki İstanbul’dan ayrıldıktan sonra üretemedi. Bir şeyi eksikti sanki. Kırılmış kalemini bir kenara bırakmış ve susmuştu… Kırgın bir insanın ruhsal sıkıntısı yansıyordu gözlerinden.” Ortak dostumuz Toros Toranyan’ın sözleriyle uluslar arası fikir hareketinin insanı olan bu Ermeni şairin dizeleri susar, yeni toprakta yeşermez olur. Şair A. Şavarş’ın yerini Siyasi Aram yada A. Saydan almıştır.

Şair Pehlivanyan’ın (A.Şavarş) Ermenice ve Türkçede yazdığı şiirleri umut saçar, siirleri güneşli, parıltılı, ışıltılı ve alev alevdir. O şirlerinde umut saçar. O bir fenerdir. Şiirlerinde fener metaforuna sık rastlanması rasgele değildir. O umudun, ezilenlerin, yoksulların sesidir.

Pehlivanyan yoldaş’ın ölümü üzerine TKP MK tarafından yayınlanan duyuru da Aram Pehlivanyan’ın gerçek adını geçmek yerine:TKP,Leninci savaş erlerinden birini yitirdi. Türkiye işçi sını­fının yiğit evlâdı, TKP MK Politik Büro üyesi Ahmet Saydan yoldaş, ağır bir hastalıktan sonra, 62 yaşında gözlerini dünyaya yumdu.Denir;

Duyuruda yalnızca Ahmet Saydan adının geçmesi, asıl adı Aram Pehlivanyan'dan,onun Ermeni kimliğinden, Ermenice gazetecilik yaşamından ve bunun siyasi içeriği ile sonuçlarından hiç söz edilmemesi bir ayrıntı değildir. Türk solunun bir refleksi olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Duyurunun TKP'nin kitleselleşme iddialarıyla aynı döneme rastlaması ise bir ayrıntıdır...

Coğrafyamızın çocukları Ermeni devrimcilerle ilgili sözlerimizi Aram yoldaşın bir dizesiyle noktalayalım…

“Ve Selam olsun
gözlerinde doğacak sabahın ışıltılarıyla
karanlığın içinden
güzel yarınların umudunu kuşanmışlara…”

----------------------------

[1] Uluslar arası devrimci harekete destek veren ermeni devrimcilerinden bir bölümü saygıyla anıyoruz.

Harutyun (artin) Madeyan:İstanbul da okudu adana doğumlu eski Hınçak üyesi, 1924’te Beyrut’ta spartakist hareketin kurucusu, Halit Bektaş ile birlikte Suriye-lübnan KP kurucusu, 1926 da iki parti birleşerek Suriye KPne dönüştü.

Aram Madoyan: Lünnan KP kurucusu, daha sonra Suriye/cezirede parti sorumlusu

Hovannes Ağabaşyan Kp gazetesi kurucusu
Barur Yeresyan KP MK üyesi

Krikor Hamamcıyan Parti matbaasının kurucusu

Pierre Şadarevian: Lünnan KP kurucusu, işkencede öldürüldü, Faracallahilu ile birlikte cesedi asit çukurunda eritildi.

Hagop Der Bedrosyan Suriye KP Üyesi, Lovon Der Petrosyan’ın babası,devrimciliği musa dağdan başlar Partinin Halep sorumlusu1946 da Ermenistan’a gitti

Avedis Alaksyanyan Suriye KP sorumlularından Fransa’ya gitti orada aşkar adlı gazete çıkardı,

Varujyan Sahatyan Suriye, KP MK üyesi,

Badrik Seliyan Suriye KP MK üyesi, amerikaya gitti orada KP içinde çalıştı, draper gazetesi kurucusu

Nikol Aşrafi: Suriye KP yöneticisi

Arslanyan , Bulgar KP kurucusu,

Boğosyan, Bulgar KP kurucusu, varna’da öldürüldü ve denize atıldı,

N. Benyamin, İran KP –Tudeh, yöneticisi, Şah rejimince katledildi,cesedi bulunamadı

Hagop Hagopyan, Mısır KP yöneticisi, ressam daha sonra Ermenistana gitti ölümü 1960

Aşot Artiesyan, Amerikadan İspanya iç savaşında devrimci alaylarda savaşçı olarak bulundu ispanyada falanjistler tarafından katledildi.öldüğünde 32 yaşındaydı

Takesyan, Yunan KP içinde çalıştı Atina sorumlularından

Stefan Grudikyan, yunan KP içinde çalıştı, daha sonra Ermenistana gitti.

[2] Garbis Altınoğlu, Misak Manukyan’ın Anısına, http://www.sgdf.in/biyografi/3559-misak-manukyanin-anisina.html

-------------------------------------

[i] Bir Ermeni devrim şarkısı

[ii] Kod adı Paramaz olan Matteos Sarkisyan, bir Ermeni fedaisi, özgürlük savaşçısı ve siyasal aktivist. 1863 yılında Meğri kentinde doğdu. Eçmiadzin'de eğitim gördü. Nahçevan'da öğretmenlik yaparken, Stefan Sabah-Gülyan ile tanıştı [1915 yılında o da Divan-ı Harp tarafından gıyabında idama mahkum edilecekti] ve Ermeni Sosyal Demokrat Partisine [Hınçak] girdi. 1903 yılında Rus Çarlığının Kafkasya Genel Valisi Golitsin'e karşı bir suikast örgütledi. 1905-06 yılları arasında Azeri-Ermeni kıyımları sırasında iki halkın bir arada yaşaması için çaba harcadı. Köstence'deki tarihi toplantıdan sonra İstanbul'a geldi ve divan-i harbte mahkeme edildikten sonra 19 arkadaşları ile birlikte ölüme mahkum edildi.

[iii] Teotik idamlar ile ilgili şunları söyler: 07 / 20 Nisan 1915’te Almanak’ı yayımlayan Hovagimyan ile birlikte Divan-ı Harp önünde muhakeme edildiğimde, bir sene hapse mahkûm oldum. Aynı gece, Büyük Koğuş’ta, yukarıda zikrettiğim insanlarla kaldım; onlar kara hükümden habersizdiler. Merkez Hapishanesi’ne naklolduktan bir ay sonra, feci akıbetlerinin farkına varmış ve benden Patrikhane’ye haber aktarmamı istedilerdi. Hapishanedeki papaz vasıtasıyla gerekeni yaptım ise de, Patrik Zaven Hazretleri pek fazla bir şey yapamadı. Talât Paşa, Patrik Hazretleri’nin ziyaretini kabul etmek istememişti. Ve hepsi 2/15Haziran’ında, şafakta, hepsi Divan-ı Harp binası önünde asıldılar; birçoğu gibi onlar da, (başka şans kalmadığı için doğmuş olan) Bağımsız Ermenistan hülyası yolunda kurban düştüler. Kaderin garip bir tecellisi olarak, bu yirmi kişinin katlinden, son tahlilde, mesul olmuş kişi de, yedi ay sonra asılacaktı.

