31 Ocak 2010 Pazar

PATRON AĞA BEYİN PARTİSİ


Cirik Haci / Fezali
Cirik.Haci@gmx.de

Başta patron ağa beyin partisi
Emeğe saygı bekleme bunlardan
Kapital sistem bunların hepisi
Emeğe saygı bekleme bunlardan

Mecliste efendi, özünde hırsız
Şeçimde yalvarır utanmaz arsız
Söz verir yanıltır halkı pervasız
Emeğe saygı bekleme bunlardan

Köşeyi tutar, cep doldurur yaman
Bulurlar seçimde oy verip kanan
Unutur her şeyi hayli bir zaman
Emeğe saygı bekleme bunlardan

Fezalim der haci sistem bize dert
İkdidar olan zengine güzel yurt
Kurudu çınarlar bedeninde kurt
Emeğe saygı bekleme bunlardan

30 Ocak 2010 Cumartesi

Afganistan’da strateji değişikliği yalanı


Murat Çakır

Bonn yakınlarındaki Petersberg’de yapılan ilk »Uluslararası Afganistan Konferansı«ndan dokuz yıl sonra, Perşembe günü Londra’da 60 ülkenin ve on uluslararası kuruluşun temsilcileri ikinci »Afganistan Konferansı«nda buluştular. Konferansın BM Genel Sekreteri Ban Ki Moon, Britanya Başbakanı Gordon Brown ve Afganistan Başkanı Hamid Karsai başkanlığında yürütülmüş olması, konferansın aslında savaş yürüten ülkelerin ortak toplantısı olması gerçeğinin üstünü örtemiyor.
1990’lı yılların ortasından bu yana uygulanan politikalar, BM Örgütü çerçevesinde dünya ülkelerinin ortak girişimi yerine, giderek daha yaygın bir biçimde sanayileşmiş ülkelerin küresel çıkarları çerçevesinde oluşturulan birliktelikler ve NATO gibi insanlığın sadece küçük bir azınlığını temsil eden militarist kurumlar tarafından küresel politikaların belirlendiğini, yerine göre de çeper ülkelerin egemenlerinin »ortaklaştırılmasıyla« Batı’nın – siz bunu emperyalizm olarak okuyun – dünyanın geri kalan kesimine kendi çıkarlarını dayattığını göstermektedir.
Bu açıdan bakıldığında, Londra’daki konferansın, değil Afgan halkının çoğunluğunun, dünya halklarının çoğunluğunun dahi yararına olacak sonuçları çıkartmayacağı görülebilir. Petersberg Konferansı ile Londra Konferansı arasındaki tek fark, Batılı ülkelerin nüfusunun büyük bir kesimi arasında Afganistan Savaşı’na karşı olan bir atmosferin yerleşmesi nedeniyle kullanılan »yumuşak« dildir.
Batı medyası bu »yumuşak« dili yaygınlaştırarak, savaş borazanlığını zirveye çıkartmaktadır. Örneğin Badische Zeitung, tam da Federal Şansölye Angela Merkel’in Federal Parlamento’da yaptığı »Alman askerlerinin sayısını artıracağız« açıklamasının ertesi günü »Afganistan’dan askerler geri çekilecek« manşetini atıyordu. Gerek iktidar, gerekse de SPD ve Yeşiller gibi sözde muhalafet politikacıları da son günlerindeki söylemlerinde, »Afganistan’da sonsuza kadar kalamayız« demagojisiyle gûya bir »geriye çekilme perspektifinin açıldığını« savunarak, savaşa karşı yükselen eleştirileri törpülemeye çalışıyorlar.
Londra Konferansı’nda yapılan konuşmalarda da ön plana çıkartılmaya çalışan böylesi bir retorik. Açılış konuşmasını yapan Gordon Brown, »konferans, birliklerimizin eve dönmesi için iyi bir temel hazırlayabilir« diyerek aynı söylemi kurgulamaya çalıştı. Sadece bu yıl içerisinde Afganistan’daki Batılı askerî birliklerin sayısının 100 binden 140 bine çıkartılacağının kararlaştırıldığı bir dönemde buna inanmak için fazlaca naif olmak gerekiyor.
Yaygın medya, Alman hükümetinin yaptığı »askerî araçlardan çok, sivil araçları öncelemeliyiz« açıklamasını da bu bağlamda »Afganistan’da yeni strateji« olarak propaganda etmeye çalışıyor. En fazla övülen plan ise, »ılımlı Taliban üyelerini reentegre etme planı«. Sadece Alman hükümeti bunun için oluşturulan »Reentegrasyon Fonu«na yılda 10 milyon Avro ödeyecek. Hamid Karsai de, yalancı çoban misâli, fondan yapılacak ödemelerin yolsuzluk kanallarına akmasını »engellemeye çalışacaklarını« vaad ediyor. Aslında bu fon ile, Afgan direnişinin feodal grupları arasında »satın almalar« ile ayrışma yaratılmak istendiğinin temel araç olduğunu nemenem »ılımlı Taliban« da öğrenmiş durumda.
Diğer taraftan uygulamaya sokulacağı iddia edilen »yeni stratejinin« eskisinin devamı olduğu çok açık. Savaş ve işgal başladığı günden beri NATO güçleri, çeşitli NGOları, medya temsilcilerini ve kimi uluslararası kuruluşları, »askerî tedbirleri desteklemesi gereken güçler« olarak nitelendirmekteydi. Batılı ülkelerin sivil tedbirler için ayırdığı »yardım« paraları bu koşulla veriliyordu. Nitekim FDP’li Federal İşbirliği Bakanı henüz bir kaç hafta önce yaptığı bir açıklamasında, »eğer Afganistan’daki sivil kuruluşlar, teröre karşı verilen mücadeleyi desteklemezlerse, paraları keserim« tehditini savurmuş, yayınladığı bir genelgede de, bakanlık çalışanlarının proje başvurusu yapanları bu çerçevede değerlendirmeye almalarını emretmişti.
Savaşın derinleştirilmesi, egemen politika ile yaygın medyanın işbirliği içerisinde »savaşın bitirilmesi için en kestirme yol« olarak gösterilmeye çalışılıyor. Afganlı güvenlik güçlerinin eğitimine ağırlık verilmesi, Taliban içerisinden para ve makam vaadleriyle belirli kesimleri çekmek için rüşvete başvurulması ve sivil yardımların, cephe arkasını güvence altına alma çalışmalarına yönlendirilmesi, yıllardan beri uygulanan, ama başarısız kalan denemeler. Yani savaş stratejilerinde, iç kamuoyunu rahatlatmaya yarayacak yumuşak söylemin dışında değişen bir şey yok.
Pardon, değişen bir şey daha var: eski Şansölye Gerhard Schröder’in »tarihsel adım« diye pohpohladığı 2001 Petersberg Konferansı bir buçuk hafta sürmüştü. Londra Konferansı için biçilen süre ise sadece 7 saatti. Savaşta başarı gösteremeyen dünya egemenleri, bir noktada başarılılar: kamuoyunu yanıltmak için günlere değil, bir kaç saatlik toplantılara ihtiyaçları var artık. Görece refahı olan imtiyazlı coğrafyalarda yaşayan insanların savaşa daha kararlı bir biçimde karşı çıkmamaları durumunda, yanıltma için gerekli olan süreler daha da kısalacak gibi. Ne dersiniz, yanılıyor muyum?

28 Ocak 2010 Perşembe

Halil Berktay’ın Bir Yazısı Hakkında Açıklama



10 ARALIK DERNEĞİ
10aralik@10aralik.org

Sayın Halil Berktay’ın Taraf gazetesinde yayınlanan bir köşe yazısında yer alan ve 10 Aralık Hareketi sözcüsü Burhan Şenatalar’ın bir demeci ile ilgili olarak gerçekle örtüşmeyen bir iddiası karşısında bu açıklamayı yapma gereği ortaya çıkmıştır.

Söz konusu yazı 24 Aralık 2009 günü yayınlanmıştır. Yazıyla ilgili olarak, B.Şenatalar yazıdan haberdar olduktan sonra 3 Ocak 2010 günü H.Berktay ile bir telefon görüşmesi yapmış ve köşe yazısında ileri sürülen iddianın gerçekle örtüşmediğini belirtmiş ve bir açıklama göndereceğini söylemiştir.

Açıklama 6 Ocak 2010 günü elektronik posta ile gönderilmiştir. Aradan üç hafta kadar süre geçtiği halde, bu açıklamanın yayınlanmamış olması karşısında durumu kendi olanaklarımızla aydınlatma zorunluluğu doğmuştur.

Aşağıda H.Berktay’ın yazısından ilgili bölümü aynen sunuyoruz:

“Hangi çekirge ?

Halil Berktay – 24 Aralık 2009, Taraf Gazetesi

Sanırım 2008 ortalarıydı. Henüz 10 Aralık hareketinin cismi yoksa bile ismi vardı (şimdi o da yok). Burhan Şenatalar bir demeç vermişti; değişik kilit sözcüklerle çok google’ladım ama bulamadım. Kurulması istenen yeni sol partiye ilişkin programatik bir saptamada bulunuyor; mealen, “Atatürkçülük tartışılabilir ama (büyük tarihî katkıları nedeniyle) Atatürk tartışılamaz” diyordu. Hattâ en sonunda, biraz iddialı bir şekilde “O kadar. Nokta.” diye kestirip attığını hayal meyal hatırlıyorum.

O zaman da irkilmiştim, bu hem yanlış hem olanaksız diye. Sovyetler Birliği çökerken, Stalinizmde durup Lenin’e dokunmamak, heykellerini ve hattâ II. Dünya Savaşındaki savunmasıyla ünlü “kentinin” adını korumak mümkün oldu mu ki, demiştim kendi kendime, Türkiye’de Atatürk dönemi ve uygulamalarının dokunulmazlığı korunabilsin ? Tarihin aynı nehirde iki kere yıkanmaya imkân vermeyen akışı kuşkusuz bu engeli de aşacak. Zira modernite “altın çağ” nostaljisi diye bir şeyi kabul etmiyor; değdiği yeri yakıyor; yıkılmaz sanılan her şeyi eritip buharlaştırıyor, göğe uçuruyor. “

B.Şenatalar’ın, H.Berktay’a yayınlanmak üzere gönderdiği açıklama ise şöyledir:
6 Ocak 2010

“Sevgili Halil,

Aralık ayının son haftasında Taraf’ta yayınlanan köşe yazından yılbaşından sonra haberdar oldum ve okudum. Benimle ilgili paragrafta ileri sürülen iddiaya açıklık getirmek zorunluluğu doğdu. Bu hem benim açımdan, hem de okuyucunun doğru bilgilenmesi açısından gerekli.

Önce yazından alıntılayarak senin iddianı aktarayım:

“Sanırım 2008 ortalarıydı...Burhan Şenatalar bir demeç vermişti...mealen ‘ Atatürkçülük tartışılabilir, ama ( büyük tarihi katkıları nedeniyle ) Atatürk tartışılamaz ‘ diyordu. Hatta en sonunda, biraz iddialı bir şekilde ‘O kadar. Nokta’ diye kestirip attığını hayal meyal hatırlıyorum”.

Benim bu iddia karşısında söyleyeceklerim çok kısa. 1) “Atatürk tartışılamaz” diye son derece saçma bir görüşüm hiçbir zaman olmadı, dolayısıyla böyle bir açıklamam da yok. 2) Söz konusu röportajda aynen şunları söylemişim : “ Bize göre Atatürk döneminde yapılan bazı şeyleri eleştirmek tabu değil. O dönemin de kusurları olmuştur ve eleştirilebilir. Ancak hataları, kusurları değerlendirirken o dönemin koşullarını da gözardı etmeme şartıyla”.

3) Sanırım en doğrusu, ilgi duyanların 4 Ağustos 2008 tarihli Milliyet gazetesine internetten erişerek röportajı okumaları ve kendi kanaatlerine ulaşmalarıdır.

Bu kısa açıklamaya sütununda yer vermeni rica eder, iyi çalışmalar dilerim.

Sevgiler,

Burhan”

Takdiri okuyucuya bırakıyoruz.

---------------------
(*) İddiaya esas oluşturan röportaj 10 Aralık Hareketi’nin web sayfasında da kelimesi kelimesine yer almaktadır. Dileyenler tam metni oradan da okuyabilir. ( http://www.10aralik.org/ )

Saygılarımızla,

Oğuz Kaan Salıcı

10 Aralık Hareketi Yürütme Kurulu adına

27 Ocak 2010 Çarşamba

Halil Berktay Yazısına Zeyil


Gün Zileli
zileligun@hotmail.com

Tribünlerden korkarım. Lehte tezahürat yapan tribünlerden özellikle korkarım. Küçüklüğümde, bir gladyatör dövüşünün temsili resmini görmüştüm ve o çocuk yüreğim kanamıştı. Gladyatörlerden biri öbürünü yenmiş, ayağını yenilen gladyatörün boğazına dayamış ve başını tribünlere çevirmişti. Tribünlerin kararını bekliyordu. Tribünlerdekiler baş parmaklarını yukarı kaldırırsa kendisi gibi köle olan arkadaşını öldürmeyecekti. Eğer tribünlerdekiler baş parmaklarını aşağı çevirirlerse, kurbanını öldürecekti. Tribündeki bütün ellerin başparmakları aşağı dönüktü.

En korktuğum ise, “Özeleştiri tribünleri”dir. Eugenia Ginzburg, Kirov'un öldürülmesinden sonra Sovyetler Birliği'nde başlatılan, kurbanlarından biri olduğu günah çıkartma ayinlerini anlatır Anafora Doğru (Pencere Yayınları) adlı kitabında. Hem korkunç, hem de iğrençtir bu ayinler, Tribünlerdeki seyirciler bir yandan sıranın kendilerine gelmeyeceğini sanarak, bir yandan da sıranın kendilerine geleceği korkusuyla en gayretli manevi (aslında kurban partiden atılıp kısa süre sonra tutuklanacağından fiilen de) linçcilerdir.

On gün kadar önce yazdığım yazıda Halil Berktay'ın kendi geçmişini entelektüel bir dürüstlükle ele almadığını söylerken kastım asla günah çıkartmasını istemek değildi. Bu, eski arkadaşım Berktay'ı daha tutarlı olmaya davet etmeye yönelik bir girişimdi sadece. Ama gördüm ki, bu toplumda, özellikle siyasi arenada manevi lince (bugün koşullar bu kadarına izin verdiği için sadece manevi lince) yatkın çok sayıda insan var. En başta da Stalinciler ve ulusalcılar ki, zaten bu iki kesim bugün önemli ölçüde iç içe geçmiştir. Ulusalcıların önemli bir yekûnu Stalinisttir, Stalinistlerin oldukça önemli bir bölümü de ulusalcı.

