1 Nisan 2010 Perşembe

KÖLELİK ZİNCİRİ 4/C VE TEKEL İŞÇİLERİ - YENİ “KUNTA-KİNTE”LER(4)


Mahmut KONUK

Evet!.. Kalem o kadar kirlenmiş ki yeri geldiğinde işçilerdeki “sınıf dayanışması” ruhunun eksikliğini “pat” diye keşfediyordu. Hatta yazma biçiminden bu ruhu önceden de “bildiği” anlaşılıyordu. Ama bu “bilgi” sini dün eksik kalan “sınıf dayanışmasını” hiç değilse bugün ve bundan sonra güçlendirmek için kullanmıyor, kitlelerde “dayanışma duyguları” depreştiğinde bu duyguyu öldürmek, işçi sınıfını, emekçileri, ezilenleri kendi acısından başkasının acısını görmeyen bencil, duygusuz, atomize bireyler halinde tutmak için kullanıyordu.

Yandaş medya içinde Yeni Şafak’ı, Vakit’i anladık ama, kurulduğu günden beri iddialı işler yapmakla övünen,liberal solculardan,İkinci Cumhuriyetçi liberal aydınlara,”devrimci sosyalist”lerden “eski komünist”lere,Polis Akademisi Öğretim Görevlilerinden, Fethullahçılara v.s. geniş bir yelpazede yazan “taraf gazetesi” ne birkaç satır ayırmasak hatırı kalacak, haksızlık etmiş olacağız.

Başladığı günden beri TEKEL DİRENİŞİ bu gazetede ya “haber” değeri bulmuyor ya küçülebildiği kadar küçülüyor, iç sayfalara giriyor, her halükârda da hükümetin Tekel Direnişine ve bu direnişi sürdüren işçilere, sendikaya yönelik negatif yorum ve propagandalarının eşliğinde veriyordu.

Günü geçmiş (şüphesiz ki bu haliyle de çok önemli) “darbe” planlarını deşifre etmekten başı dönen “Taraf” ekibi bu zafer sarhoşluğuyla gerçek duygusundan o kadar kopmuş ki sonunda işi bu “muazzam demokratik atılımların mimarı olarak” gördüğü R.Tayyip ERDOĞAN’ı Faşist Pinoche darbesiyle devrilen Şili’nin Sosyalist Lideri Salvador ALLENDE’ye, Tekel İşçilerini de ALLENDE’yi devirmeye götüren “kamyoncular grevine” benzetmeye kadar götürmüştür.(7.02.2010 tarihli Taraf Gazetesi Ramazan Çanakkaleli: Tekel işçileri ne istiyor?)
Etyen Mahçupyan ise Ramazan Çanakkaleli gibi “sahibinin sesi” bir perdeden yazmıyordu. Daha usturuplu, tekel işçilerine yapılanın açık bir haksızlık olduğunu görerek!.. .Bir itirazı var: ”4/C’ye karşı mücadeleyi yürüten sendikacılar samimi değil(!). ” Alıntıyı da Alınteri . net sitesinin 28 Şubat 2008 tarihli sayfasından almış: ”Sendika ağalarının asıl derdi aidat gelirlerinden mahrum olmak…”

Liberal abimiz işine gelen alıntıyı gerektiğinde sosyalist sitelerin 2 yıl önceki yazılarından derleyebiliyor!.. (Bkz.Etyen Mahçupyan: Hakkı olmak/Haklı olmak-7.02.2010 tarihli Taraf gazetesi)

“Eski Komünist” Nabi Yağcı’nın biraz utangaçça da olsa Tekel işçilerine hak verdiğini teslim edelim. Eski “devletçi” politikaları savunmanın doğru olmadığını” belirtmeyi de ihmal etmemiş!..

2 Mart’a kadar “bekleme” süresi idi. Asıl Direniş 3 martta başlıyacaktı!..

4 Şubat’ta beklenen olmayınca gözler konfederasyonların (altılı’nın) yapacağı “değerlendirmeye” ve alacakları eylem kararlarına çevrilmişti.