[iv] İdam edilen iğer Ermeni sosyalistler şunlardır:

Dr. BENNE TOROSYAN (Bedros Manukyan): Kharpert’in (Harput) Hüseynig kasabasında doğdu. Yeprad Koleji’nden (Fırat) 1903’te mezun oldu. Biraz öğretmenlikten sonra, Beyrut Amerikan Tıbbiye’sinde okudu, ihtisasını ilerletmek amacıyla Amerika’ya gitti. Meşrutiyet’ten sonra İstanbul’a gelerek sanatını icra etti; aynı zamanda kamu yararının yöneticilik rolüne devam etti.

ARAM AÇIKBAŞYAN: Arapgir’de doğdu; öğrenimini orada gördükten sonra 55 yaşında İstanbul’a geldi. Hukuk Okulu’na devam etti. Öğrencilik süresince Murat, Arpiyar , Cangül ve diğerleriyle temas kurdu; o sıralarda, tanınmış militan Şımavon İstanbul’a gelip Hınçak Fırkası’nıntohumlarını atmıştı, ve Hınçag Fırkası saflarına girdi; 1897’de Kumkapı nümayişinin tertipçileri arasındaydı. Hukuk diplomasını almadan Avrupa’ya geçti; oradan Pokr Hayk’a (Küçük Hayk) gitti; gayesi Ermeni gençliğini şekil ve şemaile sokmaktı. Yıllarca maceralı bir hayat yaşadı; Şabinkarahisar ve Sepastiya’da (Sivas) özverili çalışmasıyla tanındı. Yakın arkadaşı Taniyel Çavuş ile tanınmış fedai Aram’ın yardımcısı oldu. 1905’te Delege Meclisi kendisini Merkezi Yönetim’e üye seçti. Benzeri milli vazifeleri hayatının sonuna kadar ifa etti. Hayatını kazanmak için İstanbul’da emlak tellallığı da yaptı.

KEĞAM VANİGYAN:Van’da doğdu. Yeramyan Okulu’nu bitirdi, İstanbul’da Hukuk Mektebi’nden 1913’te mezun oldu. Talebe Cemiyeti’ni kuranlardan oldu; “Gaydz” (Kıvılcım) gazetesinde yazarlık ve “Hınçag” gazetesine muhabirlik yaptı.

YERVANT TOPUZYAN: Bahçecik’te doğdu, burada öğrenim gördükten sonra doğum yerinde ve Geyve bölgesi köylerinde öğretmenlik yaptı. Değişik gazetelere Panvor (İşçi) nam-ı müstearıyla yazılar yazdı.

RUPEN GARABETYAN (Vahan Boyacıyan): Çemişkezek’te doğdu. Kafkasya, Romanya, Bulgaristan ve Amerika’da siyasi faaliyetlerde bulundu ve Meşrutiyet’ten sonra da İstanbul’a geldi ve ticarete başladı ve Çemişkezek’ten Mahalli İdare Meclisi’ne mümessil seçildi.

HOVHANNES DER ĞAZARYAN: 1878’de Gesariya’da (Kayseri) doğdu Öğrenimini orada gördükten sonra, öğretmenliğe başladı. Çocuk yaşından inkılâpçı Çello ve Jirayr’ın nutuklarından etkilendi; onların mensup olduğuHınçag Fırkası’na girdi. Fırka’nın değişik delege kurullarına katıldı. Azad- Vartanik ile, Gesariya’ki çatışmalara katıldı.

TOVMAS TOVMASYAN: Kilis’te doğdu; öğrenimini orada gördüktensonra, öğretmenliğe başladı; Halep’e geçti ve buranın Muallim Mektebi’nden mezun olduktan sonra, yine Kilis’te öğretmenlik mesleğine devam etti. Hınçag

Partisinin’nın buradaki şubesinde aktif rol oynadı ve1914’te İstanbul’a gönderildi.

HAGOP BASMACIYAN: Kilis’te doğdu, erken yaşlarda Hınçag Fırkası’na girdi; eğitimciliğe başladı; 1902’de Lusasirats İlkokulu’nu (Işıksever) kurdu. Hapsedildi, Kilikya (Başpatriği) Gatoğigos’unun ziyaretivesilesiyle affedildi. 1895’teki Adana ve çevresindeki Kilikya Ermenilerinin mâruz kaldıkları Kıyımı sırasında, savunma amacıyla silah yapımında önemli roller oynadı. Singer firmasında çalıştı.

MURAT ZAKARYAN (Hagop Ğazaryan): Muş’un Tzıronk köyünde doğdu. Memleketi insanlarının mâruz kaldığı acı ve ıstıraplar, kendisini protesto eylemlerine itti. Paramaz’ın ayrılmaz arkadaşı ve Galitsini fedailerinden oldu Ermeni – Tatar çarpışmalarına katıldı. 1914’te İstanbul’a özel görevle yâni Talât Rejimini devirmek için gitti.

MIGIRDİÇ YERETSYAN: 1873’te Abuçeh’de doğdu. Öğrenimini Harput’ta gördükten sonra ticaretle uğraştı. Meşrutiyet’ten sonra Harput’un Hınçak Partisi şubesine üye oldu. Tâlât’ın Ermeni düşmanı siyasetinin başında, hiç duyulmamış işkencelere mâruz bırakılarak, İstanbul’a getirildi.

KAREKİN BOĞOSYAN: Şabinkarahisar’da doğdu. Açıkbaşyan’ın sevdiği arkadaşıydı. Abdülhamit rejiminde Kafkasya’ya geçti ve Meşrutiyet’ten sonra İstanbul’a geldi. Saraçhane’de çadırcılık yaptı. Arşavir Sahakyan suikastının baş sorumlusu olarak tutuklanıp, hapsedildi.

ARMENAK HAMPARTSUMYAN: Denizli’de doğdu. 27 yaşında silah ve patlayıcı madde konusunda, ihtisas sahibi olmuştu; ünlü bir nişancıydı, 1914’te İstanbul’a geldiğinde bir ihbar sonucu tevkif edildi. İttihad’a hainlikle suçlandı.

YEREMYA MANUKYAN: Gesariya’nın (Kayseri) Tomarza kasabasında doğdu. Küçük yaştan İstanbul’a göç ederek Hınçagyan Gusagtsutyun saflarına girdi. Mahalli devrim nümayişlerine katıldı. Kunduracılık yapmıştır.

APRAHAM MURADYAN: Kunduracı, Hınçagyan Fırkası üyesiydi.