Şimdi alalım şu Odatv denen “netpâre”yi (eski varakpârenin modern çağa uydurulmuş hali diyelim). Efendi adlı ırkçı bestselleri ile tanınan Soner Yalçın'ın yönetimindeki bu odak tipik gazeteci çarpıtmalarına başvurarak benim yazımı, rakibi olduğu Halil Berktay'ın ve onun yazdığı Taraf gazetesinin aleyhinde kullanmaya kalkmış. Özellikle internet ortamında, herkes çeşitli yazıları alıp amaçları doğrultusunda kullanabilir, bunu engellemek mümkün değildir. Ne var ki, dürüst bir tutum, eğer başlıkları ve ara başlıkları siz atmışsanız, bunu belirtmeyi gerektirir. Yoksa, bilmeyen insanlar başlıkları ve ara başlıkları yazarın attığını sanacaklardır doğal olarak. Hele hele bu başlık ve ara başlıklarda kasıtlı çarpıtmalar varsa durum daha da vahimdir. İşte örnekleri: “Yale'den Maocu olarak döndü”. Çok masum bir ara başlık gibi görünüyor, değil mi? Hiç de değil. Benim anlatmak istediğimin çok ötesinde bir ima var burada. Okuyucu şu şekilde şartlandırılmak isteniyor: Aslında Amerikan yetiştirmesi bir Maocuydu. Evet, kasıt kesinlikle bu ve daha baştan okuyucu bu yönde kanalize edilmek isteniyor. İkinci bir ara başlık: “Polis ifadesi”. Bu parafrafta benim anlattığım konunun esası Berktay'ın polis ifadesinin şu ya da bu olması değil, partinin Berktay konusundaki iki yüzlü tutumuyken, becerikli gazetecilerimiz okuyucunun dikkatini polis ifadesi meselesine kaydırmaya çalışıyor. Çarpıtmanın zirvesi ise şu ara başlık: “12 Eylül onu unuttu”. Halbuki ben hiç de böyle bir şey söylemiyorum ve Berktay'a böyle bir suçlama yöneltmek aklımın köşesinden bile geçmez. Yazım ortadadır, açılıp bakılsın. Ben orada, tam tersine, Halil'in takibata uğramadığı halde biz arananla uyumlu bir çalışma yürüttüğünü anlatıyorum. Bu engizisyoncu ya da Gestapocu ya da GPU'cu mantıkla 12 Eylül'de takibata uğramamış herkesi töhmet altında bırakabilirsiniz. Utanmazca polisiye çarpıtmalardır bunlar! Bir başka ara başlık: “Sovyetçi oldu”. Burada okuyucu pekâla benim anti-komünist bir suçlamada bulunduğumu düşünebilir. Oysa benim bu paragraftaki kastım tamamen farklıdır. Halil Berktay'ın Sovyetçi ya da şucu bucu olması değil, güçlü devletlerin otorite ve manevi desteğinden yararlanarak ideolojik hegemonya arayışı içinde olmasıdır. Sanırım OdaTV yöneticilerinin bilinç ve zekâ düzeyleri böylesi incelikleri kavrayacak düzeyde de değil. Başka bir ara başlık: “Oral Çalışlar'la kavgası.” Tamamen uydurma. Ben böyle bir şey anlatmıyorum. Tersine, Halil'le Oral'ın genelde aynı çizgide olduğunu söylüyorum. Ve sonuncu ara başlık: “Siyasetten kopmuştu”. Burada da Stalinvari bir suçlama havası var. Oysa ben yazımda Halil'in siyasetten kopmasını hiç de olumsuz bir şeymiş gibi vermiyorum. Dikkatli okuyucu bunları görmüştür muhakkak ama sayıları o kadar az ki.

Şimdi, bu çapıtmacılara söyleyeceğim son bir söz kaldı: Halil Berktay'ı ve sizi kıyaslayarak ele alacak olursam, Berktay'ı sizden yüz kere daha olumlu görürüm. Halil Berktay'ın burjuva liberalizmine doğru aldığı yol, sizin ırkçılığa ve nasyonal sosyalizme doğru katettiğiniz yolun yirmide biridir ancak. Halil Berktay'ı ve Taraf gazetesini hâlâ devrim ve özgürlük ufuklarında görebiliyorum ki, onları eleştiriye layık buluyorum. Hele o “efendi” ve “sabetaycılık” zırvalamalarınızdan sonra sizinle hiçbir ortak tartışma zemininin bile kalmadığını gördüğümden neredeyse eleştiriye bile değmeyeceğinizi düşünüyorum. Taraf gazetesinin çığırtkanlıkları, sorumsuz yayıncılık çizgisi ne olursa olsun, bu gazeteyi bir bütün olarak ulusalcı sayıklamalardan çok daha üstün tutarım. Tabii ki durumun böyle olması liberalizmle bir ateşkes yapılması anlamına gelmemelidir.

Gerçek bir toplumsal devrimden yana olanlar iki cephede birden mücadele etme sanatını öğrenmek durumundadırlar. Devrimcilerin, hem liberalizmle, hem de her türlü ulusalcılıkla arasına net bir çizgi çekip bu ikisinden de bağımsız üçüncü bir mihrak, üçüncü bir cephe oluşturmaları zorunludur.

DTP’NİN KAPATILMASI SORUNLARI ÇÖZMEZ


Hüseyin Habip Taşkın
habibtaskin@gmail.com

Türkiye’deki gündem dolumu dolu hem de paldır küldür akıp gitmekte. Sağa sola çarparak akıp gitmekte. Türkiye’de siyasi partiler kapatılmaya ve milletvekilleri vekilliğinden ihraç edilmekte. Bir yandan demokrasi ve özgürlük var denilmekte.

Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı’nın 2007 yılı sonunda “DTP’nin kapatılması” talebiyle hazırladığı iddianameyi salı günü esastan görüşmeye başlayan Anayasa Mahkemesi kararını dün 9 saat süren toplantının ardından akşam saatlerinde açıklandı. Mahkeme oy birliğiyle DTP’nin “eylemleri yanında terör örgütüyle olan bağlantıları da değerlendirildiğinde devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğüne aykırı nitelikteki fiilerin işlendiği bir odak haline geldiği” gerekçesiyle Anayasa’nın 68. ve 69. maddeleri ile 2820 sayılı Siyasi Partiler Kanunu’nun 101 ve 103. maddeleri gereğince kapatılmasına karar verdi.

DTP’nin kapatılması, 2 milletvekilinin ihracı ve Belediye Başkanlarının ihracı demokrasi ve özgürlük anlayışıyla bağdaşamaz. Türkiye’deki düşünce “Kemalist” anlayışı altında, diğer düşünceleri içinde ne yazık ki, barındırmamaktadır.

Başta CHP ve MHP’nin ırkçı tavırları ile gelişen olayları körüklemiştir. “Türkiye elden gidiyor” diyenler. İlk önce incelenmesi gereken yer ise, TC’nin kuruluşundan sonra yaşanan süreçlerde, alt yapının onarılmasında emperyalist ülkeleri ülkemize davet edenler, “Moskof işgali olur” diye sırtımızı NATO’ya dayandıranlar sayesinde Türkiye o zamanlardan bugünlere kadar elden gittiği kadar gitti.

ABD ve AB iç işlerimize durmadan müdahale etmiyorlar mı? Amerika ülkemizdeki darbelerde ve diğer iktidarlarda rol oynamadı mı? DTP konusunda mı Türkiye elden gidiyor? Buna gülmekten başka yanıt verilemez.

Mahkeme, “beyan ve eylemleriyle partinin kapatılmasına neden oldukları” için DTP Eş Başkana ve Mardin Milletvekili Ahmet Türk ile Diyarbakır Milletvekili Aysel Tuğluk’un milletvekilliklerini düşürdü. Mahkeme yine aynı gerekçeyle aralarında Tuğluk ve Türk ile Siirt Belediye Başkanı Selim Sadak, Batman Belediye Başkanı Necdet Atalay, Cizre Belediye Başkanı Aydın Budak ve Kızıltepe Belediye Başkanı Ferhan Türk ile birlikte toplam 37 DTP’li hakkında “5 yıl süreyle bir başka partinin kurucusu, üyesi, yöneticisi ve denetçisi olamayacakları” yönünde karar verdi. Milletvekilliklerinin düşürülmesi ve siyasetten men yasası gerekçeli kararın Resmi Gazete’de yayınlanmasının ardından geçerli olacak.

Demokrasi çemberinde, demokrasicilik oynanmaya devam edilmektedir. Gerçekten demokrasi isteniyorsa ilk önce birbirimizi anlamamız gerekmektedir. Kürtler hedef tahtasına oturtulmamalıdır. Bu ülkede diğer halkların varlığı söz edilmektedir. Ama uygulamada Türkçülük en ön plana çıkmaktadır.

Eğer gerçekten bu ülkede kardeşçe yaşam isteniyorsa, kafatasçı ve ırkçı düşünceler terk edilmelidir.

Ayrıca mahkeme, DTP’nin “parti tüzel kişiliğinin de” kapatılmasına karar verdi. Bu karar da ara kararın açıklanmasının ardından geçerli olacak. DTP’nin tüm mal varlığı Siyasi Partiler Kanunu gereğince Hazine’ye devredildi. Ayrıca karar örneği gereğinin yerine getirilmesi için Başbakanlığa ve Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı’na gönderilecek.

Anayasa Mahkemesi “Kürt Sorununa” ilişkin programları nedeniyle bugüne kadar DTP’ni dışında 9 partiyi kapadığı belirlendi. Mahkeme, DTP ile aynı gelenekten gelen, HEP, ÖZDEP, DEP ve HADEP ile programlarında “Kürt Sorununa” ilişkin yer alan hedefler nedeniyle de Türkiye Birleşik Komünist Partisi, Sosyalist Parti, Sosyalist Türkiye Partisi, Demokrasi ve Değişim Partisi, Emek Partisi’nin kapatılmasına karar vermişti. DTP’nin de kapatılmasının ardından bu sayı 10 oldu.

Demokrasi anlayışımızla parti kapatmada dünyada 1. sıradayız. Böyle giderse daha nice partiler kapanır.

Yazımda MHP, CHP dedim ama AKP’de özgürlükten yana gözükse de onunda anladığı özgürlük kavramı kısıtlıdır. Sistemle özdeş olduğu için dışına çıkamaz. DTP’yi kapatmak, Milletvekillerini, Belediye başkanlarını siyasetten uzaklaştırmak çözüm değildir.

Görünen o ki, birileri birbirimizi anlamamak için elinden gelen sabotaj kokan her yolu kendine helal zannederek, ortalığı kasıp kavuruyor.

Bu ülkede kürdü, Türkü, Lazı, Çerkezi, Romanı, Arabı ve diğer halkları aynı sorunları paylaşmaktadır. Sorunu ortak olanlar bu ülkenin sorununu çözebilirler.


NEWROZ HAFTALIK SİYASİ YORUM GAZETESİ

26 Ocak 2010 Salı

İZNİK SÜRGÜNÜ(I)


1415 yılının Eylül ayının 28. günü. Ağır bir uykunun donakalmışlığından silkinip uyanırcasına İznik Kalesi üzerinde ağır ağır güneş doğuyordu. Eylül ayının bu asık yüzlü sabahında tepeden tırnağa sabırsızlık ateşleriyle yanarken İznik halkı cansız, gevşek, hüzünlüydü. O zamana kadar hiç kimse gerçeğin ışığına böylesine yaklaşmamıştı. Kimisi gerçeğin karşısında gözlerini kapatmış, kimi de dünya için hiç bir şey bırakmadan yok olup gitmişti…


TAMER UYSAL
dosteli16@hotmail.com

1415 yılının Eylül ayının 28. günü. Ağır bir uykunun donakalmışlığından silkinip uyanırcasına İznik Kalesi üzerinde ağır ağır güneş doğuyordu.

Daha biraz önce, ayaklarının dibinde uzanan göl gökyüzünü baştan aşağı kaplayan bulutların rengini almıştı. Bir o yana bir bu yana sallanan kamışların hışırtısından başka hiçbir ses duyulmuyordu.

Derken dört bir yandan minarelerden yükselen müezzinlerin sesleri duyulmaya başladı. Şimdi Ufuk Çizgisi üzerinde solgun bir leke gibiydi güneş. Ta geceden gümüş karınlı sazanlarla dolu kamış sepetlerini sulardan çeken balıkçılar yüzlerini güneydoğu yönüne çevirip küçük aralıklarla saflara durdular.

Yüzleri solgun şafak ışığının altında yeşilimsi sarı gibi görünüyordu. Çevresi bataklığa kesmiş İznik’te pek çokları gibi onların da sıtmaya yakalandıkları anlaşılıyordu.

O da diz çöktü. Ellerini soğuk döşeme taşları üzerine koyup secdeye vardı. Burada İznik kalesinde taşların bile gözü kulağı vardı. Dinin gereklerini yerine getirmeyen birinin adı sapkına zındığa çıkardı.

Her zaman olduğu gibi herkesle namaza durduğu şu anda bütün tinsel güçlerini hayatının büyük amacına o en önemli şeye yöneltmişti…

Kulak tırmalayıcı bir metal şakırtısı duyuldu. Nöbetçi göl kapısının sürgülerini açtı. Kente giren köylülere alabildiğine kaba bir biçimde çıkışarak sepetlerini, zembillerini karıştırıyordu. Kalkan, yelme, silah şakırtıları duyuldu.

Nöbetçi çavuş elini köylülerden birinin sepetine daldırıp iri yağlı bir sazanı çekip çıkardı, elini sepetin üstünden aldığı bir tutam otla sildi. Sonra başını kaldırıp Bedrettin’e baktı.

Mevkiini ve itibarını yitirmiş ulemadan tutsak yerinde mi diye bakıyor besbelli diye düşündü Bedrettin.

Sinekler için vızıltı neyse, egemenler için de demir şakırtısı oydu. Her zaman egemenliğin ayrılmaz bir parçası, onun simgesi olmuştu, demir şakırtısı.

Nöbetçinin kapı sürgülerini açarken çıkardığı ses ruhunda derin bir sızıyla yankılandı. Sanki uzun yıllar içinde alışıp gitmişti bu sese. Küllerle örtülmüş bir köz yüreğini yakan, bilincini ışıtan bir ateş tutuşturmuştu. Artık her şey açıktı. Anlıyordu. Vakit gelmişti.

Yüzünde tek bir kas bile oynamadı. Sakin bir şekilde sarığını düzeltti. Mavi şeritli koyu renk cüppesinin eteklerini daha sıkı kapadı. Kulenin karanlığına girdi. Merdivenlerden inmeye başladı. Nöbetçiler ve onların ardında kente girmekte olan köylüler, balıkçılar eğilerek kendisini selamladılar. İnsan yüzlerini açık bir kitap gibi okumayı bildiğinden, onların bu saygılarından korkunun ve lütuf dileyiciliğinin bir arada bulunduğunu anlaması zor olmadı. Dıştan duyulmaz, gizli bir hüzün uyandırdı bu onda.

Selamlara sessizce karşılık verip ıslak taşlar üzerinde kaymamağa çalışarak adımlarını kente doğru hızlandırdı…

Kent uyanmıştı. Evlerin avlularından çeşitli sesler yükseliyordu. Yaşlı bir Rum kadın çocuklara çıkışıyor, bir kuyu çıkrığının gıcırtısı duyuluyor, takunya tıkırtıları geliyordu. Ocaklarda yakılan tezek ateşinin dumanları usuldan yükselmeye başlamıştı.

1415 yılı Eylül ayının bu asık yüzlü sabahında kendisi tepeden tırnağa sabırsızlık ateşleriyle yanarak tekkesine doğru yürürken, İznik halkı tıpkı güz sinekleri gibi cansız, gevşek, hüzünlüydü. Hatta yorulmak bilmeyen çocukların çıngıraklı sesleri bile gölden yükselen nemle ağırlaşmış havada, boğuk ve sevinçsiz gibiydi.

Ellibeş yaşını artık gerilerde bırakmıştı Bedrettin. Bir yıldır dört duvarın arasında oturup duruyordu. Ama zihni hiçbir zaman bu kadar açık ve özgür ruhu bu kadar olduğunca derinlerini ele verir olmamıştı.

Dünyaya geliş amacı, o büyük amaç ki üstesinden bir tek kendisi gelebilirdi. İnanç ve bilim erlerinden hiçbiri gerçeğin ışığına böylesine yaklaşmamışlardı. Kimisi gerçeğin karşısında durmuş ve kamaşıp kör olmasın diye gözlerini kapamıştı. Kimi de kendini gerçeğin ateşi içine atıp dünya için bir şey bırakmadan yok olup gitmişti.