6’lıdan Hak-İş ve Memur-Sen daha ilk eylemde işçileri satmıştı. Onlar sahiplerinin sesine kulak vermişti !..

Türk-İş Başkanı Mustafa KUMLU da “evinde oturmuş” tu !..

Böylece geride “mücadeleye hevesli görünen” üç buçuk örgüt kalmıştı.

…Ve işçinin beklentisinin aksine 4 Şubat’ı aşmak şöyle dursun onun yanına bile yanaşamayacak bir “eylem” takvimi açıklanmıştı.

Kamu Çalışanları işyerlerinde iki gün “kokart” takacaklardı. İllerde Tekel İşçileri ile dayanışma adına basın açıklamaları yapılacaktı. 20 Şubat’ta bütün illerden gelenler bir gece Tekel İşçileri ile sabahlayacaktı (ama bu da “temsili düzeyde” bir katılımla olacaktı). Başbakanlık’ ın 4/C’ ye geçmek için tanıdığı “1 aylık süre” için Danıştay’ a başvurulacaktı ve evet; 26 Mayıs’ta (!) 4/C, 4/B, taşeron v.b. bütün güvencesiz çalıştırma biçimlerine karşı bir günlük grev yapılacaktı !..

“Ölme eşeğim…” misali !..
Süreç “soğumaya” bırakılıyordu !..
Bu arada “Kasımpaşalı”nın tehditleri de devam ediyordu.

Her tehdit aslında işçilerdeki öfkeyi ve direniş azmini daha da arttırıyordu ama karşısındaki kurusıkı söz düellosundan öteye gitmeyince umutlar giderek “Danıştay’dan çıkacak karar”a bağlanıyordu.

Fiili ve meşru bir mücadele olarak başlayan; “ölmek var dönmek yok” sloganı baş şiarı olan eylem giderek sendika bürokrasisince ustaca “yasalcı” bir zemine kaydırılıyordu.

Zaman ilerleyip hükümetin tanıdığı sonuna yaklaşıldıkça, Danıştay’ın karar vermesi uzadıkça, hükümeti kuşatacak bir eylem programı geliştirilmedikçe kırılmalar-dökülmeler baş gösteriyordu.

Alttan alta umutsuzluk geliştikçe “dönüşümlü” diye giden işçiler “bahane”ler üretip dönmemeye başlamıştı. İyice umutsuz olanlar az da olsa 4/C başvurularını yapmaya başlamıştı. Hükümet v e yandaş medya da bu rakamları 10’a katlayarak “on line” ilan etmeye başlamıştı.

Sendika bürokratları; “biz 4/C’yi kesinlikle kabul etmeyeceğiz ama kabul eden arkadaşlarımıza da hain demeyeceğiz…” söylemiyle –bilerek ya da bilmeyerek- 4/C’ye doğru akışı hızlandırıyor, en azından “mecbur kalırsak 4/C’yi imzalarız” fikrini geliştiriyordu.

Yine de son günü bekleyip bir gelişme olmazsa son gün başvuru yapmak üzere dilekçelerini hazırda tutmaya başlayanlar çoğunluğa ulaşmıştı.

En kötüsü de kararlı işçilerin bile arkadaşlarının bu birer – ikişer dökülmesi karşısında birbirlerine güveni sarsılıyordu.

Her şeye rağmen asla 4/C’ye imza atmayacak ve haklarını almadan bu alanı asla terk etmeyecek olanlar da vardı.

78 günlük mücadele içinde bir arkadaşlarını, Samsun Tekel İşçisi Hamdullah UYSAL’ı kaybetmeleri onları sarsmıştı ve direnme azimlerini biraz daha arttırmıştı ama bu direnen gücün ne kadar olacağı bir soru işaretiydi.