MİNAS KEŞİŞYAN: Diğer müstear adları, Samsunlu Khaçig ve Sarı Minas’tı. Kayseri’de doğdu. Çocuk yaşta Hınçagyan Gusagtsutyun bayrağının altına girdi. Ermeni – Tatar silahlı çatışmalarında, Erivan ve Şuşi’de mesuliyetli roller aldı. İri yarı gövdesiyle, görünüşte hemen terörist tipini andırdığı muhakkaktı.

SIMPAD KILIÇYAN (‘Angudi’ yâni ‘parasız’ Bedros): Pağeş’te doğdu.30 yaşında terzi olmakla beraber, silah kullanmakta ustalaşmıştı. Tecrübeli bir Hınçag Fırkası üyesi olarak, Muş’ta ve Pağeş’te siyasi faaliyet gösterdi.

KARNİK BOYACIYAN: Şabinkarahisar’da doğdu. Erken yaşta İstanbul’a geldi ve kahvecilik yaptı. Hınçagyan Fırkası saflarına katıldı. 1914’te Tâlât’a karşı tertiplenen bir suikasta iştirak etmiş olması suçlamasıyla tevkif edildi. Onbeş gün içerisinde otuz Lira ceza ödeme şartıyla serbest bırakıldı ve kendisi de bu meblağı zamanında temin edemediği için, tekrar tevkif edilip, hapsedildi. Asılmadan önce, günah çıkartmak için gönderilen papaza şunları söylemiştir : ‘Papaz Efendi, git dışarıdakilere söyle, söyle ki 30 Liram olmadığı için beni astılar’.

HIRANT YEGAVYAN: Arapgir’li Tıbbiye öğrencisi.

BOĞOS BOĞOSYAN: (Eğin) Agın’lı kuyumcu, hayli ilerlemiş yaşında asıldı

HIRANT AĞACANYAN: 28 yaşındayken Erzurumlu Patırmacıyan’ın sahte bir mektubu adresine, mahsus yollanarak suçluolarak suçlanmıştır. Marzıvan Koleji’nden (Merzifon) mezun olduktan üç yıl Amerika’da ticaretle uğraştı, sonra bu işe kardeşiyle birlikte İstanbul’da devam etti. İstanbul’dan sürgüne gönderildi, şehit Arşag Hazhazyan’ın kayınbabasının oğluydu. 1915 ilkbaharında, İstanbul Hapishanesi Müdürü ve Tâlât’ın sağ kolu İbrahim Hayri, Bursa’ya gidip, İzmit, Adapazarı ve havalisinde dolaşınca; en haşin şekilde aramalara girişmişti. İşte bu vesileyle, İbrahim Hayri, Ermenilerden bir sürü silah toplar ve aşağıdaki dört kişiyi İstanbul’a yollayarak darağacına yollar:

GARABET POTUKYAN: (Bardizak’ta Bahçecik) doğdu. İzmit’e yerleşti. Küçük yaştan Hınçag Fırkası saflarına girdi ve İstanbul nümayişlerine katıldı. 1914’te İttihad’a hainlikle suçlanarak tevkif edildi ve rüşvet vererek kurtuldu. Ertesi yıl tekrar tevkif edilerek İstanbul’a getirildi.

KHOREN KHORENYAN: Adapazarı’nda doğdu. Demirci ve Hınçag mensubu. Silah ve bomba yapımında uzman, Adapazarı’nda seçim mücadelesinde koyu bir İttihad’çı muhalifiydi.

AMASYA’LI KRİKOR KAYYAN: Adapazar’da otel sahibiydi. Önce Hınçag sonra Taşnag Fırka’sına girdi. Otuz yıl devrim çalışmalarına katıldı. Kendi çevresinde müdafaa işlerinin vazgeçilmez adamı olarak tanınmıştı. Bomba imâlinde ustaydı. Adapazarı’nda Amasyalı lâkabı ile tanınmıştır.

[v] Aram Pehlivanyan, Özgürlük İki Adım Ötede Değil, Aras Yayıncılık,1999.

[vi] Mélinée Manouchian, Bir Özgürlük tutsağı MANUŞYAN, Çev. Sosi Dolanoğlu, Aras Yayıncılık ,2009.

Özgür bir Dünya İçin KALDIRAÇ Sayı:106-107

13 Şubat 2010 Cumartesi

Sınıf, Bir Araya Getirir...





Gün Zileli
zileligun@hotmail.com

Genellikle iktidarlar kendi sonlarını kendi elleriyle hazırlarlar. Polis şiddetiyle suya atılan tekel işçisinin yüzündeki, “bize bunu da yaptınız ha” türü şaşkın ifadeyi ekranda ilk gördüğümde bunu düşünmüştüm. O şaşkın ifade çok kısa sürede kararlılığa dönüşecekti.

“Anti-Otoriter İnisiyatif”ten arkadaşlarla birlikte gittiğimiz, Ankara'da, Türk-İş binasının önündeki, tekel işçilerinin direniş çadırlarını bu ayın başında ben de gördüm. Gördüğüm, sessiz ve uzun süreli bir yeni 15-16 Haziran'dı. 15-16 Haziran, ani ve öfkeli bir yanardağ patlamasıydı. Bu seferkinde ise lavlar sessiz sedasız fokurduyordu yanardağın ağzında. Patlayan değil, henüz patlamayan yanardağdan korkun!

Sınıfın, aynı yerin altında akan ve görünmeyen sular gibi öyle pek belirgin olarak dışa vurulmayan bir belleği vardır. O bellek, kendiliğinden biriktirir deneyimlerin derslerini, hem de dünya çapında. İşte orada, geçmiş deneyimlerden dersler çıkaran işçi sınıfı belleğinin sessiz bir pratik ortaya koyduğu görülüyordu. İşçiler, bu sefer inisiyatifi kimseye bırakmak niyetinde görünmüyorlardı. Ne, Türk-İş binasında konuşlanmış Türk-İş yöneticilerinden oluşan direniş komitesine, ne kendilerine destek vermeye gelmiş şu ya da bu sol örgüte. Komiteyi, istekleri doğrultusunda hareket etmeye zorluyorlardı. Komitenin üzerinde görünmeyen ama çok güçlü bir işçi denetimi vardı. Satışa izin yoktu. İşçiler, kendilerini desteklemeye gelen ya da orada sürekli nöbet tutan örgütlerin hepsine, hiçbir ayrım yapmadan “welcome” diyor, onlara kucak açıyorlardı ama bu örgütlerin hiçbirine inisiyatifi vermek niyetinde olmadıkları anlaşılıyordu. Sol örgütlerin sloganlarını saygıyla dinledikten sonra, sadece “yaşasın sınıf dayanışması” sloganını atmaları bile bu kararlılığın göstergesiydi. Geçmişte böyle miydi ya! İşçiler, ya kendilerinden daha iyi “bilen”lerle baş edemeyeceklerini düşünerek baştan reaksiyoner bir tepki içine girer ve dolayısıyla polis ajanlarının ve sarı sendikacıların yönlendirmesine açık hale gelirlerdi ya da bu iyi “bilen”lere peşinen teslim olur, onların karşısında bir aşağılık duygusuna kapılıp ipleri teslim ederlerdi. Artık ortak belleğin öğrettiği şey başkaydı onlara. Ne reaksiyon, ne teslimiyet! Desteğe eyvallah, yönetilmeye hayır!

Türkiye'de gazetelere, dergilere, internet sitelerine bakan biri, ideolojik ve siyasal planda, hem genel politik arenada, hem de sola ilişkin ideolojik platformlarda, içinden çıkılmaz bir kargaşalıkla, farklılıkla, kaosla ve didişmeyle karşılaşır. Bu kargaşalık ve çatışma ortamı, içinden çıkılmaz bir durum gibi görünür. Ne var ki iş sınıf mücadelesi düzlemine geldiği zaman, sınıfın bu kargaşalığı bir sadeliğe indirgediğini, çok farklı gibi görünen eğilimleri bir araya getirdiğini görüyoruz. Genişten gidelim. Tekel işçilerinin içinde çok sayıda AKP ve MHP taraftarı işçinin olduğu söyleniyor. Ne var ki, tekel işçilerinin mücadelesi bu parti farklarını ortadan kaldırmış. İster MHP'li, ister AKP'li, ister CHP'li olsunlar, işçiler, partilere göre bir bölünmenin saçmalığını anlamış bulunuyor. Üstelik, MHP ve AKP'li işçiler, hızlı bir sınıf pratiği içinde, güvendikleri partilerinin nasıl karşılarında konumlandıklarını görmüş durumdalar. Ne var ki, bunu görmeleri, işçilere destek verdiğini söyleyen CHP'ye kaymalarına da yol açmıyor. Diğer yandan, mücadele öncesinde muhafazakâr-milliyetçi yönelimler içinde olan işçiler, Kürt işçi kardeşleriyle aynı çadırları paylaşırken milliyetçi önyargılarından da hızla sıyrılıyorlar. Dışardan herhangi bir bilinç taşımayla olmuyor bu gelişmeler. Sınıf mücadelesinin bizzat kendisi en büyük eğiticidir. Eğitmenlere değil, eğitici pratiklere ihtiyaç var.

Ulusalcısından, komünistine, anarşistinden Troçkistine, feministinden eşcinseline, CHP'lisinden Alevisine, Kürdüne, liberalinden, radikaline her renk, her eğilim, her ideoloji, her grup, her örgüt orada. Başka bir zamanda, başka bir ortamda karşı karşıya gelseler birbirinin gözünü oyacak yüzlerce farklı eğilim, işçi çadırlarının çevresinde bir araya gelmiş, birbirleriyle didişmeye girmenin boşa kürek sallamak olacağının onlar da farkında. İşçi mücadelesi grupları bir araya getiriyor ve eğitiyor. Bu sefer eğitme sırası sınıfta. İşçi sınıfı onlara, “aklınızı başınıza toplayın, kavga edecek bir şey yok” diyor. “Ortak hedefler için bir araya gelin, farklılıklarınız olsun ama birbirinizi yemeyin” diyor. İşte bu, liberal değil, işçi sınıfı çoğulculuğudur. Sınıfın ve sınıf mücadelesinin gösterdiği bu iradeden herkesin, hepimizin öğreneceği çok şey var.

O sıkışıklıkta, o yoksunlukta, işçiler arasında tek bir kavga bile çıkmamış, işte hepimizi eğitecek bir önemli nokta daha. Tek tek bireyler olarak alsanız, eminim içlerinde çok geçimsiz insanlar da vardır işçilerin, ne ararsan bulabilirsin. Geçimsizini, burnundan kıl aldırmayanını, hır çıkarmak için bahane arayanını. Ama orada artık bireysel iradelerin bileşiminden oluşan kolektif bir irade var. Herkes bu sınıf iradesine ayak uydurmak zorunda. Bu mücadeleyi kazanmak istiyorsan sınıf tesanüdünü, kardeşliğini korumak zorundasın, bunun başka yolu yok.

Çevre esnafının işçilere verdiği destek olağanüstü. Çevredeki cafe ve barlar geceleri işçiler yararlansın diye kapılarını açık bırakıyor ya da anahtarlarını işçilere veriyorlarmış. Bu da geçmişe göre yeni bir gelişme. Esnaf genellikle işçi hareketlerini kendi küçük satış düzenine bir tehdit olarak algılamıştır geçmişte. Esnafın işçiye verdiği desteğin kıymetini bilmeli. Bu, genel olarak halkın, geçim kapılarını zorlayan devlete ve AKP hükümetine karşı işçileri tercih ettiğini ve hatta onları “öncü” bir güç olarak gördüğünü gösteriyor. “İşçi sınıfı öncülüğü”, kendilerini işçilerin yerine koyan örgütlerin programlarındaki bir kerameti menkul dogma olarak değil de, gerçekten işçi sınıfının eylemi olarak hayata geçtiğinde gerçek anlamına kavuşuyor.

Tekel işçileri, şu an sadece kendileri için değil, işçi sınıfının önemli bir kısmını doğrudan ilgilendiren 4c'nin kalkması için tüm sınıf adına da savaşıyor. Bu yüzden büyük bir mücadeledir bu, Türk-iş binasının çadırlarında somutlaşan ama ondan çok daha büyük ve geniş bir mücadele.

Tekel işçisinin mücadelesi, tam “her şey bitti mi artık, bir kıvılcım da mı yok” dendiği bir anda yanan bir kıvılcımdır. Hayat böyle bir şeydir işte, tam her şey bitti dendiği an parlar yeniden.

■■■

3H hareketi:

Bu yazıyı yazmaya hazırlandığım günlerde iki arkadaş bana 3H hareketi diye bir şeyden söz ettiler. Bu kişiler, tekel işçilerine karşı bir protestoya girişmişler. İlgilendim. Bana gönderin ilgili linkleri dedim. Sağ olsunlar, göndermişler. Linkleri inceledim. On on beş kişi, belki yaptıkları eylemin haklılığına pek inanmadıklarından, belki de birilerinden dayak yemek korkusuyla, ellerindeki pankartları yarı yarıya yüzlerine tutarak gösteri yapıyorlardı, AKM önünde. Daha önce galiba Mecidiyeköy'de yapacaklarmış ama solcuların haber alıp kendilerine saldıracağı korkusuyla eylemin yerini değiştirmişler. Böyle bir aptallık yapmaya kalkacak dar kafalılar var mıdır (vardır!), bilmem. Bu kişilere saldırmayı düşünmek kadar büyük bir budalalık olamaz. Kendileri kendilerine saldırmışlar zaten. Bu genç insanlar, böyle bir eyleme katılmanın şaibesini ömürleri boyunca sırtlarında taşıyacaklar. Yazık, acıdım onlara.