Oysa Bedrettin kendini İznik’e süren Sultan’a inat susmayacaktı. Osmanlı topraklarının yeni egemeni onu satın alamayacaktı.

Çelebi’ye kalsa Bedrettin’in başı çoktan uçmuş olacaktı ya da bir zindana tıkılıp kalacaktı.

Besbelli buna cesaret edememişlerdi. Bedrettin’i İznik’e süren Sultan, tutsağının her hareketinin izlenmesini buyurmuş, kendisine de üç bin akçe aylık bağlatmıştı. İktidarı ele geçirdikten sonra belki Mehmet Çelebi gibi yemininden dönüp kardeş katili olan birisi için hiçbir şey bağışlayıcı, haksever, dindar görünmekten daha önemli değildi.

Bedrettin gibi kitapları tüm İslam dünyasının hukuk alimlerinin elinden düşmeyen, adı Kahire ve Semerkand’ta saygıyla anılan, yüksek ulemaya mensup bir insanın başını vurmak, çeşitli ülkelere dağılmış sayısız yandaşı, müridi bulunan, ünü tüm İslam alemini tutmuş bir şeyhi zindana kapatmak kulların padişahın hakseverliklerine duydukları güveni sarsabilirdi…

Kalın bir kütle olarak duvar dediğin nedir ki diye düşünüyordu Bedrettin. Oysa bakışlarıyla alabildiğine kalın bir zaman tabakasını, yüzyılların ötesini tarıyordu O.

Bir yıldan uzun bir zamandır dört duvarın arasında oturup duruyordu işte.

1415 yılının bir Eylül sabahında yine o kendine sığınak olarak seçtiği Yakup Çelebi tekkesine doğru ilerliyordu. Bir yanını ta çatısına kadar asmaların kapladığı eski fırını gerilerde bırakıp Yenişehir kapısına uzanan yola çıktı. Yakup Çelebi tekkesi bu yol üzerinde, Süleyman Paşa Medresesi’nin hemen yanındaydı. Bu tekkede Bedrettin ve öğrencileri küçük bir yemek odasıyla dersler için ayırdıkları iki odadan ve yarım daire biçimindeki avlunun çevresine dizilmiş hücrelerin yarısından yararlanabiliyordu. Bedrettin, güzel havalarda öğrencilerinden kendine en yakın bulduklarıyla, evrenin gizleri, gerçeğe ulaşmanın zorluğu, çeşitli halkların töre ve inançlarındaki farklılıkların nedenleri gibi konuları tartışarak avluda dolaşmayı severdi.

Çiçekliklerde güller kokuyordu. Bizanslı yontucuların yapıtı olan mermer bir havuzun çevresine dizilmiş aslanların ağızlarından fışkıran sular tatlı bir şırıltıyla havuza dökülüyor, buna pencerelerin hemen üstünü yuva tutmuş kırlangıçların cıvıltıları karışıyordu.

Öğrenciler ağır ağır dolaşıyor, inanç, tanrı, hakikat, şeriatin sınırları, mukadderat üzerine usul sözcükler duyuluyordu. Tanrı adına, saf bilim adına yüz çevirmiş düşkülü menkup alimin mütevazi tekkesinde sonsuz bir huzur ve barış hüküm sürüyor gibiydi.

Oysa iki aydır yalnızca Osmanlı devletlerinde değil belki de bütün dünyanın yazgısını değiştirebilecek fikirler olgunlaşmaktaydı bu küçük tekkede. İki aydır bir sürü derviş, bir takım yabancılar daha sık uğrar olmuşlardı tekkeye.

Saçları sakalları, kaşları bıyıkları kazınmış cavlaklar, üzerlerinde tepe kısmı kukuletayı andırır boz çuhadan abaları, kuşaklarına bağladıkları ve sadaka toplamakta kullandıkları hindistan cevizi kabuğundan ya da bakırdan maşrapalarıyla kalenderiler, kuşaklarına sokulu kılıçları ve mızrak gibi sivriltilmiş sopalarıyla cengaver abdallar, omuzlarında ikili toprak dümbelekleri, parmaklarında zilleriyle atlı torlaklar, bez bir kılıfın içindeki sazlarıyla aşıklar.

Tekkeye uğrayanlar arasında Araplar, İranlılar, Türkmenler, Valahlar, Bulgarlar, Ermeniler, hatta Yunanlılar bile vardı. Dört bir yandan, dağlar denizler ardından, Halep’ten, Kahire’den, Ankara’dan, Bursa’dan’ Edirne’den, Silistre’den, Manisa’dan, Aydın’dan Şeyhin adını duymuş, ona gönül vermiş insanlardan haberler getiriyorlardı. Yol yorgunluklarını atıp biraz dinlendikten ve şeyhleriyle oturup konuştuktan sonra güvenilir adamlar toplamak, şeyhin bilim gücüyle eriştiği hakikati, hakikatin kelamını aktarmak göreviyle ya geldikleri yerlere ya da başka diyarlara doğru yeniden yola çıkıyorlardı…

Bu sıralarda Sultan Beyazıt’ın Ankara önlerinde Aksak Timur önünde bozguna uğraması devleti perişan etmişti. Timur istilasının yangın yerine çevirdiği Şam, Bağdat, İzmir, Bursa, Sivas gibi kentlerde insanlar ellerinde avuçlarında ne varsa yitirmişler, bir dilim ekmeğe muhtaç hale gelmişlerdi. Timur çekip gitmiş ama istila ettiği toprakların başına birer bey bırakmayı da unutmamıştı.

Beyler, mirasçılar, halefler arasında kanlı kavgalar sürüp gidiyor, ekinler yakılıyor, köyler boşalıyor, kentler yerle bir ediliyordu. Halk artık bıkıp usanmıştı…

Tekkeye gelen dervişlerle konuşmak, onların getirdikleri haberler üzerinde düşünmek, kavradığı, anladığı, bildiği her şeyi öğrencilerine aktarmak, onların görüşlerini almak Bedrettin’in bütün bir gününü alıyordu. Okumak ve yazmak içinse bir gece kalıyordu.

Altı yıl önce Edirne’de hukuk üzerine düşüncelerini kaleme almıştı. Herkes için uygulanacak, herkes için geçerli olacak yasaların gerekliliğinden sözettiği bu yapıtında, hukukçunun yani fakihin yasaları derinliğine kavraması gerekliliğinden sözediyordu. Fakih, yasaların sözüne değil özüne eğilmeli, yöneticilerin etkisi altında kalmamalı, yalnızca yasanın özüne ve vicdanının sesine kulak vermeliydi.

Daha önceki yetkililerin aldıkları kararları yineleme yerine ortam ve koşulları göz önüne alarak bir karara ulaşmalıydı. Bedrettin görüşlerini, topladığı çok sayıdaki fetva ile doğrulamayı da unutmamıştı. Dönemin bilim dalı olan Arapçayla yazılmış bu kitabına “Letaif–ül İşarat” adını vermişti. Ancak bu kitap Osmanlı ulemasıyla acemi medrese öğrencilerinin anlayabileceği bir kitap değildi.

Bu amaçla teshile koyuldu. Çünkü gençlerin “Letaif-ül İşarat”ın özüne uygun davranabilmeleri ve kitaptaki ilkeleri hayata geçirebilmeleri için her şeyden önce onu çok iyi anlamaları, kavramaları gerekiyordu.

Sultan Beyazıt’ın oğlu Musa Çelebi, kardeşi Süleyman Şah’ı Edirne’de tahttan indirdikten sonra başa geçmiş ve Bedrettin’den devletin her yanında herkese eşit olarak uygulanacak yasalar koyması için kazasker olmasını istemişti.

Ama baskı yalan demek olan iktidarın bütün makamlarını ömrünce reddeden Bedrettin, Musa Çelebi’nin önerisini biraz düşündükten sonra kabul edivermişti. Bedrettin için Musa Çelebi gibi adil bir hükümdar biricik bir umuttu. Ancak Musa Çelebi de canından olmuş yerine tahta kardeşinin katili olan Mehmet Çelebi geçmişti.

Bedrettin ise şimdiki hükümdarda bütün umutlarını kesmiş biri olarak bir yılı aşkın bir süredir İznik’te sürgünde bulunmaktaydı.

“Letaüf –ül İşarat’ı yalınlaştırmak için yazmaya karar verdiği, bu amaçla da adını teshil yani kolaylaştırma koymayı düşündüğü ikinci kitabını tamamlayamadan her şey altüst oluvermişti. Bir gece ancak İznik’e geldikten 1 yıl sonra tamamlayabilmişti o ikinci kitabını.

Yüreğini yakan kahredici sızıya dayanamamış ve gecenin bir vakti tekkeden çıkıp kale duvarlarının oraya, göl kapısına gitmiş ve düşünceye dalmıştı.

Peki, şu olmayan şey olsaydı ne olacaktı diye sormuştu kendine. Ne mi olacaktı, Musa dönemi halkın ağır bir yükten kurtulup rahat bir soluk aldığı dönem olacaktı diye düşündü.

Oysa baskıdan, zulümden kurtulmak, rahatlamak için ona göre yetmiyordu. Yasalar önünde eşit olmak, gerçek yaşamda da eşit olmak anlamına gelmiyordu. Bir timara sahip olsa bile sıradan biriyle, örneğin bir beylerbeyi eşit olabilir miydi ya da timar sahibiyle onun toprağını işleyen aşarcı bir köylü yasa önünde eşit olsalar bile ne değişmiş olurdu. Yüzyıllardan beri dönüp durmakta olan bu zulüm tekerleğinin dönüşünün yavaşlatılması, baskının hafifletilmesi her şeyi değiştirmezdi. Baskı ve zulüm yokedilmeliydi.

Son yıllardaki gelişmeler zulmün yokedilmesi için ne yapılması gerektiğini çok iyi anlatmıştı Bedrettin’e. Ne yapılması gerektiğini çok iyi biliyordu Bedrettin ama bu işin nasıl yapılacağını, nasıl başarılacağını ancak Göl kapısının üzerinde durduğu o erken sabah saatinde bulmuştu.

Avlu kapısını açıp tekkeye girdi. Her şeyi ayrıntılarıyla inceden inceye düşünmeliydi. Ancak ondan sonra öğrencileriyle özellikle bugün yarın İznik’e gelmesini beklediği Börklüce Mustafa’yla tartışmalıydı. İşin bundan sonrası için arkadan gelecek tehlike çok, pek çok büyüktü.

Yüreği sevecenlikle dolup taştı. Bütün sevecenliği kendilerini sonuna dek ona adamış insanlaraydı. Yıllardır kendisini izleyen insanlaraydı bu sevecenlik. Onlarsız kendisi bir hiçti hakikatse bir ölü. Çünkü hakikat ancak insanlar aracılığıyla varolurdu. Tıpkı şu anda İznik’in Yakup Çelebi tekkesinin yemek odasında oturmuş olan şu insanlar gibi.

Bedrettin gecenin nemiyle ağırlaşmış çuha perdeyi kaldırıp yemek odasına girdi. Hepsi ayağa kalktılar. Başları önlerindeydi. Bedrettin oturun gibilerinden işaret yaptı. Çok önemli bir gündü bugün çok önemli şeyler yapacaklardı.

Bedrettin gözleriyle bütün odayı ağır ağır taradı sanki ilk kez görüyormuş gibi her müridi üzerinde tek tek durdu. Akşemseddin bir köylüye yakışır biçimde iştahla ve ağırbaşlıkla yiyordu yemeğini. Kestane rengi kıvırcık sakalın çerçevelediği güzel yüzü, derin birtakım düşüncelere dalıp gitmiş gibiydi. Ve tam dokuz yıldır birlikteydiler.

Abdüsselam’ı ilk kez Sakız adasında görmüştü. Birgün kendisine “ne hristiyan ne müslümana benzer garip birtakım insanlar sizi görmek isterler Şeyhim” diye haber vermişlerdi. İşte o garip insanlardan biri Abdüsselam’dı. Ta o zamanlardan saçı sakalı apak olan bu insan çoluğunu çocuğunu hizmetçilerine varana dek yanına alıp Bedrettin’in huzuruna gelmişti. Bedrettin oğlu İsmail’i onun kızıyla evlendirip akraba bile olmuştu.

Esmer, suskun bir gölge gibi peşinden ayrılmayan Kasım ise kendisine karısından yadigardı. Onu kölesiyken azad etmişti. Sivri yüzlü, gaga burunlu Ahi Mahmud, Bedrettin’e büyük amcasının oğluyla birlikte katılmıştı. Rumeli’nin fethine katılan ünlü cengaverlerden birinin oğluydu. Tostoparlak kafalı Caffar, O da, Kahire’de Şeyh Ahlati’nin tekkesini terkedip Bedrettin’e katılan dervişlerden biriydi.

Bir de Mecnun. O da tıpkı Caffar gibi Kahire’den birlikte geldikleri müridlerden biriydi. Hepsi kendisine emanet edilen her şey ve bütün kervanla birlikte gelecek Börklüce Mustafa’yı bekliyorlardı.

Börklüce Mustafa’yla dokuz yıldır bir aradaydılar. İlk kez Börklüce’nin memleketi olan Aydın Beyliği’nin başkenti Tire’de Börklüce’liyle karşılaşmış, dokuz yıl yanından ayrılmamış öğrencisi olmuştu Börklüce Mustafa.

Mustafa, Bedrettin’in ilkelerine uygun olarak açık ve gizemli bilimleri öğrendi. Sorularına Şeyh’inin ağzından yanıtlar aldı. İnsanları birbirinden ayıran neydi? İnsanların gözünü köreden neydi? İnsanların yaşamlarını değiştirmek için yapılması gereken neydi? Bedrettin’in Mustafa’yı İznik’e çağırmasının nedeni bu sorulara yanıt aramak içindi.

Evet, yalnız bunun içindi. Şeyh Bedrettin Letaif-ül İşarat’ın Tezhil’ini sultana göndermiş, ona düşüncelerini bildirmişti…

1415 Eylül’ünün son günüydü. Bedrettin’in öğrencilerinin tümü aynı anda soluk verdiler sanki. İçeriyi aydınlatan mumun alevi şöyle bir titreşti. Öğretmenlerinin sözünü kağıda geçiriyorlardı. Sevinçle, mutlulukla birbirlerine baktılar. Nihayet, nihayet…

Mürşidimiz sür götür bizi, hakikat için ölmeye hazırız dediler. Torlak Kemal ve Börklüce Mustafa Bedrettin’e baktılar.Bedrettin’de onlara baktı. Titiz, dürüst, doğrucu ve onurlu. Akıllı, telaşsız, yürekli müridi Torlak Kemal ve Börklüce Mustafa’ya baktı Bedrettin.

Öğrencileri susuyorlardı. Suskunluk uzadıkça, öğretmenlerini burada, kalede bırakıp kendilerinin tek başına harekete geçmeleri olanaksız görünüyordu. Çocukların ana-babalarının koruyuculuğuna alışmaları gibi, onlar da Bedrettin aklının ve etkinliğinin her an arkalarında olduğuna alışmışlardı.

Yokluğun pahalıya mal olacak Şeyhim dediler. Müridlerine münasiptir dedi Bedrettin. Madem bu kadar tez karar verdik. Börklüce Mustafa’yla Torlak Kemal şafakla yola çıksınlar Ahi Mahmut, Akşemsettin, Silistre’de Zagor’da, Sultan’ın burnunun dibinde size yardım edecek, davamıza inanmış kişileri arayıp bulsun. Dağ keçileri denli dikkatli, temkinli ve tilkiler denli kurnaz olsunlar. Bizi bekleyenlere Şeyh Bedrettin geliyor desinler dedi.

Bedrettin hücresine döndü. Ala şafakla öğrencileri yanına geldiğinde söyleyecek düşünmesi gereken çok şey vardı çünkü. Ve şafak sökene dek kendisini bu geceye, İznik’te şu tekkeye getiren uzun yolu , bir başkasının yaşam öyküsünü anlatan bir kitabı okur gibi baştan sona ağır ağır yürüdü.

Alaşafağın sütmavisi karanlığının içinde avludan Börklüce Mustafa’yla Torlak Kemal’in ayak sesleri duyulduğunda dünyada görüşmeleri bir daha mümkün olmayacak bu insanlarla birlikte üçünün de adının insanların belleğinde, sonsuza dek birlikte anılacağını çok iyi biliyordu…

Bedrettin, pislikten ve yanlışlıklardan kurtuluşun biricik yolu olarak Muhammed’in insanlığa sunduğu bilime inanıyordu. Ona göre sapınçtan kurtuluşun ve dünyadaki çarpıklıkların düzeltilmesinin biricik yolu tanrısal gerçeğin bütün incelikleriyle öğrenilmesiyle mümkündü. Şeriatın, adalete ulaşmayı kolaylaştırmak üzere yollandığına emindi. Bu yüzden de bütün gücünü tek bir amaca yöneltti. Şeriat yasalarını bütün derinliğiyle kavramak, bu yasaların ruhuna nüfuz etmek için.

Yıllar geçti. Şeriat yasalarının özünü değil de sözünü uygulayanlar, hem de en yüzeysel, en biçimsel anlamda uygulayanlar onu kendileri için hergün biraz daha tehlikeli bulmaya başladılar. Bunlar şer’i yasaların yorumlanabileceğinin akıldan geçirilmesini bile sapkınlık olarak niteliyorlar, bu dünyayı nicedir terk edip gitmiş olmalarına ve o zamanlardan bugüne koşulların yüzseksen derece değişmiş olmasına karşın vaktiyle kendilerine “mutlak otorite” denilen kişilerce konulmuş kaidelere tartışmasız uyulmasını istiyorlardı.

Din ve ahlak kurallarına mantığa uygun bir biçim verme konusundaki her girişimi kafirlik olarak niteleyenler de bunlardı. Dogmatizm, inancı iğdiş ediyor, içeriğini boşaltıyor ve onu boş birtakım ayinler düzeyine indiriyordu.

Resmi ideolojinin temsilcisi olan din adamları için şeriat bilgisi, dünya nimetlerinden yararlanmanın bir aracıydı. Ve bunlar sık sık otoritelere göndermeler yapıyorlar, onların şeriat üzerine yazıp söylediklerini yalnızca kendilerinin biliyor olmasını maddi çıkar konusu yapıyorlardı. Oysa Bedrettin, eşitliği, kardeşliği yücelten, yüceltmesi gereken din adına baskının, yalanın, zulmün, ikiyüzlülüğün kutsallaştırıldığına tanık olarak kitap üstüne kitap yazıyor, bilimsel tartışmalara katılıyor, geleceğin hukukçularını yetiştiriyordu…

İZNİK SÜRGÜNÜ(II)

TAMER UYSAL
dosteli16@hotmail.com

Yalnızlığın acısını da çok duymuştu Bedrettin. Yalnızlık çekmesi, kentin en yüksek tepesi üzerine kurulmuş, çevresinde aşılmaz duvarlar yükselen saraylarda yaşamasından değildi bir tek. İktidar çevrelerine yakın oluş kişiyi halktan uzaklaştırıyordu. İktidar ne kadar güçlü, doruktakiler ne kadar yükseklerdeyse, yalnızlık rüzgarı da o kadar insanın içine işliyor iliğini kemiğini donduruyordu. Ama iktidarın doruklarına yakınlaşmış olmasından dolayı değildi Bedrettin’in yalnızlığı.

Bilimin doruklarına yaklaşmış olmasındandı. Düşünsel planda öyle uzaklara gitmişti ki bu düşüncelerini paylaşacak hiç kimsenin kalmadığını fark ediyordu çevresinde. Çünkü bilimi ekmek teknesi gibi görenler için tam bir başbelasıydı Bedrettin…

Sonra ünlü eseri Varidat’ı yazmıştı. Şeyh Bedrettin müridlerine şunları öğretmişti. Hakikat bize eşyanın doğasında olan şeyi yapmamızı buyurur. Her varlığın doğası hakikatin ondaki suretinden başka bir şey değildir. Bu insanda irade yoktur anlamına gelmez. İnsanda irade vardır. Yalnız ben istediğimi yaparım, istediğimi yapmam demeyi irade sanırsan aldanırsın. Cahiller ve yarım akıllılar bunu böyle sanırlar. İrade demek, olamayacak olandan ayırabilmek, buna göre davranmak demektir.

Bedrettin öğrencileri bu sözleri bir yere not etmiş, bu sözler Varidat’a girmişti. “İrade demek, eşyanın gerçek doğasını anlamak demektir” diye yineledi Börklüce Mustafa. Ve bu sözleri yinelemesiyle üzerinden dağ gibi bir yük kalkmıştı. Suçlu falan aramaya gerek yoktu. Çünkü suçlu yoktu. Yapılması gereken şey, olabileceği olmayacak olandan ayırmak ve ona göre davranmaktı.

Neden kendine bir yer beğenemiyorsun diye sordular müridler Dedesultan’a. Biz de biliriz ki hangi dinden olursa olsun bütün insanlar kardeştir. Ve de kardeş kanına girmek bayağılıkların en bayağısı bir iştir. İki kişi beş kişiyle kapışmışsa gerçek yiğidin yeri iki kişinin yanıdır. Bu dürüstlüğün, mertliğin gereğidir. Peki ya bir de silahsız insanların üzerine yürünmüşse? Hele hele bu silahsız insanların hakikat diye keşfettikleri birşeyin ardında yürümekten başka hiçbir suçları yoksa?

Ellerimizi göğsümüzde kavuşturup bu insanların canavarların yırtıcı pençeleri altında nasıl canverdiklerini seyir mi edeceğiz? Bu mudur yiğitlik? Eğer buysa, hak diye hakikat diye tutturduğumuz bu şeye tükür gitsin…

Müridler baktı, Börklüce Mustafa’nın artık herkesçe bilinen adıyla Dedesultan’ın da yüzünde geniş, aydınlık bir gülümsemeyle baktığını gördüler…

Gök baştanbaşa yıldızlarla kaplıydı. Havadaki nemden kimi zaman sürüler halinde uçar gibi görünüyordu yıldızlar. Kimi zamansa durmadan göz kırpıyorlardı.

Hesapları şuydu. İnus ve Goni Adaları arasından hızla geçerek Karaburun ‘u dolaşmak ve yarımadaya iyice yaklaşınca yoldaşları karaya çıkarmak, yükü de şafaktan önce teslim etmek.

Işıkları yakmamışlardı. Kıyıdaki her kayada gözü kulağı vardı Vali’nin. Ne ninni söyler gibi fısıldaşan dalgalar ne tertemiz, pırıl pırıl gökyüzü tedirginliği söküp atamıyordu. Yoldaşlar öbür teknede, yükün hepsi bu teknedeydi. Kilim ve koyun postu denkleri, içleri yıllarca dayanabilecek en seçme buğdayla dolu adam boyunda küpler, birinin içi aybaltalarla öbürü el yapısı kalkanlar, kısa kılıçlar, kundaklı oklarla dolu iki büyük hurç.

Ve Karaburun görünmüştü. Karaburun ya da rumun Stilyarion dediği Karaburun. İzmir körfezinin girişinde kurulmuş o çevrenin adı da olan üç yanı deniz ardı dağlarla kaplı Karaburun.

Bu bölgeye ancak gür ormanlarla kaplı daracık darboğazlarından ulaşılabilirdi. Kıyıdaki Rum köylerinden yamaçlardaki Türk köylerine kadar bütün köyler Dedesultan’ın elindeydi. Bölgede ne kadar mültezim, muhafız, korucu, kolcu, beyadamı, Osmanlı askeri varsa tümü kovulmuş, dağ geçitleri sıkı sıkıya tutulmuştu.

Erzak dağlardaki mağaralarda depolanıyor, silahlar da mağaralarda oluşturulan depolara konuyordu. Hayvanlar ortaklaşa sürülüyor, her köyün kadınları toplanıp sürülerden sağdıkları sütlerle yoğurt, yağ, peynir yaparak bölüştürüyorlardı. Balıkçıların avladıkları balıklar herkese paylaştırılıyordu.

Bütün köylerde ve kasabaların mahallelerinde kurullar oluşturuluyor, seçimle işbaşına gelen bu kurullar sorunları çözüyorlardı.

Karaburun’u yönetenlerin başında Şeyh Bedrettin’in müridleri bulunuyordu. Mürit Börklüce Mustafa şöyle dedi:

“Ağalar, beyler, voyvodalar, prensler zenginliklerini birbirlerine gösterip övünmek için gösterişli giysiler giyer, bu giysilere birbirinden güzel taşlar takıp takıştırırlar. Bizde ise herkes birbirine eşittir. Rum, Türkmen, Müslüman, Hristiyan… Kim balıkçı kim rençber, kim nefer kim nefer ağası, kim ast kim üst, kim kumandan kim asker giysilerden değil akıldan, fikirden anlaşılır. Bizim birbirimizden farklı elbiseler giymemize gerek yoktur. Canı başı hak yoluna, hakikat yoluna adamışlara biz bir giysi düşündük. Tek parça kumaştan kesilmiş bir kumaştır bu… Yarın, kadın erkek demeden yakınlarını başına toplayıp konuştuklarımızı anlatsın. Haydi herkes işbaşına.”

Aydın ve Saruhan topraklarındaki bütün köy ve kentlerde oturan yoldaşlara tez elden atlılar çıkarılmasını kararlaştırdılar. Ulakların ileteceği haber şuydu: Bundan böyle kimse Osmanlı beylerine, valilerine haraç, asker vermeyecektir. Her köy her kasaba temsilcilerini Karaburun’a gönderecektir. Gayri Vakit irişmiştir. Gayri zalimlerin zulmüne son verilecektir…

Artık Kızıldere koyağında kurulmuş kampta dörtnala koşturulmuş atlar gibi ter içinde kalmış askerler talim yapıyorlardı. Şimdi köylülerin tümü savaşmak istiyor, yıllar yılı kendilerini aşağılamış düşmandan öç almak için can atıyorlardı. Karaburun’da olan bitenler İznik’e Şeyh Bedrettin’e ve Manisa’ya Torlak Kemal’e bildirilecekti.

“Aç gözünü gafil olma
zulümlerden korkar olma
Şeyh’in yolundan şaşma
Ödeşme günü geldi”

diyordu yoldaşlar. Ve ödeşme günü geldi. Haydi kardeşler dediler. Haydi hep beraber dediler. 1416 yılının sakin bir ilk yaz gecesi… Cenk başladı. Okçusu, zırhlısı beşyüz sipahi ve iki bin yaya askeriyle Osmanlı askeri üzerimize geliyor dedi müridler. Ne düşman pusuları ne yalçın dağlar ne de denizlerin kapkara suları hakikat için engel değildir dedi Dedesultan.

Sarp kayalarda savaşçılar önce düşmanın yaklaşmasına izin verdiler. Ardından yağmur gibi taş ve ok yağmaya başladı. Müridlere ilk savunma hattını terk eden taş fırlatıcılar ve okçulardan başka yüz Türkmen katılmış bulunuyordu. Daracık tutulan geçiş yerlerinden teker teker üstelik atlarını yan çevirip geçmek zorunda kalan Osmanlı süvarisini avlamak hiç zor olmadı. Düşman bitmez tükenmez biçimde geçiş yerine sokulmaya devam ediyordu. Müthiş öfkelenmişti Osmanlı, üstelik arkadakiler de bastırıp duruyordu.

Yaya gulamlar birbirlerinin omuzları üstünde yükselerek duvarı aşmayı denedilerse de okçular, taşçılar ve Türkmenler için kolay bir av olmaktan öteye geçemedi çabaları. Yaralıların çığlıkları, küfürler, taşların altında ezilenlerden yükselen haykırışlar, at kişnemeleri, nal sesleri, kılıç kalkan şakırtıları savaş davullarının gümbürtüsüne karışmış, müthiş bir uğultu halini almıştı.

Güneş dağın ardında yitmiş, boğaza hızla alacakaranlık çökmüştü. Dedesultan’ın savaşçıları düşmanı çember içine almışlardı. Safları bozulmuş Osmanlı askeri perişan durumdaydı. Bu sırada Karaburunluların arkasında bir atlı göründü. Mızrağının ucunda kanlı bir sarık ve kesik bir kelle sallanıyordu.

Kardeşler kardeşlerinize teslim olun, Osmanlının valisi cehennemi boyladı dediler. Hakikat bizimle dediler. Dedesultan’ın savaşçıları bir adım gerilediler.

Çarpışma durdu.

Gulamlardan önce biri sonra bir başkası sonra hepsi silahlarını kalkanlarını attılar, ellerini kaldırıp teslim oldular. Puta taparların elinde çelenk kanatlı bir kadın olarak tasvir ettikleri “zafer tanrıçası” sunmamıştı bu zaferi onlara. Kanla, gözyaşıyla kendileri kazanmıştı. Geceyle beraber, dağları ve ormanları, yaşayanları ve ölüleri, sağlamları ve yaralıları serin karanlığıyla saran geceyle…

Hayvan leşleriyle, ölülerle dolu şu ürpertici dağ boğazından bir an önce çıkıp gitmek arzusuyla doluydu bütün yürekler. Buyruk verildi, Osmanlının muhtemel tuzağına karşı gözler dört açılacaktı.

İlkyaz yıldızları karanlık gökyüzünde beyazımsı ışıklarıyla pırıl pırıldılar. İki yandaki tepelerde, boğazda kurumuş dere yatağında yakılan ateşlerin bazen harlayarak yukarı atılan bazen boğulup geri çekilen kızıl alevleri gökyüzünün sessiz pırıltılarına yerden karşılık verir gibiydi.

Ama yıldızların ışığı da, yakılan ateşlerden yükselen alevler de, Osmanlı valisinin donuklaşmış gözlerinde yansılanmıyordu artık. Kızılderede yere dikilmiş bir mızrağın ucundaydı valinin kafası ve dikkatle bakıldığında rüzgarda belli belirsiz sallandığı görülüyordu.

Bunca yıldır savaş alanlarında nice kan, ölüm görmüş Börklüce Mustafa ömründe ilk kez son zaferi kendine karşı kazanacağı zaferi arzulamayan bir komutanın omuzlarına çöken o tarifsiz sıkıntıyı duyuyordu.

Karanlığın içinde hırıltıyı andırır umutsuz inlemeler duyuluyor, ateşin yakınında gölgeler oynaşıyordu. Börklüce arkası ateşe dönük, bakışları gökyüzünde öylece duruyordu.

Tepe ve boğazla kızıldere arasındaki ormanda yanan ateşler ortalığı belli belirsiz aydınlatıyor, solgun bir ay ağaçların gerisinden sanki iple çekiliyormuş gibi ağır ağır çıkıyordu.

İznik’e gelip Börklüce Mustafa’nın Osmanlı ordusuna karşı kazandığı yeni zafer, Ali Bey’in kaçışı ve hayatlarında acıdan, aşağılanmadan başka bir şey görmemiş bahtıkara insanların yüzlerinin nasıl gülmeye başladığının anlatılmasından sonra Bedrettin durduğu yerde duramaz olmuştu.