Mücadelenin başlarında sosyalist çevrelerin önermesi/örgütlemesi ile komiteler kuran ve inisiyatif geliştiren işçiler, sendika yöneticilerinin ustalıklı manevralarıyla komiteleri lağvedince inisiyatif de yeniden sendika yöneticilerine geçmeye başlamıştı.

Bu durumu aşağı yukarı herkes görebiliyordu ve bunu değiştirecek bir tutum geliştirmek yerine çoğu çevrenin bir kehanetmiş gibi; “direnişin kırılmaya başladığını” birbirlerine (!) “fısıldamaya” başlaması kararlı işçilerde de güvensizlik yaratıcı ve moral bozucu bir rol oynuyordu.
Son bir hafta-on günlük süre içinde bu nesnel durumu görüp işçilere, işçi önderlerine şu soruları sormaya başladık:

-“Diyelim ki Danıştay’dan olumlu bir karar çıkmadı ve 4/C’yi imzaladınız. Elinize ne geçecek?”
-“700-800 TL. arasında bir para…”
- “Peki bu aşağı yukarı 9 ay sonra, yani 11. Ayın sonunda son bulacak mı?”
-“Evet.”
-“ Gelecek yıl sizi tekrar çağıracaklarının garantisi var mı?”
- “Yok, hatta çoğumuzu çağırmayacakları apaçık ortada.”
- “Peki 4/C’yi imzalamasanız ne olacak, ne alacaksınız ?
- “8 ay işsizlik maaşı…”
- “o ne kadar ?”
- “1050 TL”
- “Yani 9 ayda 4/C’den alacağınızdan daha fazla. Peki bu parayı alıp bu direnişi 2 ay daha uzatırsanız ne olur? Zorlu kış günleri de geride kaldı. Önümüz bahar. Bu sene Türkiye çapında merkezi 1 Mayıs Ankara’da, Kızılay Meydanında, Tekel İşçileriyle Dayanışma 1 Mayıs’ı olmaz mı ?..
- “Evet, olur…”
- “Peki böyle bir sürece hangi hükümet ne kadar dayanır ?..
- “Dayanamaz…”
- “İşte bu nedenle asıl direniş 2 Mart’tan sonra başlar. O zamana kadarki süre dayanma süresidir. Hükümetin tanıdığı süre bittikten sonra hâlâ anlamlı bir sayıda işçi direnişe devam ederse hükümet için asıl handikap o zaman başlar. Onun için AKP İl, İlçe teşkilatlarından, Genel Merkezi’nden, Milletvekillerinden Tekel İşçilerine ve ailelerine telefon ablukası, vaat yağmuru geliyor.

Yeni bir saldırı mı ? İhtimal dışı değil ama bu onların işini daha da zorlaştırmaktan başka bir şeye yaramaz.
Ondandır telaşları… Ondandır çırpınışları !..”

* * *

Evet !..
Bu tartışmayı Bazı Tek Gıda –İş yöneticileriyle de yapıyorduk. Hatta Onlar da bu düşünceleri “paylaşıyor”lardı.

Son günler çelişik duygular ve gel-gitler içinde geçmişti.

Kimi umudunu yitirip bırakıp gidiyor, önceden ayrılıp giden birileri de direnişe devam eden arkadaşlarını yalnız bırakmamak, yeni bir direnişe hazırlanmak üzere geri dönüyordu.

Kolay değildi !..

Tam 78 gün karda-kışta, yağmurda-çamurda, eksi 15 derece soğukta naylon çadırlarda, sokakta kurdukları soba başlarında, dumanlar içinde direnmişlerdi. Bu süre içinde evine hiç gitmeyen, çoluk-çocuğunu hiç görmeyenler vardı. Kiminin çocuğu intihar etmiş, kimi babasının cenazesini kaldırıp geri dönmüştü. Aralarından bir Can’ı, Hamdullah UYSAL’ ı da yitirmişlerdi. Şimdi istediklerini almadan gitmek ağır geliyordu ve asla kabul etmeyecekti bazıları bunu.