Acımakla kalmadım, güldüm de. Bu liberal gençler, pankartlarında yazdıklarından gördüğüm kadarıyla, en büyük devlet savunucusu olarak çıkmışlar ortalığa:

“Devlet malı denizse, biz de domuzuz.”

Size şu kadarını söyleyeyim kısaca: “Devlet malı” dediğiniz şey babanızın malı değil, tekel işçileri de dahil olmak üzere emekçi insanların alınterinden birikmiş bir servettir. Bu “deniz”i asırlardır hortumlayan babalarınız ve babalarınızın silahlı gücü devlet, kendini savunabilmek için, aynı George Orwell'in Animal Farm'ında olduğu gibi, sistemin bekçisi domuzları yetiştirmekten geri kalmamıştır. Bu anlamda sizin de bu “devlet malı”nın domuzları olarak ortalığa dökülmenizde şaşılacak bir şey yoktur. Sistemin bekçisi domuzlar teşhir edilmeyi hak ederler sadece.

Gün Zileli
13 Şubat 2010

12 Şubat 2010 Cuma

Entellektüel ahlâk ve eleştiri sınırı


Murat Çakır

Düşüncelerimi paylaştığım çeşitli yazılarda defalarca radikal elelştiri ve özeleştirinin genel anlamda temizleyici etkisi olduğunu, tartışmaları öze yönlendirdiğini söyleyip dururum. Ve, elbette, dikkat edilmezse eğer, eleştiri ve hakaret arasındaki ince çizginin çabucak geçilebileceğini, istemeden de olsa farklı düşünenin aşağılanmasına varacağını ve bu nedenle de eleştirinin radikalliğini tüm insanî hassasiyetlerle kullanmak gerektiğine inanırım.

Kuşkusuz hiç kimse doğrunun tapusunun kendinde olduğunu iddia edemez. Benim de böylesi bir iddiam yok. O nedenle yazılarımı kaleme alırken, üzerinde yoğunlaştığım konuyu elimden geldiğince etraflıca araştırmayı, karınca kararınca düşüncelerimi toparlayıp, paylaşmaya çalışırım. Yazılarıma gelen eleştirileri de, yanılgılarımı düzeltmek, yeni bilgilere ulaşmak, öğrenmek ve yeniden arayışlar içerisine girmek için bir motivasyon olarak algılarım.

Bilhassa sosyalistler arasında yapılan tartışmalarda, kullandığım dilin tüm sivriliğine rağmen, incitici olmamasına özen gösteririm. Hoş, asıl politik dilim Almanca olmasından dolayı Türkçe’de belki bu özenin hakkını tam olarak yerine getirmiyor olabilirim, ama en azından çaba sarfettiğimi söyleyebilirim. Sosyalistler arasında böyle bir çabanın son derece gerekli olduğuna inanıyorum, çünkü tarihimiz, yani cinayetler, aforozlamalar, işkenceler ve ihanetlerle dolu olan 20. Yüzyıl’ın hâlâ solun sırtında bir kâbus gibi durduğunu düşünüyorum. Bu nedenle dostum Jörn Schütrumpf’un dediği gibi, »geçmişteki ve günümüzdeki kendi eylemine karşı dürüstlük; kendi düşüncelerinde samimi olmak – bilhassa rahatsız edici olduğunda ve karşıtlarına karşı da hilekâr olmamanın« sosyalistlerin sahip çıkmaları gereken erdemler olduğuna inanmaktayım.

Eleştirinin rahatsız edici olması son derece doğal. Ne de olsa hepimiz insanız ve doğru olduğuna inandığımız eylem ve düşüncenin başkaları tarafından eleştirilmesi, yanlış olduğunun söylenmesi, dürüst olursak eğer, hepimizi rahatsız eder. Ancak rahatsız oluşumuz, acı olan gerçeği değiştirmiyor ne yazıkki. Bana kalırsa, en acımasız eleştiri karşısında bile soğukkanlılığı kaybetmeden ve esasta kalınarak ya karşı eleştiri yapılıp söylenenler çürütülmeli, ya da özeleştiri verilmelidir. Tartışmaların öğretici, yapıcı, ileriye görütücü olması için bence bu bir zorunluluktur.

Ama diğer taraftan da yapılan eleştirinin inandırıcı bir temele ve örneklemelere oturtulmasının, şahsileştirilmemesinin de gerekli olduğu düşüncesindeyim. Aksi takdirde eleştiri, altı boş bir itham, gerekçesiz bir suçlama ve kişiye yönelikse, hakaret haline gelir.

Bunları niye yazıyorum? Anımsayacaksınızdır, bazı yazılarımda Türkiye sosyalist hareketinin bazı kesimleri arasında gördüğüm »beyaz« duruşu ve gizli, yani latent (latens) ırkçılığı eleştiriyorum. En son kaleme aldığım »Kaçış sınıftan mı, görevden mi?« başlıklı köşe yazımda da bu vurgu var.

Belki bir tekrar olacak, ama neden bu eleştiriyi yönelttiğimi bir kez daha gerekçelendireyim: Bir kere »beyaz« olmak, salt bir ten rengi değildir. »Beyaz« olmak, bir egemenlik alanıdır. Bu tanımı açıklayan sayısız eser mevcut ve tanım antiırkçı literatür ile diskursta yerleşiktir. Gizli, yani latent ırkçılık ise açık, faşizan ırkçılıktan farklı, bilinçaltına yerleşmiş bir yaklaşımdır. Sosyolojide, işlevler ve motiflerin açıklanmasında, psikoanalizde ise bilinçaltına dayalı davranışları açıklamakta kullanılır. Gizli ırkçılık da, aynı ksenofobi, yani yabancı korkusu / yabancı düşmanlığı gibi antiırkçı diskursta yerleşmiş olan, hatta Almanya’da mahkeme karar ve karar gerekçelerine yerleşmiş olan bir tanımdır. »Beyaz« olmanın ve gizli ırkçı davranışların en önemli ortak özelliği de paternalist yaklaşımlardır.

Okuduğum yazılardan, tartışma metinlerinden, programatik belgelerden ve yapılan yorumlardan, »beyaz«lığın ve gizli ırkçılığın Türkiye sosyalist hareketi içerisinde göze çarpan bir biçimde kökleşmiş olduğu sonucunu çıkartıyorum. Kimbilir, belki de Almanya’da yaşadığımdan ve gündelik yaşantımda en az üç öğün gizli ırkçılıkla karşılaştığımdan bu konuda biraz fazla hassasımdır. Ama uzun yıllar göçmen hareketinde ve antiırkçı mücadele içerisinde aktivist oluşumdan dolayı, bilhassa kendimi yakın gördüğüm Türkiye sosyalist hareketine bu konuda eleştiri yapma hakkımın olduğunu düşünüyorum.

Evet, bir akademisyen, bir entellektüel olmadığım doğru. Otodidakt bir aktivist olarak düşüncelerimi paylaşmak istiyorum, sadece o kadar. Düşüncelerimde, yazdıklarımda yanıldığımı, tespitlerimin doğru olmadığını söyleyebilirsiniz. Belirttiğim gibi, doğrunun tapusunun bende olduğunu iddia etmiyorum. Ama ayrıca da bu saatten sonra müthiş bir bilgi birikimi olan Türkiye sosyalistlerine de gizli ırkçılık ile ırkçılık arasındaki farkı anlatmamın bir anlamı olmadığını düşünüyorum.

Şimdi gelelim sadede: Bugün sizlerle Almanya’daki Yeni Özgür Politika ile Türkiye’deki Günlük gazetelerinde Cumartesi günü yayımlanacak olan »Kaçış sınıftan mı, görevden mi?« başlıklı köşe yazımı paylaştım. Yazımı, sayın Ertuğrul Kürkçü’nün Bianet sitesinde yayınlanan »Sınıftan kaçış bitti« başlıklı yazısıyla bağlantılı olarak kurguladım.

Yazıda kişisel bir hakarette bulunmadığımı düşünüyorum. Her ne kadar bir köşe yazısında bir konu tüm detayları ile verilemezse de, ana düşünceyi hakaret sınırını aşmadan özetlediğim inancındayım.

Yazılarıma öyle ya da böyle tepki alırım, ki eleştiri olsun, destek olsun bu beni sevindirir, çünkü her defasında kendimce öğreneceklerimin olduğunu düşünürüm. Ancak bu sefer büyük bir hayal kırıklığına uğradığımı belirtmeliyim. Sayın Kürkçü’den aldığım yanıtlar, dermanımı anlatamamış olduğum kanısını uyandırdı bende. Açıkcası sayın Kürkçü’nün Türkçe’ye benden çok daha iyi hakim olduğunu bildiğimden, düşüncelerimi hakaret, hatta »insanlık suçu izafe ettirmek« olarak değerlendirmiş olmasını hiç ama hiç anlayamadım.

Aramızdaki kısa mesajlaşmayı, sosyalistler arasındaki tartışmalara kötü bir örnek olduğu düşüncesiyle paylaşmak istiyorum. Mesajlar şöyle:

E. Kürkçü: 12.02.2010-13:41 = »Sen ahlaksız bir insansın... ve hep öyle kalacaksın«

Yanıtım: 12.02.20113:58 = Eğer aşağıdaki mesaji gerçekten Ertuğrul Kürkçü yazdı ise, yaşamım boyunca unutamayacağım bir hayal kırıklığına uğrarım. Bilemiyorum, internet ortamında kişilerin isimleri ve mailadresleri kullanılarak hakaretlerin yapılmasına çokca tanık oldum, o yüzden mesajı başkası yazmış olabilir mi. Tanıma fırsatını bulduğum Ertuğrul Kürkçü’nün böyle bir tepki verebileceğini düşünemiyorum doğrusu.

O satırları yazan kisiden ahlâk üzerine öğreneceğim pek fazla bir şey yok. Aksine öğretebileceğim çok şey olduğunu zannediyorum.

Sahiden Ertuğrul Kürkçü bana bu satırları yazdıysa, özür dilemesini bekliyorum. Aksi takdirde şahsıma yapılan terbiyesizliği teşhir edeceğim.

Murat Çakır

E. Kürkçü: 12.02.2010-14:26 = »Bu mesajı ben yazdım. Senin entellektüel ahlâktan nasibini almamış bir insan olduğunu düşünmeye devam ediyorum ve hep böyle kalacağını görüyorum. O yüzden sana ahlâksız diyorum. Ne isen o olduğunu sana söylemiş olmamı kime duyurmak istersen duyur. Ağzına geleni söylemenin serbest olmadığını insanlar çok küçük yaşta öğreniyorlar, sen ise bunca yaş yaşadıktan sonra bana bir insalık suçu izafe etmekte serbest olduğunu sanıyorsan, bunu sadece ahlâken ifsat etmiş olduğun için yapabilirsin. Aramızda özür dilemesi gereken biri varsa o da sensin. Ama bunu da senden talep etmiyorum. Ne halin varsa gör.«

Yanıtlar hakkında bir yorum yapmayacağım, okurun kendisi yorumlayabilir. Ama bir noktanın altını çizmeyi gerekli görüyorum: Bu kısa mesajlaşma bana ne kadar açık ve kanayan bir yaraya parmak bastığımı teyid ediyor. Sayın Kürkçü’nün hakkımda neler düşündüğü, beni pek ilgilendirmiyor. Hakkımdaki düşüncelerini değiştirme gibi bir derdim de yok. Ama sosyalist hareketin önde gelen isimlerinin genel olarak ne düşündükleri, sadece benim değil, sosyalist hareketin bütünü için önemli olmaya devam edecektir.

Kaçış sınıftan mı, yoksa görevden mi?


Murat Çakır

TEKEL işçilerinin haftalardır süren direnişinin yarattığı moral dalgası, sadece tüm renkleriyle Türkiye sosyalist hareketini sarmakla kalmadı, aynı zamanda Avrupa’daki Türkiye kökenli sosyalistleri de heyecanlandırdı. Almanya’da yapılan dayanışma gösterileri, Almanya DIE LINKE partisi ile Avrupa Solu’nun verdikleri dayanışma mesajları ve çeşitli sol-sosyalist gazete ve internet sayfalarında konuya değinilmesi, TEKEL işçilerinin direnişinin Avrupa’daki etkisini anlatıyor sanırım.

Bu bağlamda Türkiye’deki çeşitli kesimlerin, ki bunu yaygın medyada da kaleme alınan yazılar ve yapılan çağrılardan okuyabiliriz, TEKEL işçilerini sempatiyle karşıladıkları görülüyor. Özellikle sosyalistler arasında TEKEL direnişinin »sınıf perspektifinin« ve »sınıf mücadelesinin« gündeme oturduğu, »yeniden önem kazandığı«na dair yorumlar yapılmakta.

Gerçi sosyalist olduğumdan, »sınıf mücadelesinin« hiç bir zaman önemini yitirmediğine inanıyorum, ama sosyalistlerin bu yorumlarında da ciddî iki sorun görüyorum. Bunu, yazılarını özel bir ilgi ile okuduğum Ertuğrul Kürkçü’nün Bianet sitesinde yayınlanan »Sınıftan Kaçış Bitti« başlıklı yorumu bağlamında açıklamaya çalışayım.

Kürkçü, yorumunda TEKEL direnişinin »meşruiyetini emekçilerin mücadeleleriyle buluşarak yeniden üretmek, varlık nedenini hergün yeniden doğrulamak için çok daha elverişli bir dönemin kapısı açılırken, sosyalist hareket bu dönemin toplumsal mücadelelerine dahil olabileceği kanalları yeniden kurmak, bir politik merkez haline gelmek ve sermaye siyasetlerine karşı bir işçi sınıf siyasetini işçilerin sınıf mücadelesi içinden geçirerek inşa etmek sorumluluğuyla karşı karşıya« olduğunu gösteren »muazzam bir yeniden kuruluş momenti« anlamına geldiğini vurguluyor.

Elbette, toplumsal mücadelelerin yükseldiği dönemlerin sosyalist hareketlerin önüne »muazzam« fırsatlar çıkardığı tespitine katılmamak elde değil. Ancak, bu »muazzam« fırsatların sonuç alıcı olabilmesi için, sosyalist hareketin bu fırsatlar ortaya çıkmadan önce doğru ve radikal konumlanışını sağlamış olması gerekmez mi? Türkiye sosyalist hareketi özelinde, bugüne kadar, bırakın toplumsal etkisini, işçi sınıfı üzerindeki etkisini artıramamış olan bir sosyalist hareket için, örneğin egemen politikanın direnişin belirli bir evresinde U-dönüşü yapıp, TEKEL işçilerinin taleplerini belirli ölçüde karşılaması, nasıl bir momentum etkisi yaratacaktır acaba?
Bu direnişi doğrudan barış ve demokratikleşme mücadelesi ile bağlantılı hâle getirememiş, TEKEL işçilerini ve diğerlerini sokağa döken nedenlerin, yani neoliberal dönüşümün, özelleştirme ve liberalleşmelerin, kirli savaş, vesayet rejimi ve Kürt Sorunu ile birbirini tamamlayan bütünsel bir siyaset olduğunu, kendileri de inanmadıkları için gösteremeyen Türkiye sosyalistleri, talepleri karşılanan emekçileri nasıl daha fazlasını istemek için sokakta kalmaya ikna edebileceklerdir?

Kürkçü’nün yazısında bir diğer sorunlu nokta da, ki bunun Türkiye solu için semptomatik olduğunu düşünüyorum, BDP’ne gönderdiği »çiçeklerdir«. BDP’nin yeni yönetiminin bütünsel bir yaklaşımla toplumsal talepleri siyasetine sokmaya çalıştığını, kapılarını, başta Türkiye sosyalistleri olmak üzere, geniş kesimlere sonuna kadar açtığını ve emek hareketi ile organik bir bağ kurmaya çalıştığını söylemi ve pratiğiyle göstermesine rağmen, Kürkçü »toplumsal taleplerin BDP siyasetinin sistematik bir ögesi halini aldığını söylemek için çok erken« diyor ve bunun BDP’nin ana muhalefet partisi konumu hedefiyle »çok güçlü gerilimler« yaratacağı kehanetinde bulunuyor.

Sevgili Ertuğrul Kürkçü ve onun şahsında ona yakın düşünen sosyalistler kusuruma bakmasınlar ama, gönderdikleri çiçekler fazlasıyla zehirli. Bu yaklaşım fazlasıyla ucuz bir yaklaşım. Türkiye sosyalist hareketi bence Kürtlere akıl vermek yerine, önce kendi görevini yerine getirmelidir: Sınıf mücadelesi içerisinde yer almak, bu mücadeleyi sosyalist hareketin politik merkez haline gelmesi için kullanmak, sosyalist hareketin hiç kimseye devredemeyeceği bir özgörevidir. Ve sınıf mücadelesinin, Anadolu-Mezopotamya halklarının en ivedi sorunu olan barış ve demokratikleşme mücadelesiyle bütünleştirilmesi, en az bunun kadar önemli ve bence sınıf mücadelesinin özü olan bir görevdir.

Tek devlet sınırları içerisinden birbirlerinden farklı iki ülkeyi ve ayrışmalar yaşayan bir toplumu barındıran Türkiye Cumhuriyeti’ndeki en önemli güncel meydan okuma, egemen politikaya karşı geniş toplumsal kesimleri barış, demokratikleşme ve adalet hedefiyle ortak mücadelede buluşturmaktır. Muhakkak ki sosyalistler bu ortak mücadelenin önemli bir bileşeni olacaklardır, ama kendi görevlerini yerine getirdikleri, »beyaz«lıklarını ve gizli ırkçılığı aşabildikleri ölçüde.
Kimse merak etmesin, sınıftan kaçan falan yok. Ama sınıf lafazanlığı ile güncel görevlerinden kaçanlar var.

42 prisonniers politiques menacés de mort en Turquie

Cenevre Halkevi. Türkiye cezaevlerinindeki insanlık dışı koşulları. ağır sağlık sorunları nedeniyle yaşam mücadelesi veren 42 siyasi tutsağın duruma dikkat çekmek ve devam eden sessizliğe karşı, uluslararası kamuoyunun dikkatini birkez daha Türkiye cezaevlerinde yaşanan vahşete karşı hareket geçmek için, başta ilerici kamuoyuna, insan kurumlarına (AI.HRW,OMCT,APT,FIACAT,FIDH,OIP,IRCT,IRF,HRWF,WIP,DERCHOS,LMDH, CETİM ve IFJ), savunucularına, Avrupa parlementosundaki siyasi parti grup başkanlarına, İşkenceyi önleme komitesine (M.Trevor STEVENS), BM insan hakları komserliğine (Mme Navanethem PILLAY) , uluslararası Kızılay. Kızılhaç örgütüne vs.. birer mektup göndererek acil eylem ve müdahale çagrısında bulunmuştur.

Demir SÖNMEZ
Cenevre Halkevi
Maıson Populaıre de Genève

Mektubun kopisi :

42 prisonniers politiques menacés de mort en Turquie

Madame, Monsieur,

Nous sommes alarmés par l’état de santé de 42 prisonniers politiques en Turquie qui se trouvent actuellement entre la vie et la mort.

Selon l’Association des droits de l’homme de Turquie (IHD), l’état de santé de 42 prisonniers politiques dans les prisons turques est très grave. 12 d’entre eux souffrent d’un cancer, 4 ont une paralysie très grave, 3 souffrent de la maladie Wernice Korsakof et 23 autres souffrent de diverses maladies graves. Etant donné qu’ils ne reçoivent pas de soins adéquats dans les prisons, leur état de santé s’aggrave de jour en jour. Il s’agit de:

1. Taylan Çintay. Emprisonné depuis 12 ans, qui souffre d’un cancer du côlon. Il est détenu à la prison d’Erzurum (type H) ;

2. Nurettin Soysal. Condamné à la perpétuité et emprisonné depuis 16 ans, M. Soysal souffre d’un cancer de la lymphe. Il est détenu à la prison de Diyarbakir (type D) ;

3. Erol Zavar souffre d’un cancer du côlon. Il est détenu à la prison de Sincan n° 1 (type F);

4. A. Samet Çelik souffre d’une leucémie. Il est détenu à la prison de Sincan n° 2 (type F) ;

5. HASAN ALKIŞ est cardiaque. Il est détenu à la prison de Kırıkale (type F) ;

6. Gazi Dağ est paralysé. Il est détenu à la prison d’Antalya (type E) ;

7. Halil Güneş souffre d’un cancer des os. Il est détenu à la prison de Diyarbakir (type D);

8. Hediye Açık souffre d’insuffisance rénale. Elle est détenue à la prison de Bakırköy (İstanbul) ;

9. İnayet Mete est cardiaque. Il est détenu à la prison de Diyarbakır (type D) ;

10. İzzet Turan souffre d’ulcères, d’insuffisance rénale, d’hernie discale et d'ostéoporose. Il est détenu à la prison de Diyarbakır (type D) ;

11. Nizamettin Akar souffre d’un cancer des ganglions. Il est détenu à la prison de Muş (type E) ;

12. Remzi Aydın est paralysé. Il est détenu à la prison de Kocaeli n° 1 (type F) ;

13. Yusuf Kaplan (85 ans) est paralysé et cardiaque. Il souffre également de problèmes de vue. Il est détenu à la prison d’Elazığ (type E) ;

14. Kemal Ertürk souffre de multiples maladies. Il est détenu à la prison de Sincan n° 1 (type F) ;

15. Latif Bodur souffre d’un cancer des poumons. Il est détenu à la prison de Midyat (type M) ;

16. Veysi Özer souffre d’un cancer. Il est détenu à la prison de Diyarbakir (type D) ;

17. İsmet Ayaz souffre de la maladie coeliaque. Il est détenu à la prison d’Adıyaman (type E) ;

18. Nesimi Kalkan souffre de la maladie coeliaque. Il est détenu à la prison de Mardinde type E

19. Aslan Karslı souffre de la maladie de Wernice Korsakovet et est devenu schizophrène. Il est détenu à la prison de Silifke (Mersin) de type M ;

20. Mehmet Ali Çelebi souffre de la maladie de Wernice Korsakov et est devenu schizophrène. Il est détenu à la prison de Bolu (type F) ;

21. Mesut Deniz souffre de la maladie de Wernice Korsakov et est devenu schizophrène. Il est détenu à la prison de Sincan n° 1 (type F);

22. Hülki Güneş souffre d’un Ankilozan spandilit. Il est détenue à la prison de Muş de type E;

23. Necmettin Korkaç souffre d’une colite, de problèmes de vue et est paralyse. Il est détenu à la prison de Van de type F ;

24. MEHMET EMİN ÖZKAN (74 ans) est paralysé et cardiaque. Il est détenu à la prison de Mardin

25. HAYATİ KAYTAN a perdu ses orteils dans les deux pieds à cause d'une hypothermie. Ses plaies ne se sont toujours pas cicatrisées et saignent régulièrement. Il est détenu à la prison de Kırıkkale de type F ;

26. YAŞAR İNCE souffre d'hépatite B, cardiaque et d’hernie discale. Il est détenu à la prison de Sincan n° 1 (type F) ;

27. CENGİZ EKER souffre d’une Cardio-vasculaire. Il est détenu à la prison d’Erzurum (type H);

28. KEMAL ÖZELMALI souffre de la maladie de Wernice Korsakov et est devenu schizophrène. Il est détenu à la prison d‘Adana KÜRKÇÜLER;

29. DENİZ YILDIZ souffre d’un cancer. Il est détenu à la prison d’Adana Karataş;

30. GÖRGÜN OKTAR souffre d’emphysème des poumons Il est détenu à la prison de Muş de type E ;

31.LOKMAN AKBABA souffre de maladies dégénératives du rachis. Il est détenu à la prison de Kırıkale de type F ;

32. METİN KARA souffre du cancer de l'intestin et a subi une chirurgie cardiaque. Il est détenu à la prison de Batman ;

33. M. SIDDİK CENGİZ souffre de vasculite liée un écoulementde sang dans l'auriculaire provoquant des crises cardiaques fréquentes. Il est détenu à la prison de Siirt de type E ;

34. SELİM BUĞRAHAN (75 ans) souffre de la vessie, du rein, du cœur, il a difficultés à marcher. Il est détenu à la prison de Bingöl (type M) ;

35. HÜSEYİN BABAR souffre d’une tuberculose et de pneumonie. Il est détenu à la prison de Tekirdağ (type F) ;

36. AHMET AKYOL souffre de la maladie d'Addison. De plus, il est cardiaque et a perdu à ce jour 40 kg. M. AKYOL est détenu actuellement à la prison d‘Adana KÜRKÇÜLER (type F) ;

37. İSA YAĞBASAN souffre d’un cancer. Il est détenu à la prison de Midyat (type M);

38. SEYİTHAN BOZDAĞ a une tumeur au cerveau. Il est détenu à la prison de Nevşehir

39. MEHMET TAPAR souffre d’une tuberculose. Il est détenu à la prison de Maltepe d’Istanbul

40. EMRAH KAÇAR soufre d’un lymphome Il est détenu à la prison de Silivri n° 5 (type F) ;

41. TEMİNO BAYSAL
est paralysé. Il est détenu à la prison de Siirt (type E) ;

42. Aynur Epli souffre d’un cancer du côlon. Elle se trouve actuellement à la faculté de médecine de Dicle;

Ces prisonnier-e-s ont bien souvent contracté des maladies en raison des conditions de détention déplorables et ils-elles ne sont pas soigné-e-s par les autorités turques sous prétexte que leurs soins coûtent cher.

En réalité, les prisonniers politiques sont considérés comme des ennemis et traités comme tels par les autorités turques. Leur isolement, dans tous les sens du terme, et leur non traitement en cas de maladie obéissent à cette politique. Bien que la peine de mort soit abolie officiellement, les autorités turques ont recours à deux méthodes pour se débarrasser de certains de leurs opposants : les exécutions sommaires et l’élimination à petit feu des prisonniers (torture, mauvais traitements, obstacles pour les soins des prisonniers malades, isolement, etc.).

Au vu de ce qui précède, nous vous appelons à adresser des lettres de protestations aux autorités turques pour qu’elles cessent leurs politiques inhumaines à l’égard des prisonniers politiques et fassent le nécessaire pour le traitement des détenus malades.

Nous vous demandons surtout d’intervenir auprès des autorités compétentes de Turquie afin d’obtenir leur libération. En vous remerciant de l’attention vous accorderez à la présente, nous vous prions de recevoir, Madame, Monsieur, nos salutations distinguées.


Maison Populaire de Genève
http://www.assmp.org/