Bütün bunlar duyulur da durulur mu? Bedrettin de kararını verdi. Gayrı bu İznik’te durmak artık haramdı. Öğrencileri, kardeşleri bir ellerinde mala hakikatin göz kamaştırıcı yapısını yükseltirken kendisi burada eli kolu bağlı oturamazdı. Yardımlarına koşmalıydı yoldaşlarının. Ama Karaburun’a, Aydın’a Manisa’ya değil. Zulmün, zorbalığın yüreğine. Osmanlının başkentine vuracaktı O.

Edirne’den Ahi Mahmud’dan, Bulgaristan’dan Akşemseddin’den aldığı haberler bu seçimin doğruluğunu müjdeliyordu. Ve aylardır ta ilkyaz günlerinden bu yana her öğleden sonra müridlerinden biriyle kent duvarları dışında uzun yürüyüşler yapması boşuna değildi.

Bedrettin’in tek isteği Rumeliye geçmekti. İsfendiyaroğluna gelince elinden gelse Mehmet Çelebi’yi bir kaşık suda boğardı. Menkub Şeyh Bedrettin Mahmud’un Çandarlı Beyliği topraklarında olduğunu öğrenince davrandı. Ne var ki korkuyordu Sultandan.

Ancak Bedrettin Sultan sürgünü değil, bir büyük bilgin, bilgeler sultanı, evliyalar sultanıydı. “Nasıl da korkuyor Mehmet Çelebi’den” diye düşündü Bedrettin.

Şeyh hazretlerini Kırım’a götürmek için donanmasından bir gemi ayıracaktı İsfandiyar Bey. Kendisine uzatılan yardım elleri için teşekkür etti Bedrettin.

Gittiği her yerde taraftar toplamıştı Bedrettin. İnsanlar hak eşitliğine değil, çıkara dayalı bir yaşam sürüyorlardı. Dirlik düzenlik değil zorbalık vardı bu yaşamda.

Ey !... Herşeyini kaybetmiş olanlar, silkin üzerinizdeki ölü toprağını, ayağa kalkın. Çünkü artık hakikat zamanı gelmiştir. O hakikat ki bugüne kadar zindanlara kapatılanların dillerinde, köylülerin feryatlarında, cellat kütüklerinde kan ve gözyaşıyla yükseliyordu sesi. Bunun için öğrencilerimiz Börklüce Mustafa’yı Aydın’a, Torlak Kemal’i Manisa’ya gönderdik.

Hak yolunu göstermek için. Doğru yolu göstermek için. Beylerin topraklarını ellerinden alıp halkın ortak malı yaptı bu kardeşlerimiz. Sultanın ordusunu doğruluğun, hakkın gücüyle tepelediler.

Biz, bilim gücümüzle, evrenin birliğinin gizlerini biliş gücümüzle, dinlerin ve halkların sahte yasalarını değiştireceğiz, boş yasakları kaldıracağız, dünyayı yalanın utancından temizleyeceğiz. Toprağı olmayanlar toprak sahibi, iktidar olmayanlar iktidar sahibi olacaklar. Hakikat bayrağının altında toplanın, saflarımızda yer tutun!

Ateşe zıkkım tozu serpilmiş gibi tutuşturuvermişti bu sözler köylü yüreklerini.

Ardından hemen haber ilettiler Sultana. Hükümdarım dediler, Menkub Şeyh Bedrettin, Deliorman’da birtakım dervişleri, ayaktakımını ve sefil Bulgardan bir kısım baldırı çıplağı toplayıp gelir dediler.

Osmanlının ordusu güçlü idi. İriş dedi yiğitler, iriş Şeyh Bedrettin. Sağ kalanların tümü gecenin kalın örtüsü altında Akdağ eteklerine çekildi. Bedrettin yiğitlerinin elinde birtek Karaburun, birkaç köy, biraz kıyı, bir dağ yamacı kalmıştı, iki bin de asker…

Sekiz bin kardeşlerini savaş alanında kaybetmişlerdi. Şehitlerimize şan olsun dediler. Davamız kalanların omuzları üstünde bundan böyle dediler.

Börklüce Mustafa esir düştü. Esir düşmüştü yiğitler. Sonra da Bedrettin.

Önce Börklüce’yi yakalamışlardı. Emir verilmişti. Cellatlar önce Börklüce Mustafa’nın mintanını belinden aşağı sarkıtıverdi. Sonra bir haça avuçlarının içinden mıhladılar Börklüceli Mustafa’yı.

Mustafa’dan tek bir ses çıkmadı. Yalnız kalabalığa dikili gözleri, içlerinde iki ateş tutuşmuş gibi yanmaya başlamıştı.

Cellatlar Mustafa’ya baktılar. Börklüce Mustafa onlara sadece gülümsedi. Cellatlar sonra Mustafa’nın parmak kemiklerini kırmaya başladılar.

Kalabalık susmuştu. Meydanda kırılan kemiklerin sesinden başka ses duyulmuyordu.

Dedesultan susuyordu. Gülüyordu. Parmaklarından yükselen çatırtıyla beraber gözlerinde bir alev parlayıp sönüyordu.

Mustafa çivili olduğu haçtan gülümseyerek bakıyordu kadıya. Yaşasın hakikat dedi. Gözlerinin önünde sonra bir bir düştü diğer yiğitlerin başı. Tövbe etmediler. Tek bir söz dediler:

“İriş Dedesultan”

Ardından kalan yiğitlerin başı vuruluyordu. Onlara aynı şeyi söylediler. Onlar da tek bir söz dediler:

“İriş Şeyh Bedrettin”

Kaç kez yinelendi bu. Bacaklara inen sopa, kütüğe düşen baş, havaya kalkan ve hızla inen balta, cellatların sesi, kesik başların sepetlere yuvarlanışı. Birbiri ardına sehpaya çıkardılar yoldaşları.

Dedesultan gerili olduğu çarmıkta herkesi gülümseyerek karşıladı. Ve uzun bakışlarıyla uğurlamıştı yiğitlerini. Gözyaşlarının görüşünü engellememesi için arada bir başını silkeliyordu. Yanaklarından yuvarlanıp çıplak göğsüne düşüyordu gözyaşları.

Hiç kimse yazıklanmadı, pişmanım demedi. Bağış dilemedi. Sepetler kesik başlarla doldu. İyice yükselen güz güneşi kan göllerinin üzerinde donuk yansımalar oluşturdu. Kalabalıkta kimseden ses çıkmıyordu. Boyunları vurulanların ne dedikleri artık duyulmuyordu. Dudaklarının kımıltılarından tek bir şey dedikleri anlaşılıyordu:

“İriş Dedesultan”

Börklüce Mustafa’nın on bin yiğidini tepeleyip Aydın ve Saruhan beyliklerinin topraklarını eski sahipleri olan beylere ve sultanın sadık kullarına dağıtan Beyazıt Paşa, buradan doğruca Manisa’ya, Torlak Kemal’in üzerine yürümüştü. Kan gövdeyi götüren bir kapışma olmuş, Osmanlılar Kemal’in yiğitlerini biçmişler, darmadağın etmişlerdi. Torlak Kemal canlı yakalanmış ve en yakın yoldaşı Abdal Torlak’la beraber kale duvarında ipe çekilmişti. Kalanların da boynu vurulmuştu. Tek bir yahudiyi sağ bırakmamışlardı.
Bedrettin’i yakalayıp Serez’e getirdiler.

Hakikat bize insanları varlık durumlarına, dillerine, dinlerine göre ayırmamızı değil, birleştirmemizi buyurur diyordu Şeyh Bedrettin.

Madem biz yenildik verin şu fetvanızı diyordu.

18 Aralık 1416 Perşembe günü sabah erkenden Serez’in bakırcılar çarşısında darağacı kuruldu.

Çarşının yakınında büyük bir kalabalık toplanmıştı. Böylesine birinin o ana kadar hiç asıldığı görülmemişti.

Bulutlarla kaplı puslu sabah göğü yukardan bastırıp duruyordu. Ağaçların çıplak dallarında gözyaşları gibi damlalar yuvarlanıyordu.

Önce tek bir söz; Hakikat bizimle dedi Bedrettin. Sonra beni hakikati anlamış insanların yüreklerinde arayın deyip sehpaya çıkmıştı.

Cellatlar üstündekileri çıkarıp çırılçıplak ettiler. Sonra da yağlı ilmeği boynuna geçirdiler. Hava kararmıştı, az sonra. Ve az sonra, yağmur çiseliyordu.


Kaynak: Ben de Halimce Bedreddinem, Radi Fiş, Yön Yayıncılık 1988 (Yeni baskı Evrensel Basım Yayın 2002).

Derleyen: TAMER UYSAL
Halkla İlişkiler Uzmanı
Araştırmacı-Yazar

25 Ocak 2010 Pazartesi

TEKEL İŞÇİLERİYLE KİTAP PAYLAŞIMI…


41 GÜNDÜR DİRENEN TEKEL İŞÇİLERİYLE KİTAP PAYLAŞIMI VE GREV İZLENİMLERİM...
Adil Okay
adilokay@hotmail.fr

Yazar şair akademisyen fotoğrafçı ve bilim insanları tekel işçileriyle kitaplarını paylaştı. Ahmet Telli (Şair), Şükrü Erbaş (Şair), Fikret Başkaya (Akademisyen), Zerrin Taşpınar (Şair), Yılmaz Demiral (Tiyatrocu), Temel Demirer (Yazar), Sibel Özbudun (Akademisyen), Oktay Etiman (Çevirmen), Necmettin Salaz (Yazar), Mahmut Konuk (Aktivist), Sait Çetinoğlu (Yazar), Adnan Caymaz (Şair), İsmet Erdoğan, Mustafa Çoban (Yayıncı), Aydın Şimşek (Şair), Mehmet Özer (Fotoğrafçı-Şair), Emir Ali Türkmen (Yayıncı), Adil Okay (Şair-Yazar), Ragıp Zarakolu (Yazar), Muzaffer Erdoğdu (Yayıncı), Ahmet Önal (Yayıncı) Tekel işçileriyle gün boyu dayanıştı.
İşçiler kendilerine destek için gelen öğrenci−öğretmen−sanatçı ve/veya işsizlerle kucaklaşıyor. AKP kanadından yükselen provakatif açıklamalara prim verilmiyor. Marjinal gruplar, teröristler aranıza sızıyor propagandalarına gülüyorlar. ‘Bu çocuklar mı terörist’ diyorlar. ‘Bu gençler çamaşırlarımızı yıkıyor, gün boyu bize çay dağıtıyor, odun taşıyorlar. Hepsi bizim çocuklarımız. Pırıl pırıl gençler.’

Toplu kitap dağıtımından sonra Hatay’ı olduğum için öncelikle Hatay çadırını ziyaret ediyorum. Antakya, Kırıkhan, İskenderun’dan gelen hemşerilerim beni sevgiyle karşılıyor. Kitaplar ve dayanışmamız için teşekkür ediyorlar. Saçı kapalı, saçı açık kadınlar aynı dilden konuşuyor. Sınıf mücadelesi, dayanışma, emek ve haklardan söz ediyorlar. Çaylarını içip soba karşısında ısınmaya çalışarak söyleşiyoruz. Sonra diğer çadırları ziyaret ediyoruz. Diyarbakır, İzmir, Muş, Batman, Tokat ve diğerleri. Bu ara işsiz öğretmenler (İGEP) çadırı dikkatimizi çekiyor. Tekel işçileriyle dayanışmaya gelen işsiz veya sözleşmeli öğretmenlerin çadırında ben, Ahmet Telli, Aydın Şimşek, Sibel Özbudun, Sait Çetinoğlu, Memet Özer oturuyoruz. Onların da sorunlarını dinliyoruz. İçlerinden Azime öğretmen yüzbinlerce işsiz öğretmen var. bunlar da ayağa kalksa mücadelelerini birleştirse emek cephesi kazanır diyor. Kadir öğretmen saz çalıyor bana bir sürpriz yapıyor. Benim çocuklar için yazdığım ‘zaman’ adlı şiirimi bestelemiş. Onu söylüyor.

Akşamüstü bir hareketlenme oluyor. Ankara gücü taraftarları yüzlerce genç tekel işçilerini ziyarete geliyor. Alkışlar zılgıtlar. Sonra gençler. Soğuk artıyor. Odun dağıtılıyor. Ateşin etrafında halay çekiliyor. Türküler söyleniyor. ‘Tekel işçisinin yanındayız’ diye pankart asan esnaflar işçilere kapılarını açmış. İşçiler esnafları rahatsız ediyor açıklamalarının çirkin bir dedikodu olduğu anlaşılıyor.

Bol bol fotoğraf çekiyorum.

Gece yarısı yaklaşınca ertesi gün gelmek üzere vedalaşıyorum tekel işçileriyle.

Günün son haberlerini dinliyorum. Başbakan zehir kusmaya devam ediyor. Ankara’da provakatif eylemler var diyerek tekel işçilerini tehdit ediyor. Ben bir tekel işçisine vereceğim maaşla üç kişi çalıştırırım diyerek emeğe saygısızlığını ortaya koyuyor.

Sonuç ne olursa olsun tekel işçileri kazandı. Güçlerinin ve dayanışmanın farkına vardılar. Bir işçinin ifadesiyle ‘biz düne kadar kendimize ve iş arkadaşlarımıza güvenmiyorduk. Ama bu 40 günde hepimiz değiştik. Kazandık. Kendimize güvenimiz ve saygımız arttı.’

http://www.adilokay.com/

24 Ocak 2010 Pazar

KAAN KOÇ SÖYLEŞİSİ ERTELENMİŞTİR


Yasakmeyve'ye Dokunanlar'da bu pazar gerçekleştirilmesi planlanan Kaan Koç söyleşisi, hava muhalefeti nedeniyle Şubat'ın ikinci haftasına (14 Şubat'a) ertelenmiştir.

Önümüzdeki hafta (31 Ocak Pazar 20.00) konuğumuz; şair-yazar Sezai Sarıoğlu...

Yasakmeyve'ye Dokunanlar, her Pazar 20.00 - 23.00 arası Kooperatif Sanat ve Performans Merkezi'nde...

(Etkinliklerimiz ücretsizdir.)

Yasakmeyve'ye Dokunanlar
Ayhan Şahin & Mahir Karayazı
yasakmeyveyedokunanlar@gmail.com

Kooperatif Sanat ve Performans Merkezi
İstiklâl Caddesi, Rumeli Han, C Blok, No: 88 / 12 Beyoğlu - İstanbul (Ağacamii arkası, Mahyacı Sokak)
0212 245 82 48
0536 336 13 75

23 Ocak 2010 Cumartesi

Hâr Kültür Sanat ve Edebiyat Dergisi...


Hâr Kültür Sanat ve Edebiyat Dergisi 5. sayısıyla kitabevlerinde...

İÇİNDEKİLER

Rabindranath Tagore ve “Şiirler: Aşka Çağrı” / TARIK DURSUN KAKINÇ...
Tagore’nin Bakışımlı Dünyası / NAZMİYE KETE
Tagore, Gandi ve Militarizm
Mektuplarla Tagore / Çev: ÜLKÜ TAMER
Yapıbozum: (JACQUES DERRİDA) / ALİ ULUDAĞ
Eskiden Güvercin Beslermiş / TANER CİNDORUK
Severiz Çünkü Ara Vermeden / HÜSEYİN KÖSE
Babam ve Çan Çin Çon / AHMET BÜKE
Takas Çarşısı / ADNAN GÜL
Heceler Arası Haysiyet / İHSAN ARI
Üçlü / ÖZKAN KULA
Sinema ve Resim Kimin İşidir? / CENK AĞCABAY
Kayıp / TUBA SUSOY
Fırtınalar Koynunda / ZEKİ KARAASLAN
Ateş Hırsızları Söylencesi’nden Myndos Geçişi’ne / ŞEREF BİLSEL
Hayata Su Taşıyan Çocuklar / MAZLUM ÇETİNKAYA
Orhan Eskiköy: “Bu Ülke İçin, Barış İçin İnsanlar Birbirini Anlayabilsin…” / SALİHA YADİGÂR
Yaseminlerin Sabahı / ŞÜKRÜ ERBAŞ
Tahmis’in Cinleri / SEMA ÇETİNKAYA
Salının Annesi / HÜSEYİN KAYAŞ
Çiya Mazî / ZAFER XOCA
Faké Kesk / STÊRKA SİPAN
Şılli û Şepli / MÜSLİM ÇELİK
Vietnam Mektubudur / ÖKTEM TEPE
Yılanevi / RAMAZAN PARLADAR
Tanrıçam / FETTAH KÖLELİ
Serseri Fişek / YILDIRIM UZUN
Maya / MEHMET RAYMAN
Sorgudan Çıkma Aşk / SÜHEYLA TAŞÇIER
Rüzgârın Şiiri / HALİL GÜLER
Dengbeji ve Dengbêjler II / FERMAN SALMIŞ
Meşâl / OZAN DENİZ SARITOP
Sıyrılış… / MELİKE ŞENYÜKSEL
Eski Eve / YAVUZ SAVAŞ KAYHAN
Ayrım / DERYA YILDIZ
Har-daş / ONUR AKYIL

-----------------------

Hâr dergi ( hardergi@hotmail.com )

22 Ocak 2010 Cuma

BASINA VE KAMUOYUNA


TUTUKLU GAZETECİLERLE DAYANIŞMA PLATFORMUNDAN
BASINA VE KAMUOYUNA


Tutuklu gazetecilerden İşçi-Köylü Gazetesi İstanbul/Kartal bürosu çalışanı Suzan Zengin’in Tutuklu Gazetecilerle Dayanışma Platformuna gönderdiği mektubunu basının ve kamuoyunun, konuya duyarlı kişi ve kurumların bilgisine sunuyoruz:

Merhaba,
Ben Bakırköy Kadın Hapishanesi'nde bulunan tutuklu bir gazeteciyim.
Yaklaşık 5 ay önce, açık bir komplo sonucu tutuklandım. Geçen bu süre zarfında ortaya henüz bir iddianame çıkmış değil. Yani keyfi bir biçimde tutuklu bulunmaktayım. Ne duruşma tarihim belli ne de hangi iddia ile tutulduğum netleşmiş değil anlayacağınız...

Olayın "komplo" olarak adlandırdığım kısmına da kısaca değinmek istiyorum:

Uzunca zamandır Umut Yayımcılık bünyesinde gazetecilik yapıyorum. İşçi-Köylü Gazetesi, Partizan Dergisi ve Yeni Demokratik Gençlik, periyodik olarak çıkardığımız yayınlar. Bunlar devrimci-sosyalist içerikli muhalif yayınlardır. Dolayısı ile ben de muhalif bir gazeteciyim. Muhalif kimliğimi uzun yıllardır açık açık taşımaktayım. Son 12 yıldır aynı evde ikamet etmenin yanı sıra, 3 yılı aşkın süredir de gazetenin Kartal Bürosu'nda çalışıyorum.

Yani, muhalif kimlikle devrimci kurumlarda çalışan hemen herkes açısından "geçerli" olduğu gibi, benim de nerede oturduğum ve ne yaptığım polis tarafından da çok iyi bilinmekte. Buna karşın, 28 Ağustos 2009 tarihinde bir "yakalama emri" ile evimi basan polis tarafından gözaltına alındım. 4 gün tutulduğum İstanbul Emniyet Müdürlüğü'nde, 3 genç insanın daha evlerinden alınarak emniyete getirildiğini öğrendim. Ancak sözünü ettiğim bu kişiler daha önce hiç görmediğim, tanımadığım insanlar -ki onlar da beni tanımıyorlar. Sadece adliyeye getirildiğimizde nezarette karşılaştık. Sonuç olarak, onları da benimle birlikte tutukladılar.

Zaten bu süreçte merak ettiğim bir diğer konu da, bu kişilerle benim aramda nasıl bir ilişki-bağ kuracakları. Komplo da işte burada ortaya çıkıyor! Tutuklanma sürecim kısaca böyle...

Biraz da burada içinde bulunduğum koşullardan söz etmek istiyorum:
Her biri ikişer kişilik 12 hücreli bir koğuşta kalıyoruz. Havalandırma sabah saat 08.00'den akşam 18.00'e kadar açık. Burada yaşanan en ciddi sorunlardan biri sağlık sorunu. Ciddi bir rahatsızlık durumunda, hastane sevki 6-7 ay, hatta daha uzun sürebiliyor. Revir doktorunun yazdığı ilaçlar, tetkik yapılamadığı için, genelde doğru teşhise dayalı olmuyor/olamıyor. Ben 52 yaşındayım ve geçirdiğim bir ameliyata bağlı olarak, hızlı kemik erimesi ve ülser, hipertansiyon, kolesterol yüksekliği gibi daha bir dizi, düzenli ilaç almamı gerektiren rahatsızlıklarım var. Bazı tetkiklerimin belli aralıklarla yapılması gerekiyor. Tabii bunları şu sıralar tutuklu olmam nedeniyle yaptıramıyorum. Benim dışımda da birçok tutuklu arkadaşın tedavi ettiremedikleri ciddi hastalıkları var.

Genelde buranın durumunu ve özelde ise kendi durumumu kısaca aktarmaya çalıştım. Şunu da hemen belirtmek istiyorum ki; karşı karşıya kaldığım bu durum beni hiç de şaşırtmış değil.

Muhalif basın ve de muhalif kimlikler uzunca yıllardır benzer sindirme-susturma girişimleriyle yüz-yüzedir. Bana uygulanan tutuklama komplosu da işte bu girişimlerinin bir parçasıdır. Ve gerek muhalif basın ve de gerekse çalışanları üzerinde devam eden, açık saldırı niteliğindeki bu girişimler her platformda ortaya konmalı ve teşhir edilmelidir.

Kendi durumum üzerinden yapmaya çalıştığım da budur:

Komplocu tarzda ve keyfi biçimde tutuklanmamı teşhir etmek!

Suzan Zengin, Bakırköy Kadın Kapalı Cezaevi B/4

05.01.2010

---------------

Haberi ileten: Hüseyin Habip Taşkın

21 Ocak 2010 Perşembe

HİTAP ETMESİNİ BİLMEK


Mustafa Elveren (Em.Öğrt.)
mustafaelveren@gmail.com

İnsanlara hitap etmesini bilmek bir nezaket kuralıdır. Kaba bir hitap ya da hitapsız bir mesaj beni rahatsız ettiği gibi bir çok kişiyi de rahatsız ettiğini düşünmekteyim.

Mesela şu mesaj beni çok rahatsız etmiştir; "Irkçı propagandalarınızla mail hesabımı kirletmeyin. Zehirli yazılarınız ilgimi çekmiyor. Deniz…" Bu satırlar sözde Atatürkçü ve vatansever olduğunu iddia eden ve kimliğini açıkladığım takdirde beni mahkemeye vermekle tehdit eden ne yazık ki Deniz ismini kullanan birine aittir. Bu tür kişilikler Deniz adını kullanmakla Deniz Gezmiş’e laik olamazlar. Sadece Kemalistler mi? Hayır! Kürt yurtseveri, İslamcı, devrimci ve benzeri kavramlarla kendini lanse eden bazı kişilerin de aynı seviyede oldukları, yazdıkları mesajlarından biliyorum.

Ben gerçek Kemalistler ile bilinçli İslamcılarla her zaman çok rahatlıkla tartışabilirim. Zaman zaman tartıştığım bir çok tanıdığım kişiler de vardır. Bunların içinde dostlarım ve arkadaşlarım da vardır. Bir çok konuda farklı görüşlerimize rağmen bunların bilinçli kesimiyle uzlaşmak daha kolay olduğunu düşünüyorum. Ancak, sahte Kemalistler ile İslamcı geçinenler çok tehlikelidirler. Bırakalım bunlarla tartışmayı, adam yerine koyup muhatap almak bile zarar veriyorlar. Peki, bu durumda sahte ile gerçeğini birbirinden nasıl ayırt edeceğiz? İşte bu çok zor. Bence daha çok çıkarlar dengesi üzerinden değerlendirmek gerekir.

Zaman zaman şu soruya kendime soruyorum; “Ha ırkçılar beni ezmiş, ha dinciler vurmuş, ne fark eder? Al birini vur ötekisine.” Buradan hareketle; ben 1300 yıl önceki gerici kafaların, 80 yıldır uygulanan ırkçı zihniyetin değişmesi için uğraş veriyorum. Ülkemizde barış ve özgürlük ortamı bir türlü sağlanamıyor. Dolayısıyla, demokrasiyi de inşa edemiyoruz. O nedenle, demokrasi mücadelesine önem ve öncelik vermemiz gerektiğini sürekli yazılarımda vurguladım. Türkiye’de ve Ortadoğu’da ise, demokrasi mücadelesinin Kürt sorunuyla doğrudan ilişkili olduğu bilinen bir gerçektir.

Farklı inançta, ırkta, görüşte ve seviyede olabiliriz. Olmalıyız da. Gerek Dünya’da gerekse ülkemizdeki önemli siyasal ve ekonomik sorunları kendi açımızdan değerlendirip, eleştirebiliriz. Farklı görüşlerin olmadığı bir sistem demokratik olamaz. Birbirimizin görüşlerini eleştirmeliyiz ve bu eleştirilerden ders çıkarmalıyız. Ancak, bu eleştiriler evrensel insan hakları ve hukuk çerçevesinde olmalıdır.

Bana göre demokratik bir çerçevede farklı görüşlerin birbiriyle tartışmaları aynı zamanda evrensel kültürün bir parçasıdır. Bu kültür reformunu en azından aydınlar, yazarlar-çizerler, sanatçılar kendi aralarında yapabilmeli ve topluma örnek olmalıdırlar. Bunun önünde hiçbir engel yoktur. Yeter ki, herkes kendinden biraz fedakarlık yapsın.

WEB : http://www.gomanweb.com/

Tahliye yanlış, soruşturma yok




Ersan ATAR / ANKARA

AĞCA'NIN 2006'daki yanlış tahliye sürecinde verilen kararlarda imzası bulunan hakimler ve bu süreçte görüş bildiren savcı hakkında Adalet Bakanlığı'nın "soruşturmaya yer olmadığı" kararı verdiği ortaya çıktı. Ağca 2006 yılında nihai olarak Kartal 2'nci Ağır Ceza Mahkemesi'nin kararından sonra salıverilince 78'liler Vakfı üyesi Haydar Kılıç yanlış tahliyeye neden oldukları iddiasıyla Pendik Savcısı Ömer Faruk Küçükince, ilk tahliye kararını veren Kartal 1'inci Ağır Ceza Mahkemesi Başkanı Ali Nevzat Aygün, üyeler Muzaffer Eroğlu ve Kadriye Aynur Göçmen ile 1'inci Ağır Ceza Mahkemesi'nin kararını yerinde bulan Kartal 2'nci Ağır Ceza Mahkemesi'nin Başkanı Hüseyin Öztürk, üyeleri Kasım Özbey ve Neslihan Aboşoğlu hakkında suç duyurusunda bulundu. Üsküdar 2'nci Ağır Ceza Mahkemesi başkan ve üyelerinin de cezalandırılmasını istedi. Bakanlık, "işlem yapmaya gerek olmadığı" sonucuna vardı.
21.01.2010

20 Ocak 2010 Çarşamba

HİTLERİMSİ MANZARALAR


“Manisa’nın ilçesine bağlı Selendi’de...Tekbir getiren binlerce kişi, yaklaşık 25 ev ve 74 nüfusluk Romanların üzerine yürüdü. Romanlar güvenlik nederiyle Gördes’teki akrabalarının yanına taşındı...”

Hüseyin Habip Taşkın
habibtaskin@gmail.com

İnsanlık utancı ülkemizde yaşanmaya devam ediyor. Şiddet ve öfke dinmek bilmiyor. Türkçülük, vatan, millet söylemleri arasında, kendi dışındakileri sevmeme, yok sayma devam ediyor. Sistem çarkını böylelikle döndürmeye devam ediyor.

Manisa'nın Selendi ilçesinde, yılbaşı gecesi bir kahvede çay yüzünden çıktığı belirtilen tartışma, 5 gün sonra etnik çatışmaya dönüştü.

Yılbaşı gecesi, Roman vatandaş Burhan Uçkun, 'Çavuş’un Yeri' adlı kahvede çay nedeniyle mekân sahibi ve çalışanlarıyla tartıştı. Çıkan kavgada kahvenin camları ve masaları kırıldı ve Uçkan dövüldü...

Bu tartışmanın 5 gün sonrası, kavganın çıktığı kahvede olaylar meydana geldi. Ölen kişinin yakınları kahveye gitti, yeniden kavga çıktı ve grup kahveyi taşladı. Olayın ilçede duyulması üzerine toplanan kalabalık, karşı tarafın yaşadığı Roman mahallesine giderek evleri taşladı, iki araç da yakıldı.

Burhan Uçkun’un anlatımlarında ise; Olay sigara içme kavgası değildi. “Ben kahveye gittim ve çay içmek istedim. ‘Çingenelere çay vermem’ cevabı alınca tartışma çıktı ve beni dövdüler. Önce hastaneye ardından da karakola götürüldüm. Babam da karakola geldi. Orada beni dövenleri görünce; rahatsızlığı da vardı, sinirlendi ve vefat etti.

O gece beni karakolda tuttular ve sabah bıraktılar. Babamı defnettik. Dün benim eşim, amcamın ve halamın kızı ev gezmesine giderlerken, 'Hastanelik yaptık utanmadan geziyorlar’ sataşmalarına maruz kaldılar. Tartışma yaşanmış. Bize haber verildi ve olay yerine giderek ailelerimzi eve getirdik. Saat 02.00 civarı Selendi Belediye Başkanı anons yaparak, halkı belediye önüne çağırdı. Akşam saatlerinde de gürültüler gelmeye başladı... ‘Vurun çingenelere’ diye bağırıyorlardı.”

Selendi Belediye Başkanı bir MHP’li Böyle anonsun yaptırması onun açısından normaldir. “Çünkü bu ülkede Türkler vardır. Diğerlerine hoşgörü gösterilmez” mantığı onun ve onun gibilerin beyinlerinde yer etmiştir.

Roman vatandaşların açıklamaları tüyler ürperticiydi; Manisa Valisi, bizimle yaptığı toplantıda, bize kâğıtlar uzattı. ‘Kendi isteğimizle gitmek istiyoruz’ dedirtmeye çalıştı. ‘Kendi isteğimizle terk ediyoruz diye yazın ve imzalayın’ dedi. Ben bunu yapmadım...”
Manisa Selendi, 6 bin 800 nüfuslu küçük bir ilçe. İlçedeki Romanların sayısı ise daha da düşük: 100. Romanlar 30 yıldır ilçede varlar.

Hurdacılıkla geçinen Cemal Koca’nın evi değil, zaten bir naylon çadırı vardı. Olaylarda o çadır ve 10 yıl hurdacılık yaparak aldığı otomobili de gitti. Koca’ya göre tüm yaşananların sorumlusu Belediye Başkanı. “Bizi bu hallere o düşürdü. Evlerimiz arabalarımız, belediyenin kepçeleri, iş makineleriyle parçalandı. Önce elektrikler kesildi. Sonra elektrik geldi ve saldırı başladı. 1.5 yaşındaki kızımın canını zor kurtardım”

Linçler ülkesinde yaşıyoruz. Sorumlular yakalanamadı. Maraş, Çorum, Sivas, Gazi Mahallesi /İstanbul ve akıllarda olanların hiçbirisi aydınlanmadı. 6 Ocak 2010 yılında yaşanan Manisa’nın ilçesine bağlı Selendi’de Roman halkına karşı yapılan ırkçı saldırılar ve sürgün edilmeleri…

Manisa Valisi Roman vatandaşlara kâğıt imzalattırıyor. Kendi istekleri üzerine göre göç yapmışlar gibi… Ankara’da iktidar MHP’li Selendi Belediye Başkanını aklamaya çalışıyor. Olayı basite indirgeyerek, sıradan olaymış gibi gösterilmeye çalışılıyor.
Roman halkının anlatımları ve televizyonda gösterilen linç girişimlerinin hiçbir kurum tarafından aklanmaya hakkı olamaz. Ne yazık ki, bizim ülkemizde böyle olaylar o günkü iktidar partileri tarafından senaryolaştırılarak aklandırırlar.

Türkiye, 2009’a ‘Demokratik Açılım’ projesiyle girdi. Yedi aylık sessizlikten sonra ‘sabrı taşan vatandaş’ Linç girişimleri için ayağa kaldırıldı. İlk iki linç haberi, daha önce dört kez linç alanına dönen Sakarya’dan geldi:

19 Mayıs 2009:
Sakarya Akyazı’da, günlerce devam eden gerginliğin ardından fındık işçilerine saldırıldı. Bir Kürt işçi öldürüldü, ikisi ağır yaralandı.

15 Ekim 2009: Sakarya Arifiye’de dolmuşta telefonda Kürtçe konuşan H.Ç., iddiaya göre, ‘Burası Türkiye, Kürtçe konuşamazsın’ denilerek dövüldü. Çelik 15 gün iş göremez raporu aldı.

25 Ekim 2009: Ankara’da ‘açılım’ı protesto için yürüyen Alperen Ocakları üyesi grup, Abdi İpekçi Parkı’nda direniş çadırı kuran DİSK üyesi işçilere saldırdı.

26 Ekim 2009: Edirne Karpuzlu Beldesi’nde çalışan üç kardeş, pazarda telefonlarında Kürtçe melodi çalınca linç girişimine maruz kaldı.

13 Kasım 2009: Tekirdağ Hayrabolu’da, iddiaya göre, Kürtçe konuştukları gerekçesiyle lince uğrayan işçilerden altısı yaralandı.

17 Kasım: Afyon Kocatepe Üniversitesi’nde bir grup ülkücü öğrenci A.C.’yi Hakkârili olduğu için dövdü.

22 Kasım 2009: İzmir ’de DTP konvoyuna yönelik saldırıda 20 ’ye yakın kişi yaralandı. CHP İzmir Milletvekili Canan Arıtman, ırkçı Türksolu dergisine verdiği demeçte, İzmirlilerin işgal yıllarında Yunan askerlerine kurşun sıkan Hasan Tahsin’in izinden gittiğini ve ‘demok-ratik tepki’ gösterdiklerini söyledi.

26 Kasım 2009:
Çanakkale Bayramiç’te 2 bin 500 kişi Kürtlere linç girişiminde bulundu. Harmanlık Mahallesi’nde toplanan binlerce kişi Kürtlerin ilçeyi terk etmesini istedi. Vali Abdülkadir Atalık kitlesel linç girişimini küçük ve sarhoş bir grubun ‘duygusal çıkışı’ olarak yorumlayarak, “Sarhoşken insan daha duygusal olabiliyor ve olaylarda gençlik var” dedi.

13 Aralık 2009: İstanbul’da basın açıklamasından dönen bir grup DTP’liye Dolapdere’de silahlı saldırıda bulunuldu. Yaralanan ve onu hastaneye kaldıran iki DTP’li tutuklandı.

15 Aralık: Muş Bulanık’ta, DTP’nin kapatılmasını protesto gösterilerinde kepenk indirmeyen esnaf, kendisine saldırdığını iddia ettiği kitlenin üzerine ateş açtı. İki kişi öldü. Esnaf tutuklandı. Vali Erdoğan Bektaş, silahlı saldırıda ölen muhtar Kemal Aycan’ın göstericiler arasında olduğunu kanıtlama derdine düştü. Bektaş, “Taş atan göstericilerin hepsini tespit edinceye kadar soruşturma devam edecek. Kimsenin bir başkasının dükkânını kırmaya, yakmaya hakkı yok. Tavizimiz yok” dedi.

27 Aralık 2009: Edirne’de, Trakya Üniversitesi’nde okuyan, solcu Edirne Gençlik Derneği üyesi arkadaşlarının ‘yasadışı örgüt propagandası’ndan tutuklanmasını protesto için Saraçlar Caddesi’nde basın açıklaması yapan gençler, “Kahrolsun PKK!” sloganlarıyla toplanan yüzlerce kişi tarafından linç edilmek istendi. Linçten kaçan gençler sığınmak için yöneldikleri dükkânlara alınmadı. Edirne polisi, hazırladığı tutanakta, “Sekiz eylemci polis aracına bindirilmek istenmiş ancak şahıslar polisi ve vatandaşları tahrik eder söz ve davranışlarını sürdürmüşlerdir” diyerek mağdurları suçladı.

3 Ocak 2010: Edirne’de beş arkadaşlarının tutuklamasını ve linci protesto için İstanbul’dan yola çıkan Haklar ve Özgürlükler Cephesi (HÖC) üyeleri, TEM otoyolu Edirne girişinde durduruldu. Bu arada, PKK’lıların kente geleceği dedikodusu yayılan Edirne’de binlerce kişi Türk ve MHP bayraklarıyla otoyola çıkmak istedi.

3 Ocak 2010: Erzincan: Edirne’deki gelişmeleri protesto için basın açıklaması yapan üniversiteliler, ülkücüler tarafından linç edilmek istendi. Ülkücü saldırganlar, polis araçlarını taşladı.

5 Ocak 2010: İki liseli gencin kavgası, Mersin Akdeniz ilçesine bağlı Kazanlı Mahallesi’nde Arap - Kürt kavgasına dönüştü. Taş ve sopaların uçuştuğu kavgada altı kişi yaralandı. .

6 Ocak 2010: Manisa’nın ilçesine bağlı Selendi’de, yılbaşı gecesi kahvehanede sigara içme meselesinden çıktığı iddia edilen tartışma, beldedeki Roman yurttaşların evlerinin taşlanması, araçlarının yakılmasına vardı. Tekbir getiren binlerce kişi, yaklaşık 25 ev ve 74 nüfusluk Romanların üzerine yürüdü. Romanlar güvenlik nederiyle Gördes’teki akrabalarının yanına taşındı.

Ülkemizde Hitlerimsi manzaralar devam ediyor. “Vurun Kürde vurun Romana Peki, yarılarda kime vurun denilecek? Hangi halk günah keçisi olacak?

Romanlar için ırkçı söylemlerde ‘pis insanlar’, ‘hırsız takımı’ vebenzeri sözler söyleniyor. Onları anlamak istemezler. Nedenlerine bakılmadan aşağılanırlar. Bu ülkede bunun adına vatan, millet sevgisi deniliyor! Sistemin işleyişi buna dayanıyor.

Faşizme karşı hepimiz Kürdüz ve Romanız… Hepimiz ilk önce insanız.

----------
NEWROZ HAFTALIK SİYASİ YORUM GAZETESİ

19 Ocak 2010 Salı

ANALAR VE KADILAR


”Kadere bak. Bugün de HIRANT DİNK’in ölüm yıl dönümü. Abdi İpekçi – Hirant Dink - M.Ali Ağca- Ogun Samast. Katiller ve Kurbanlar.”

Haydar Kılıç
balcikhisar1952@hotmail.com

“Gözün Aydın Türkiye” yazımla ilgili Sabah gazetesinden bir e-mail aldim.

O yazıda gurur duymalarını istediğim kişilerden ÜSKÜDAR 2. AĞIR CEZA BAŞKANI MERYEM ÜSTÜNER’in Yargıtay üyeliğine seçildiğini, Adalet Bakanlığı Ceza İşleri Genel Müdürlüğünden adıma gönderilen yazıyı, ”ÖFKE VE UMUT” sitesinde gördüğünü bu konuyla ilgili görüşmek istediklerini ilettiler.

Bana gönderilen o yazi, 2006 yılında M.Ali Ağca’nın yanlış tahliyesi (!) ile ilgili olarak Ankara adliyesinde 78’ liler olarak adı geçen hakim ve savcılar için suç duyurusu idi.

Bakanlık ANA-KADI hikayesi(!) gereği;

“…yapılan inceleme sonunda, ileri surülen eylemin muahezeyi gerektirir nitelikte bulunmadığı anlaşıldığından 13.09.2006 tarihli “OLUR”la işlem yapılmasına gerek görülmediği...”

Teblig edilmişti.

Kadere bak.

Bugün de HIRANT DİNK’in ölüm yıl dönümü.

Abdi İpekçi – Hirant Dink - M.Ali Ağca- Ogun Samast.

Katiller ve Kurbanlar.

“2. AĞIR CEZA BAŞKANI MERYEM ÜSTÜNER YARGITAY ÜYELİĞİNE SEÇİLDİ”

Ve Kadılar:

Kime şikayete gideyim?!.

Ey TÜRK MİLLETİ ADINA karar verecek olan Hirant Dink davasının kadıları, boş verin beni ve anamı.

Olan oldu.

Elinizi vicdanınızdan çekin.

Yukarıdaki tabloya bakın.

Geleceğinizin, alacağınız ödülün yollarını şimdiden döşeyin.

Uzak demeyin.

GELECEK, BİR GÜN GELECEK!..

ALBERTA-KANADA

AvEG-Kon'lu kadınlardan Tekel'e destek


"Kefenleri giydik geri dönüş yok"
Kapitalistler, krizin faturasını; ekonomik yaşam koşulları daha da kötüleşen işçi ve emekçilere ödettirmek istemektedirler. IMF’nin bütün direktiflerini yerine getirmek isteyen Türk devleti ve AKP hükümeti, işsizlik ve sefalet ücretine mahkûm etmeye çalıştığı işçileri önce sokağa attı. Fakat işçilerin kararlılığı karşısında 4-C formülü olarak tanımladığı maaşların düşmesi, her yıl yıllık sözleşmelerle işçilerin geçici işçi olarak kabul edilmeleri ve özlük haklarının tamamının ortadan kaldırılması formülünü işçilere dayattı. Köleliğe hayır diyen işçiler, azgın kış koşullarında sokağı mesken edinmiş direniyorlar…

Kadını erkeğiyle TEKEL işçileri, 15 Aralık'tan bu yana günler, geceler boyu sokaklarda... Polisin copuna, gazına, panzerine, suyuna, Ankara'nın soğuğuna, yağmuruna, ayazına rağmen ülkenin dört bir yanından gelerek direniyorlar… İşçi ve emekçilere, hak alma mücadelesinde yol gösteriyorlar...

Yüzyıllardır ev köleliğine ve ucuz iş gücüne mahkûm edilen kadın işçilerin, sınıf kardeşleriyle birlikte devletin bütün saldırılarına karşı ön saflarda yerlerini alması; direnişin devamında büyük rol oynamaktadır. Bu direniş, aynı zamanda kadınlar için biçilmiş rollere karşı da pratik bir başkaldırıdır.

Kadın işçilerin direnişin başında yer almaları, TEKEL direnişine enerji ve güç katmıştır. Erkek işçilerin daha kararlı duruşunu ve hak alma mücadelesinde ısrarlı olmalarını sağlamıştır. Dün evinde çocuk bakan, yemek yapan kadın, şimdi yanı başlarında direnişte saf tutmaktadır.. Devletin saldırısına ve Ankara’nın soğuğuna karşı ortak siperlerde durmaktadır..

Güneşi görmesiyle toprağın derinliklerinden güneşe uzanan kardelenler şimdi işçi kardeşlerinin ellerinden tutarak işsizliğe ve yoksulluğa karşı yol gösteriyorlar… Zalimlerin zulmüne karşı isyana duruyorlar..

Yerli ve göçmen kadınlar…

Biz, geceleri sıcak yatağımıza yatarken, kar ve yağmur altındaki TEKEL işçisi kadınlar; eşlerini, çocuklarını bırakıp geldikleri Başkent Ankara'da, hastalığa, beton üstünde yatmaya aldırmadan büyük ve zorlu bir mücadele ile özlük hakları, çalışma hakları için direniyorlar.. “Kefenleri giydik geri dönüş yok” diyen hemcinslerimiz, kararlılıklarından ödün vermeden mücadelelerini sürdürüyorlar..

Çalışma hakları ellerinden alınarak sokağa atılmak istenen, kölelik ücretine mahkûm edilmek istenen, geriye dönük tüm hakları ellerinden alınmak istenen TEKEL işçisi sınıf kardeşlerimizle omuz omuza olma görevi hepimizindir. Hangi coğrafyada olursa olsun işçi sınıfının her kaybı geleceğimizin kaybıdır. İzin vermeyelim!..TEKEL işçisi hemcinslerimizin sesini yaşadığımız Avrupa coğrafyasına ve çalıştığımız iş yerlerine taşıyalım!.. Bulunduğumuz her alanda “TEKEL işçileri ile dayanışma komiteleri” kuralım, var olan komitelerde yer alalım!.. Maddi ve manevi destek çalışmaları yürütelim!..Kız kardeşlerimize dayanışma mesajları yollayalım, Türk Devletinin çalışma bakanlığını protesto mektupları, faksları ve mailler ile boğalım!..

Avrupa Ezilen Göçmenler Konfederasyonu - Kadın Komisyonu olarak; AKP ve Türk devletinin saldırgan ve işçi düşmanı tutumunu kınıyor ve direnen TEKEL işçilerinin yanında olduğumuzu ilan ediyoruz. Avrupa’da yaşayan göçmen ve yerli emekçileri; Tekel işçilerinin yanında olmaya ve onlarla dayanışmaya çağırıyoruz!..

Yaşasın Kadın Dayanışması!..

Protestolarınız için kullanabileceğiniz adresler:

T.C. Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Ömer Dinçer
Adres : İnönü Bulvarı No:42 pk: 06520 Emek / ANKARA / TÜRKİYE
Telefon : 0090 312 296 60 00 Fax :
e-posta : iletisim@csgb.gov.tr

Avrupa Ezilen Göçmenler Konfederasyonu
(AvEG-Kon)

KADIN KOMİSYONU

18 Ocak 2010 Pazartesi

GÖZÜN AYDIN TÜRKİYE


"Katilinle arandaki duvarlar yok artık. Mehmet Ali Ağca’ n özgür."



Haydar Kılıç
balcikhisar1952@hotmail.com

Gurur duyabilirsin.

Katilinle arandaki duvarlar yok artık.

Mehmet Ali Ağca’ n özgür.

Yeniden “tarihini ve talihini”senin adına, senin için biçimleştirebilir yine.

Sen yorma kendini.

O ve onun gibileri için döl yatağını sıcak tut.

Ana tanrıca Kibele gibi yeniden kurbanlar doğur.

Tanrılar kurban ister.

Kan ister tanrılar.

Tanrı ve kan

Kan ve tanrı

Ve kurbanları..

Adı yok kurbanların

Manşete çıkacak kadar

Katiller.

Çevresindeki muritleriyle.

Kurbanlardan da senden de öndeler.

Gurur duy ey halkım.

Gurur duyun katil sürüsünün çobanları.

Sizler de gururdan payınızı alınız;

Pendik Cumhuriyet Savcısı Ömer Faruk Küçük İnce

Kartal 1. Ağir Ceza Mahkemesi Başkanı Ali Nevzat Aygun

Üye Hakim Muzaffer Eroğlu – Kadriye Aynur Göçmen

Kartal 2. Ağir Ceza Mahkemesi Başkanı Hüseyin Öztürk

Üye Hakim Kasım Özbey – Neslihan Abasoğlu

Üsküdar 2. Ağır Ceza Mahkemesi Başkanı Meryem Üstüner

Üye Hakim Riza Günaydınoğlu – Serap Kurtay

Adalet Bakanı Adına bana aşağıdaki yazıyı gönderen Daire Başkanı Hakim Mehmet Yılmaz Küçük.



Hepinizin gözü aydın.

Dün yapmak isteyip te beceremediginiz şey bugün kendiliğinden oldu.

Bayramınız kutlu olsun.

ALBERTA – KANADA

17 Ocak 2010 Pazar

3. YILINDA AKHPARİK HRANT’IN ANISINA!...


Seni anlatabilmek seni,
İyi çocuklara, kahramanlara…
Seni anlatabilmek … Seni…
Bir kibrit çöpüne…
Okyanusun en ıssız dalgasına
Düşmüş bir kibrit çöpüne!..
Ahmed ARİF



“Bizim bu topraklarda gözümüz var. Ama bir yerlere alıp götürmek için değil, yerin taaa dibine gömülmek için…”
...demişti bir keresinde!..
“Bir güvercinin ruh tedirginliği içindeyim… ürkek… güvensiz… Ama biliyorum ki bu ilkede güvercinlere dokunmazlar…”
…diye yazıyordu “Ruh Halimin Güvercin Tedirginliği” başlıklı yazısında…
Son yazısı olmuştu bu!..
Yokluk, yoksulluk içinde geçmişti çocukluğu, gençliği. Yetimhanede büyümüştü.
Halkının yaşadığı “büyük felaket”i, soykırımı iliklerine kadar yaşıyordu.
Ama ırkçılığa, halklar arasında kin ve düşmanlığa zerre kadar prim vermemişti ömrü boyunca…
O, devrimci bir bilinçle yaklaşıyordu halklar sorununa…
TKP-ML(TİKKO) üyesiydi gençlik yıllarında. 12 Eylül askeri faşist darbesi geldiğinde arkadaşlarına artı bir zarar gelmesin diye adını Fırat DİNÇ olarak değiştirecek kadar sorumlu ve naif bir düşünce adamıydı.
Türkiye Sosyalistlerinin-en azından bir kesiminin- birleşik bir partisi gündeme geldiğinde tereddüt etmeden Özgürlük ve Dayanışma Partisi’nde yerini almıştı.
Kürt Halkı’nın yaşadığı zulme, katliamlara sessiz kalmadı. Kürt Halkı’nın eşit, özgür yaşama isteğine, onurlu bir barış talebine bütün gücüyle destek verdi. Barış Meclisi üyesiydi.
Irak Savaşı sırasında Arap Halkıyla dayanışma için “Doğu Konferansı Girişimi”nin kurucuları arasında yer aldı.
O, İHD üyesiydi aynı zamanda, yılmaz bir insan hakları savunucusuydu. Yaşasaydı bugün Manisa Selendi’de yaşananların karşısında bütün yüreğiyle dimdik durup “hepimiz Roman’ız” diye haykıracağından asla şüphe duymuyoruz.
Birgün Gazetesinde köşe yazıları yazıyordu.
…Ve AGOS’u kurmuştu, Ermenice-Türkçe… Öz çocuğuydu AGOS, her şeyiydi O’nun… Ve O, her şeyiydi AGOS’un; kurucusu, yazarı, sahibi, genel yayın yönetmeni…
Ermeni Halkı’ndan Türk Halkı’na, Türk Halkı’ndan Ermeni Halkı’na bilgi, haber, duygu aktarıyordu AGOS, halklar arasında bir duygu köprüsüydü O’nun AGOS’u.
Kendisinin ve ailesinin asgari ihtiyaçları dışında bütün varlığını AGOS’a ve Ermeni Yetimhanesindeki çocuklara adamıştı.
Bu nedenle kış ortasında altı delik ayakkabıyla dolaşıyordu ve vurulup boylu boyunca uzandığı yerden ayakkabısının altındaki delik suratına çarpıyordu utanmasını bilenlerin!..
AKHPARİK Hrant, 24 Nisan’dan- 24 Nisan’a emperyalist metropollerde ısıtılan ve Türkiye’yi emperyalist politikaları için dünyanın dört bir yanında daha fazla jandarma olarak kullanmak üzere sıkıştırmaktan başka bir amacı olmayan “soykırım” tartışmalarının ardındaki gerçeği gördü ve bu yüzden bunlara itibar etmedi hiçbir zaman.
Hrant bir barış savaşçısı olmasına rağmen söylemindeki hümanizmi ve kardeşliğe vurgusunu anlamayanlara karşı mesafeli durdu ve hep bir kavgası oldu.
Yurtlarından sökülen ve söylemine karşı çıkan kardeşleriyle anlaşamadığı da oldu ama devletin, resmi ideolojinin, resmi tarihin yalanlarına, yasaklarına teslim olmak da değildi O’nun bu tutumu.
O, halkının yaşadıklarını, Anadolu’nun yoksul, emekçi halklarına anlatmanın yolunu aradı hep. İnatla… Israrla.
Halklar arasında bir duygu köprüsü kurmaktı O’nun yaptığı.
Gizlenen gerçekleri açığa çıkarıp resmi tarihin yalanlarını teşhir ettikçe; açık faşistinden “sol” maskelisine, bütün “kafatası cumhuriyetçileri” nin boy hedefi haline gelmekte gecikmedi.
Sabiha GÖKÇEN’in şahsında Ermeni yetimleri sorununu dile getiren yazısından sonra İstanbul Valiliği’ne çağrılıp Vali Muavini’nin yanında iki MİT görevlisince tehdit edilmişti, “usulünce”!..
Ermeni halkında oluşan “Türk” imajını eleştirdiği uzun sosyo-psikolojik tahlil yazısı “Türklüğe hakaret” olarak damgalandı ve linç gösterileriyle dolu yargılama süreçlerinde 301.’den mahkum edildi.
Gerisi artık 1,5 milyon + 1 mesajının nasıl verileceğine kalmıştı.
Onu da soykırım mirasını sahiplenen bir devlete “yakışır” bir şekilde hallettiler. Artık bu işler için kullanmak üzere ellerinin altında her köşe başında hazır tuttukları bir “tetikçi güruh”u bu iş için kullandılar.
Ve bunu göstere göstere, bütün dünyanın gözlerinin içine sokarak yaptılar.
Neredeyse bütün bir kasaba halkı tetiği kimin çekeceğini bile aylar öncesinde biliyordu. “Ulucanlar Katliamının Baş Celladı”; dönemin İl Jandarma Alay Komutanı Albay Ali ÖZ de, Trabzon ve İstanbul Emniyet Müdürlükleri de, Emniyet İstihbarat Genel Müdürlüğü de biliyordu bunu.
Dahası ve en alçakça olanı da Akhparik Hrant’ın kendisi de bunu net olarak biliyordu ve artık “bir güvercinin ruh tedirginliği” içinde yaşıyordu. Gerisi yer ve zaman meselesiydi.
O da “usta işi” kotarılmıştı!..
19 Ocak saat:15.00
19 ve 15 = 1915
Mesaj tamamlanmıştı.
Sonra da Bahçeli’sinden, Yazıcıoğlu’na, Erdoğan’ından Baykal’ına-Perinçek’ine koro halinde gözyaşı dökmeye başlamışlardı!.. Timsah gözyaşları!..
“Hrant DİNK cinayeti Türkiye’nin imajına zarar vermiştir…”diyorlardı.
Öldürülmesi için gerekli bütün koşulları yaratanlar, O’nun ölüsünden de “fayda” sağlamaya çalışıyorlardı bu ırkçı ve kafatasçı cumhuriyet hesabına...
İğrenç, mide bulandırıcı ve hayâsızca!..
Bir toplumun “vijdan’ı bu kadar zulmü taşıyamazdı.
…Ve “vijdan” ayaklandı!..
Cenazesinde yol boyunca yürüdükçe büyüyen bir insan seli, yüz binler hep bir ağızdan “hepimiz Hrant’ız, hepimiz Ermeni’yiz” diye haykırdı…
Taammüden işlenen bu devlet cinayeti tam da sahibini vuruyordu ki, tetikçiyi “buluverdiler”!..
Ardından da “azmettirici” psikopat “çete”yi!..
Artık “yargı devrede” idi ve artık “adalet mekanizması işleyecek” ti.
Kısa sürede mâlûm “klasik” de kendini gösterdi:
Karakolda kahraman Türk Polisi “tetikçi” ile hatıra fotoğrafı çektirme yarışına girmişti. Türk bayrağı önünde kartpostallık pozlar verdirilmiş ve basına servis edilmişti. Mahkemeye getirilen Cezaevi ring aracında “Ya sev,ya terk et” çıkartması sırıtıyordu. Duruşmalarda Hrant’ın ailesine, avukatlarına ağza alınmayacak küfürler, hakaretler savruluyordu. Her duruşmada Hrant’a bir kurşun daha sıkılıyordu adeta…
Türk usulü “adalet” böyle dağıtılıyordu!..
Aradan geçen 3 koca yılda orta yerdeki bütün verilere rağmen, gerçek katillere ulaşma konusunda bir arpa boyu yol alınmış değil.
Kendi bakanlarına “suikast” iddiaları için “kozmik oda” ya giren AKP adaleti Hrant’ın gerçek katillerinin ifadesine bile başvurmuyor.
Sistemin asker-sivil bürokrat eliti ile aralarındaki güç ve iktidar çatışmasının şiddetine bakıp AKP’yi sistemin dışında gören, ondan “post liberal” hayaller besleyenler, ezilenler için de adalet bekleyenler AKP’nin bir “egemen ulus” ve “egemen sınıf” partisi olduğunu unutuyorlar.
Güncel politik duruşlarından yola çıkıp her şeyi AKP karşıtlığı üzerinden kurmak ve Hrant Dink cinayetini de “Hrant’ın katili faşist AKP” diye slogan atarak AKP’ye yüklemek bilerek ya da bilmeyerek gerçek katilleri, Kontr-gerillayı, asıl devleti gözlerden saklamak ve abesle iştigal etmektir ama AKP’den Hrant için adalet beklemek de aptalcadır.
Aslolan bu devletin dayandığı ırkçı-kafatasçı temeli, resmi tarihi, resmi ideolojiyi ortadan kaldırmaktır. Ulusların ve dillerin tam hak eşitliğine ve özgürlüğüne, isterlerse ayrılma hakkına sahip olduğu bir ülke ve toplumsal sistem yaratmaktır.
Aksi halde Laik, Hanefi, Sünni, Müslüman, Türk (LAHASÜMÜT) kimliğini taşıyan, ya da bu kimliğe bürünmeye rıza gösterenler dışındaki herkes, her topluluk hedeftedir. Egemen ulus ve kimliğin dışındaki kimliklerin hakâret ve aşağılama konusu olduğu, toplu sürgün ve kıyımlara uğradığı, Hrant Dink cinayetinde olduğu gibi göstere göstere katledildiği bir “bir arada yaşam” söz konusu olamaz.
Lenin’in dediği gibi;”hiçbir şey işçi sınıfının enternasyonal birliğine ulusal haksızlıklar kadar engel olamaz. Ulusal haksızlıkların olduğu bir yerde işçi sınıfının enternasyonal birliği kurulamaz…”
Ulusal haksızlıkları –“etnik meseleleri kaşımama” adına- görmezden gelindikçe, “bir arada yaşam”ın koşulları oluşmamakta, aksine egemen ulus ırkçılığı gemi azıya alarak bir arada nefes alma olanağı dahi bırakmamaktadır.
Ermeni-Nasturi soykırımını görmezden gelmek, Kürt soykırımına, Kürt soykırımını görmezden gelmek linç kültürünün büyümesine ve en son romanların bir kasabadan topyekün sürülmesine giden yolu açmıştır.
1915’in hemen ertesinde Anadolu’daki Rumlar’ın sürülmesi, Çerkezlerin hizaya getirilmesi, Mustafa Suphi ve yoldaşları şahsında komünist katliamı ve ardından Koçgiri’den Palu’ya, Sason’dan Zilan’a, Oremar’dan Tendürek’e Agiri’den Dersim’e vb. Kürt isyan ve katliamlarına sıra gelmiştir.
Mübadele yıllarında iki milyon Rum’dan dört yüz bininin kaldığı görülmüş, bu dörtyüzbinden de ikiyüzbini mübadele sırasında ölmüş, “varlık vergisi” ile gayrimüslimlere varlıklarının birkaç katı vergi konmuş, el konulan tüm mal varlıkları da yetmeyince Aşkale’de, Sivrihisar’da çalışma kamplarında telef edilmişlerdir. ”Sivil” yağma, çapul ve katliamın örgütlendiği 6-7 Eylül olayları yıllar sonra hazırlayıcıları tarafından; “muhteşem bir organizasyondu” sözleriyle Türk Gladio tarihindeki müstesna yerini almıştır.
Osmanlıda kılıçtan geçirilip, kuyulara atılan Kızılbaşların, Alevilerin kaderi Cumhuriyet Döneminde de değişmemiş, Çorum’da, Maraş’ta, Gazi’de katliama uğramış, Sivas’ta diri diri yakılmışlardır.
Son Kürt isyanında kırk bin civarında insan katledilmiş, on sekiz bin civarında “faili meçhul” cinayet işlenmiş, dört bin civarında köy-mezra yakılıp yıkılmış, dört milyon civarında Kürt toprağından sürülmüş, kendi ülkesinde “mülteci” konumuna getirilmiştir.
“Kürt Açılımı” diye başlayıp DTP’nin kapatılması, seçilmiş belediye başkanlarının kapısının kırılarak, başına basarak, kelepçelenip tek sıra halinde çekilmiş görüntülerinin basına servis edilerek sömürgeci egemenliğin küstahça sergilendiği merasimlerle “Kapan” a dönüşmesinin AKP eliyle olmasını anlamayanlar AKP’nin Anayasa Mahkemesi tarafından kapatılmamasının yegane “gerekçe” sini hatırlamalıdırlar: Burjuva medyasındaki akıl hocası zevatın ağız birliği etmişçesine; ”AKP kapatılırsa doğuda başka Türk partisi kalmaz” şeklindeki çığlıkları boşuna değildi.
Başka yolu yok!..
Ya bu ırkçı ve kafatascı Cumhuriyetin yerine ulusların ve dillerin tam hak eşitliğine ve özgürlüğüne dayalı bir ülke yaratacağız ya da bu kan ve zulüm denizinde debelenmeye, boğulmaya devam edeceğiz...
Akhparik Hrant!..
Sana söz veriyoruz.
Baskılara, katliamlara ”haldan bilmez kahpe yalana” inat seni anmaya, anlatmaya devam edeceğiz.
“İyi çocuklara, kahramanlara…”
Sen rahat uyu!..
ASLA UNUTMAYACAĞIZ!..
ASLA UNUTTURMAYACAĞIZ!..
-CEYNE ASTERUN YEĞPAY RÜTYUN
-BİJİ BIRATİYA GELLA
-YAŞASIN HALKLARIN KARDEŞLİĞİ

-----------

16 0CAK 2009/ANKARA

MAHMUT KONUK