Son gün sayıları ne kadar olurdu bunların bilinmez ama “sonuna kadar direnecek” olanlar vardı. Daha radikal düşünceler taşıyanlar da !..

“Kasımpaşalı” Başbakan’ ın saldırı tehdidine karşı 25-26 Şubattan itibaren geceleri de çadırlar “dayanışmacı” larla doluydu ve “direniş sokağı” sabaha kadar canlıydı.

Son gün açıklanan Danıştay Kararıyla “Tek Gıda –İş Sendikası’nın Planı” uygulama alanı bulmuştu.

“Çadırları kendileri sökmüştü. Hükümete 20 gün süre tanımışlardı. Talepleri karşılanmazsa 1000 (bin) kişiyle 1 Nisan’da gelip bir gece sokakta sabahlayacaklar ve yeni eylem programlarını oluşturacaklardı…”

Bunu içine sindiremeyen, en azından bir büyük çadırı bırakıp mücadeleye devam etmek isteyenler de son anda Sendika yöneticilerince ikna edilmişlerdi.

Hükümet tehditler savururken Ankara Valisi; “herkesi memnun edecek gelişmeler olabilir…” diye demeçler vermişti.

Ankara Valisi Hükümet’ten “bağımsız” mıydı yoksa “bildiği bir şeyler” mi vardı ? Bilinmez ama kastettiği “gelişme” bu muydu ?

Tekel İşçileri bir ateş yakmıştı. Alevleri sınırları aşan bir ateş !..

İstediklerini tam olarak alamasalar da sorunu bütün sıcaklığıyla gündeme taşımış ve hükümete geri adım attırmışlardı ama yeni kölelik zincir 4/C’yi kırıp atamamışlardı.

Şimdi biraz “soluklanacaklar”dı. Her şeye rağmen “tarihsel” bir rol oynamışlardı.

İkibuçuk aylık sürede çok hızlı ve muazzam bir dönüşüm yaşamışlar, yaşatmışlardı. “Kendisi ile birlikte bütün ezilen sınıfları değiştiren-dönüştüren sınıf”tan bir örnek sunmuşlardı. Onlar direnişteyken Yatağan Termik Santral İşçileri; Santrale gelen Özelleştirme Kurulu Üyelerini kovmuşlardı. Bundan sonra hiçbir şey yapmasalar da torunlarına “gururla anlatılacak” bir miras bırakmışlardı ama görevleri henüz bitmemişti.

Şimdi 1 Nisan buluşmasına sayılı günler kala şu soruyla karşı karşıyaydılar: Şemsi Başkan’ın sözüyle örgüt disiplini (!) içinde Bolu’dan geri dönen ve bir daha Ankara Yollarına düşmeyen Zonguldak’ın Maden İşçisi sınıf kardeşlerinden bir nüans farkıyla; TÜRKEL Başkan’ın sözüyle döndükleri evlerinden Ankara’ya bir günlük bir seyahat (!) ile geri dönüp sonrasında 4/C’li kölelik zincirinin yeni “KUNTA – KİNTE” leri mi olacaklardı yoksa; “kavga bitmedi, daha yeni başlıyor” deyip yeni mücadele yöntemleriyle kavgayı daha da büyütecekler miydi ?

Eğer Sendika bürokrasisini aşan bir “iç örgütlenme” yaratabilir ve yeni ve yaratıcı eylem programlarını gündeme getirirlerse toplumsal desteği yeniden arkalarına almaları hiç zor olmayacak ve ikinci şıkkı hayata geçirebilecekler. Bu taktirde de kendileriyle birlikte bütün ezilen sınıfların, işçi ve emekçilerin umudu olur, KAVEL İşçilerinin 1960’larda açtığı fiilî kazanım yolunu bu kez onlar açabilirler.

Başaramazlarsa bu sadece onların değil, sosyalist hareketin de zaaflarından olacaktır.

25 Mart 2010/ANKARA

Hiç yorum yok: