27 Ağustos 2009 Perşembe

Rüzgar Tarlasına Davet


Fatma Ataseven
f_ata1@hotmail.com

”Eylem göz’den / Eylem söz’den doğdu / Eylem öz’e vardı “

Baharın son günleriydi, Vergi dairesinde olan işlerimi bitirip ofise dönmek üzereyken telefonum çaldı; “hewal” günaydın ,nerdesin ? kahvaltı yapmamışsındır hadi gel ,kahvaltı yapalım ,reddedemeyeceğin dört dağ arası bir yerdeyim” dediğinde ,şaka yaptığını düşünmüştüm.!.

Uzun zamandır “ortalıkta” görünmemesinin sebebini manzarayı gördüğümde anlamaya çalıştım, ilk bakışta ;şehirden bıkmış ,yorgun ,doğada biraz mola vermeye çalışan bir ruh halinin bu dağ başına bıraktığı izlenimiydi. Ancak zamanla bu eylemin geçici olmadığını , toprağı işleyişinden , genetiği değiştirilmemiş geleneksel özgün sebze tohumlarını arayışından, delicelere yaptığı zeytin ve ahlatlara yaptığı armut aşılarından , “Bornova bamyaları’na” dadanan kaplumbağalarla sürdürdüğü kovalamacalardan, kalıcı ve gelecekle ilgili umutlarının burada olduğunu daha iyi anladım. Sığınağında kanayan umutlarını , tedavi etmeye karar vermişti sanki.

Suyu ve elektriği kendi üretiyor, ihtiyacını karşılayacak suyun kaynağını bulup kuyuyu açmış, ,rüzgar tanrısı BOREAS ve Tanrıça ALKYONE ‘nin güçlerinin birleştiği bir rüzgargülü var ki , muhteşem bir şey. Dağlar ve esip gelen rüzgarın egemenliği kendine özgü “mikro” bir iklim yaratmış. İzmir’in dağlarında çiçekler gibi açan kekiklerden pişen çayın tadı demlenmiş dostluklar gibi .

Martıların eşlik ettiği İzmir gündemi her daim güzel duygular yaşatır , 20 km. uzağında bulunan ve benim “rüzgar durağı” dediğim bu küçücük vadide şahinlerin ,kekliklerin ve kekiklerin hükmettiği bir doğayı keşfettim.

Bu güzellikleri sayfalar dolusu yazabilirim , fakat öyle uzun uzun yazmayacağım. Beni bu kadar heyecanlandıran tabloyu sizlerle paylaşmak istiyorum. Neden bu kadar heyecanlandığıma gelecek olursak :

-Devrimciler “iş yapmaz , çalışmaz, üretmez , bol bol konuşur” gibi bir önyargının az da olsa kırıldığını pratikte görmüş olmam.

Yanı sıra, Çinlilerin bambu ağacını toprağa dikip , yeşermelerini sabırla beklemeleri gibi ; uzun süreli yoğun çalışma ve emeğin sonucunda , elde ettiği başarıya bizleri ortak etmek istemesi.

Ege 78’liler’in kurucularından , değerli dost Servet Ali Çınar, mermiyi namluya sürer gibi, tohumu toprağa sürmüş ve filizlenen “umudu” görmüş.

“Göz gerçeği gördü / Söz gerçeği söyledi / Öz gerçeğe inandı “

Sevgili “hewal”i yalnız bırakamazdım , ayrıca ,tohumdan ve rüzgar enerjisinden anlamasam da ,gördüğüm güzelliklerin gerçekliğine inanarak ,tüm dostlarımızın görmelerini istedim.

Kutup yıldızlarını, ay’ın binbir halini , ve dahi 27 ağustos gecesi mars’ın kocaman yüzünü hepbirlikte seyretmeyi umut ederek ,

Rivayet de olsa 27 ağustosta mars dünyaya selam verecek,

Mars gezegeni Ağustos'tan itibaren geceleri gökyüzünün en parlak cismi olacak. Mars çıplak gözle dolunay kadar büyük görünecek. Bu yıl 27 Ağustos'ta Mars dünyaya 34,65 milyon mil yaklaştığında en büyük göründüğü gün olacak.

27 Ağustos gecesinde dünyaya bu kadar yakın geçen mars’ı selamlamaya ve “RÜZGAR TARLASI’NDA” Rüzgar ekmeye DAVET ediyor.

E bir zahmet görmek lazım ..!

http://www.ozgurmedya.org/

-------------

Not: Program ve ulaşım bilgileri için. Servet . 0.532.741 52 99

26 Ağustos 2009 Çarşamba

DİYARBAKIR ZİNDANI: MAZLUM(LAR)’IN YAKILDIĞI YERDİR


Diyarbakır Zinda’nı Mazlum(lar)’ın yakıldığı yerdir. Aslında, hem müze ve hem de Anıt yapılabilir. Olası bir anıt ya da müzenin yapılması halinde, Çağdaş Kawa Mazlum Doğan’ı tüm direnişçiler adına bir simge olarak ön planda olmasını şiddetle tavsiye ederim. Çünkü, Sevgili Mazlum bedenini bu zindanda ateşe vermek suretiyle, buradaki vahşeti kamuoyuna ilk duyuran en önemli direnişçilerden biridir.”


Mustafa Elveren -(Em. Öğrt.)
mustafaelveren@gmail.com

“Demokratik Açılım”, “Yol Haritası”, Diyarbakır Cezaevi’nin Okula dönüştürülmesi”, “1 Eylül Dünya Barış Günü” gibi çok sıcak ve hareketli bir gündemin içindeyiz. Bunlardan sadece Diyarbakır Hapishanesi ile ilgili düşüncelerimi sizlerle paylaşmak istiyorum.

Kürt halkının Newroz sembolü haline gelen Çağdaş Kawa Mazlum Doğan ve arkadaşları başta olmak üzere; yüzlerce devrimci-demokrat-yurtsever-aydın insanımıza zulüm ve işkencenin yapıldığı, bir çok katliamların yaşandığı Diyarbakır Zindanı (cezaevi) okula dönüştürülmek isteniliyor.

İlk bakışta insana çok olumlu ve hoş geliyor. Yani “cezaevlerini okullara dönüştürelim” gibi bir kampanyanın söylemine de çok uygun düşüyor, değil mi? Ancak, Diyarbakır Hapishanesi ve bunun gibi birkaç cezaevinin tarihi konumu nedeniyle bu çerçevede okul olarak değerlendirilemez.

Devrimci 78’liler Federasyonu Başkanı Celalettin Can, “Urfa’da kimle görüştüysem ağızlarında takma diş vardı” diyor. “Diyarbakır Cezaevi’nde insan dışkısı yedirilen tutukluların birçoğu, çıkar çıkmaz bu korkunç anıyı silebilmek için bütün dişlerini çektirmiş." Her şeye rağmen yine de unutmaları mümkün değildir.

Devrimci 78’liler Federasyonu’nun açıklamasında; “Diyarbakır Cezaevi ya “Utanç Müzesi” yapılmalı, ya da yerle bir edilip, yerine orada yaşanan vahşeti hiç unutturmayan ama halkların kardeşliğine elini uzatan bir anıt yapılmalıdır. Faşizme karşı direnişin, yiğitliğin ve kardeşliğin anıtı…”Federasyonun bu açıklamasını benimsiyor ve destekliyorum.

Peki, neden müze değil de okul yapılmak isteniyor? Çünkü, yıllardır yapılan vahşet ve katliamları belleğimizden silmek istiyorlar. Devletin bu kirli ve karanlık yüzünü örtmek istiyorlar. Halbuki, hafızamızdan sileceklerine, tam tersine geçmişten ders çıkarılarak, ibret alınması için buranın müze yapılması en uygun olanıdır.

Diyarbakır Zinda’nı Mazlum(lar)’ın yakıldığı yerdir. Aslında, hem müze ve hem de Anıt yapılabilir. Olası bir anıt ya da müzenin yapılması halinde, Çağdaş Kawa Mazlum Doğan’ı tüm direnişçiler adına bir simge olarak ön planda olmasını şiddetle tavsiye ederim. Çünkü, Sevgili Mazlum bedenini bu zindanda ateşe vermek suretiyle, buradaki vahşeti kamuoyuna ilk duyuran en önemli direnişçilerden biridir.

Diyarbakır Zindanı’nın müzeye dönüştürülmesi veya direnişçileri sembolize eden bir anıt haline getirilmesi için tüm gücümüzle mücadele etmeliyiz. Bunun için nasıl bir kampanya ya da kampanyalar yürütülmelidir? Konuyla ilgili uzman kişiler, hukukçular, demokratik sivil toplum örgütleri, bu zindanda hayatını kaybeden direnişçilerin yakınları ile hala yaşamakta olanların bir araya gelerek ortak bir eylem ve mücadele kararı almalarını öneriyor ve diliyorum.

Bu vesileyle Mazlum(lar)’ın şahsında tüm direnişçileri selamlıyor ve bu uğurda hayatını kaybedenleri de saygıyla anıyorum.

--------------
WEB : http://www.gomanweb.com/

25 Ağustos 2009 Salı

BASINA VE KAMUOYUNA


Tutuklu Gazetecilerle Dayanışma Platformundan
BASINA VE KAMUOYUNA

* Basına Sansür Sürüyor...
* Günlük Gazetesi ve Yürüyüş Dergisi Kapatıldı...
Günlük gazetesi, İstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesi tarafından, 22 Ağustos tarihli sayısının 8. ve 14. sayfalarında “PKK propagandası” yapıldığı iddiasıyla 1 ay süreyle kapatıldı.

Geçtiğimiz günlerde Yürüyüş gazetesi de uyduruk gerekçelerle 1 ay süreyle kapatıldı.

Geçtiğimiz aylarda da Atılım, İşçi Köylü, Kızıl Bayrak gibi düzen muhalifi gazete ve dergiler çeşitli sürelerle kapatılmıştı.

Tutuklu Gazetecilerle Dayanışma Platformu olarak düşünce ve ifade özgürlüğünü engelleyen basında sansür uygulamalarını protesto ediyoruz. “Demokratik Açılım”, “Kürt Açılımı” tartışmalarının yapıldığı bir süreçte, düzen muhalifi yurtsever, devrimci, sosyalist basının susturulmaya çalışılmasını kaygı verici bir gelişme olarak değerlendiriyoruz.
Basının ve kamuoyunun bilgisine sunulur...

Basına Yönelik Sansüre Hayır!
Düşünce ve İfade Özgürlüğünü Engelleyen 301 ve TMY İptal Edilsin!
Tutuklu Gazetecilerle Dayanışma Platformu (TGDP)23 Ağustos 2009
İLETİŞİM: Necati ABAY-TGDP Sözcüsü, GSM: 0535 929 75 86, e-posta: tutuklugazeteciler@mynet.com, necatiabay@gmail.com

-----------

Haberi ileten: Hüseyin Habip Taşkın

23 Ağustos 2009 Pazar

‘’Ben inciteyim, Sen incitme’’, Yok daha ne!..


Faramuz Acar
feramuz.acar@randers.dk

İncinsen de, İncitme “ödülleri” dağıtılarak açılan, bu yılki, Pir Hünkar Bektaş Veli’yi anma etkinlikleri resmi açılış törenlerini, YOL-tv’de izledim.. Alevilik adına utandım, 40 defa yerin dibine girip çıktım.. ‘’İncinsen de, İncitme’’ imiş… Sen, canımı yakacaksın, üstümde kebap pişirip yutacaksın.. Yetmedi, ince ince, sinsice ‘’İncinsen de, İncitme’’ dön yönünü Kabeye ‘ODUN’ diye,, çevirip bir daha yakacaksın. Ben inciteyim, Sen incitme.. Demezler mi, yok deve…

Açılışta Alevilerden başka her türlü cümbüş görüşe, gruba hoşgörü gülleri dağıtırken, etkinliğin düzenlenmesine Alevi kurumlarını (AABK ve ABF’yi) katmayıp dışlayarak, Alevi toplumunu incittiğinizin farkında değimlisiniz. Bu ne biçim ‘’İncinsen de, İncitme’’ anlayışı.

İncinip, incitmemek, kimin, kimi ne için incittiğine bağlı. ‘’İncinsen de, İncitme’’ deyimi, Hünkâr Beştaş Veli’nin değildir. HBV’ye mal etmeye çalışsanız bile, bu deyim; Bir büyük olarak; senden küçük, yanında olan, bilgisiz, fakir, fukara, ezilen, gariban biri tarafından ‘incin-sen de, incitme’ anlamında kullanılmış bir deyimdir. Yoksa Anadolu Alevi Bektaşi Kızılbaşları, tarih boyu, kendini incitenlere karşı, HAK sancağını çekmiş inciteni, incitmiştir. Namerde boyun eğmemiş, gerektiğinde bu yolda SERini de vermiştir. Yoksa bugün Cemlerimizde, Mansur, Fazlı, Nesimi, Fatimai-Hüseyin’i Kerbela, Pir Sultan, Bedreddin, Seyit Rıza, ve insanlık YOL’una SER vermiş ulularımızın darına, EN-EL- HAK diye, başı DİK duramazdık.

Geçmişi geçelim.. Dersim, Maraş, Çorum, Sivas, Gazilerde, asıldık, yandık yakıldık. ’İncinsen de, İncitme’’ diye bizi kandıran, bu I-layık devletlü Din-ayetli ‘’böyük başlar’, Alevileri had-dinden fazla İNCİTMİŞTİR.

‘’İncinsen de, İncitme’’ oyunları ile açılıp saçılıp, Aleviliği in cin etmeyi bırakın. Aleviler kendine özgü bir inanç toplumudur, yenilip yutulmuş, alacak hakları vardır. Gönül rızası ile hakkımızı verin, Alevileri daha fazla incitmeyin, kendinizde incinmeyim..

Gizli saklımız yok açıkça söylüyoruz:

1-Devletlü Diyaneti ve zorunlu din derslerini kaldırmazsanız.

2
- 85 yıldır Din-ayete secde ettiğiniz, Alevilerin vergi payını Alevi toplumu (kurumlarına) geri ödemezseniz.

3
- Zorunlu vergiden inançlara pay ayırmayı kaldırıp, inançları ve giderlerini kendilerine bırakmazsanız.

4- Devletten maaş memur ve tüm giderleri devletten karşılanan, kurumlarda; kişilerin ‘’inancı gereği de olsa’’ kendi dini inancının, reklam, propaganda, ‘misyonerlik’ yapmadığı/yapamadığı, gerçekten LAİK bir sistem getirmezseniz.

5- Aleviliği ve Cem-evlerimizi, kendine özgü bir inanç ve ibadet yeri olarak resmen kabul edip, devlet olarak, inanç ve merkezlerimizden elinizi, ayağınızı çekmezseniz,
Yüzyıllardır İNCİTTİĞİNİZ, Alevi-Bektaşi-Kızılbaşlar; Türkiye’de başa gelen her iktidarın başını, her daim İNCİTECEKTİR…

İNANÇ kişiye özeldir. Devlet ve kurumlarının dini/inancı olmaz, inanan inanmayan herkese geçerli eşit, laik yasaları olur. Aleviler Laiklik istiyor.

Kimileri sen de kimsin, böyle ‘’deli dolu’’ konuşuyorsun diyebilir. Bektaşi erenleri; yine böyle bir ramazan ayında, oruç tutmuyor, yiyor, içki içiyor, ‘’din-ayeti’’ incitiyor diye, tutuklayıp kadının karşısına getirmişler. Kadı efendi, elime geçen şu Kızılbaşın, defterini düreyim diye, forsunu kürkünü düzeltip, iyice bir gübermiş. Bizimki kadıdan önce; Ey hikmetli, izzetli devletlü kadı efendi, forsu makamınız size çok yakışmış, ‘’Allah kuran Peygamber ‘AKP’ izniyle’’’ kadılık makamından sonara nereye terfiye edeceksin? Kadı: - ‘AKP’ izniyle Vali olurum. - Ya sonra? ‘’AKP’nin gözüne girer Vezir olurum. - Ya sonra? Olur ya Kızı ile nikahı yapar, sultan ölürse Padişah olurum. - Ya sonra? Padişah olunca, din-ayetlü devletümüze, Halife olurum.. - Ya sonra? Kadı düşünmüş, düşünmüş, HİÇ demiş… Bektaşi öyleyse, NE böbürleniyorsun,, Kadı efendi, bendenden büyük değilsin ya,, ben zaten HİÇ’im..

‘’Cemevleri Cümbüş evidir’’ diyen AKP ‘ye yaranmak için, ramazan davulu, ilahi cümbüşler, ‘’kahraman ırkıma’’ marşları ile HBV etkinliklerini, körler sağırlar birbiri ağırlar ‘cümbüşüne’ çevirdiniz. Kabesi insan olmayan, siyasi cümbüşlerin, Hacıbektaş’ta ne işi var.

‘’İncinseniz de incitmeyin, … Alevilerde diyanetten pay almalı’’ diyen, taa Şişli’den zabıta getirip ABF’nin afişlerini söktüren, sarı demokrat, SarıGül’den başka ne beklenir.

Kültür bakanı E. Günay; 72 millete aynı nazarla bakan, Hacıbektaş Dergâhımıza, ‘Ne Mutlu Türküm’ köşesi hiç yakışıyor mu da, kendi kendinize gururlanıyorsunuz.? Konuşmanızda, ‘’Türkiye’yi laik bir Cumhuriyet yapacağız, dediniz. Sonunda devletin laik olmadığını kabul ettiniz. Peki, siyaseti, devleti ırkçı ideolojileri böyle inançların içine sokarak mı Laik Cumhuriyet yapacaksınız. Niye gidip Camilerin içine Atatürk büstü dikmiyorsunuz. Laiklik gereği, Hacı Bektaş Dergâhımızı Alevi Kurumlarımıza vermeniz gerekmez mi? Hem Aleviliği kendine özgü bir inanç olarak kabul etmiyorsunuz, hem, müze adı altında inanç merkezimize el koyup, 4 kapıda giriş bileti kesip kasanıza atıyorsunuz. Bu mu laiklik anlayışınız.? Ya AKP hükümetinizin, dergâhlarımızı özelleştirme planlarına ne demeli. Bu gidişler Hacıbektaş dergâhımızı Fethullah Gülen’e satarsınız. Sonra buyurun Aleviler cenaze namazına.

Birkaç defa Osmanlı’nın Hacıbektaş’ta ocağımıza diktiği cami/minaresinin yıkılması gerektiğini dile getirdim. Görüyorum etkinlik açılışında, minareye keskin nişancı dikip, özel korumaya alınmış. Korkmanıza gerek, devlet yaptı, devlet sökmeli, bizim söküp birilerini ‘’incitmeyelim’’.
Dergâhımızı Alevi kurumlarımıza geri verirken, onu resmi törenle siz kendi ellerinizle söküp vermeniz daha doğru olur sayın kültür bakanı.

Danimarka / 17.8.2009

22 Ağustos 2009 Cumartesi

Tarihî önem« mi dediniz?


Murat Çakır
cakir@rosalux.de

Batılı ülkelerdeki yaygın medyanın 20 Ağustos 2009 Perşembe sabahı saat 7.00’de başlayan Afganistan başkanlık seçimleri ile ilgili haberlerini okuyanlar, ülkenin güllük gülistanlık bir ortamda pek demokratik bir seçim yaptığını zanneder. Öylesine cafcaflı bir anlatım varki, sanki »yakışıklı Afgan« ve eski ABD-vatandaşı Hamit Karzai ülkeyi cennete çevirmiş. Allahtan internet var da, dezenformasyonun sisleri arasından bazı şeyleri görebiliyoruz.

Açıkcası yaygın medyanın her sözünden kuşku duymaya başladım, çünkü her haberde mutlaka bir manipülasyon var. Muhalif medya bile bu tuzağa düşebiliyor. Baksanıza Günlük gazetesi, Fırat News ve diğer bazı alternatif iletişim araçları dahi »17 milyon seçmen« masalını ajanslardan gerçek veri gibi almışlar. O nedenle önce sayıları ve ardındaki gerçekleri gün yüzüne çıkartmakta yarar var.

Bir kere BM tarafından 28 – 30 milyonluk nüfusu olduğu tespit edilen ve gene BM sayılarına göre nüfusun yüzde 60’ının 18 yaşın altında olduğu bir ülkede nasıl olurda 17 milyon seçmen olur sorusunu sormak gerekiyor. 2004 yılında bizzat BMÖ aşiret reislerinin reşit olmayan çocuklara dahi seçmen kartı çıkarttıklarını ve hem çocuklar, hem de kadınlar adına oyları çuvalla seçim sandığına attıklarını tespit etmişti. Buna rağmen Batı »Afganistan’ın demokratik hükümetle yönetilmeye başlandığını« ilân etmişti.

Batılı güçlerbu sefer de Afganistan’daki seçimlerin demokratik olduğu masalını yaymaya devam ediyorlar. Ancak sadece seçmen sayısındaki tutarsızlıklar bile bu seçimlerin demokratik ve meşru olmadığını kanıtlıyor. Gardez’deki bağımsız insan hakları komisyonundan Rafiullah Bedar’ın bildirdiğine göre, 17 milyon olduğu iddia edilen seçmenlerin yaklaşık 4,5 milyonu ya hayal ürünü isimler, ya da reşit olmayan çocuklardan oluşuyor. Seçimlerin meşruiyetini sorgulayan bir diğer gerçek de, seçmenlerin büyük bir bölümünün can güvenliğinin sağlanamaması nedeniyle seçimlere katılamayacak olmaları. Gerçi Paktika valisi Abdulkayyum Katavazay gibi yöneticiler »seçimlerin güvenliğinin sağlandığını« iddia ediyorlar ama, 34 ilin 17’sinde valiler ve polis müdürleri dahi korkudan sokağa çıkamıyorlar.

Bununla birlikte seçmen kartlarının dağıtımında da sayısız manipülasyon yaşanmakta. Eşek sırtında, ama yüksek teknolojik donanımlı askerlerin korumasında en ücra köşelere kadar götürülen seçim sandıklarında oy kullanmak için gerekli olan seçmen kartları, örneğin Daykundi bölgesinde olduğu gibi sadece başkan Karzai’yi seçeceğini açıklayanlara verildiği ve diğerlerine de »git, seçmen kartını seçeceğin adamdan al« uyarısı yapıldığı bildiriliyor.

Hamit Karzai, makama getirdiği ve yolsuzluklarına göz yumarak ortağı haline gelen vali, polis müdürü ve diğer devlet memurlarından şimdi diyetini istiyor. Gerek insan hakları komisyonunun, gerekse de bağımsız uluslararası kurumların temsilcileri, kimi gözlemci ve Almanya’daki sosyalist günlük gazete Neues Deutschland gibi gazetelerin Afganistan’daki muhabirleri, valilerin, ilçe yöneticilerinin, polis müdürlerinin, öğretmenlerin ve devlet memurlarının seçim sandıklarında dahi Hamit Karzai’nin propaganda milisleri gibi çalıştıklarını bildiriyorlar. Eh, nede olsa mesele eninde sonunda »al gülüm, ver gülüm« meselesi.

Emperyalistler, Afganistan savaşına »tarihî önem« atfediyorlar. Başta ABD değil miydi sözde teröre karşı savaş ile her yere »demokrasiyi« götüreceklerini iddia edenler? Şimdi de 100 bin askerle, bombardımanlarla, sivil halka yönelik saldırılarla »Taliban’a karşı başarısız olduk« diyecek değiller herhalde. Batılı ülkelerin kamuoyunda Afganistan savaşına ve işgaline karşı muhalif tutum yaygınlaştığından ve yeni birliklerin gönderilmesi sorgulanır olduğundan, »başarı hikâyeleri« sahiden Batılı egemenler için önem kazanıyor. Öyle ya, kendi halkını bile doğruluğundan ikna edemediğin bir savaşta, işgal ettiğin ülkenin halkını nasıl kazanacaksın?

Velhasılı, demokratik hukuk devleti esasların esamesinin okunmadığı, halkın can güvenliğinin ve sosyal güvencesinin olmadığı bir ülkede silahların gölgesi altında yapılan ve sonuçları şimdiden belli olan bir seçimin »demokratik« olduğunu ileri sürmek, akla, mantığa tecavüz etmekle birdir. Emperyalistler, 200 bin gözlemcinin ve toplam 300 bin asker ve polisin gözetimi altında yapılacak olan seçimlere harcanan 223 milyon ABD-Doları’nı, seçimler için değil, halkın beslenmesi için harcasalardı, sahiden anlamlı bir iş yapmış olurlardı. Halk en azından »Allah razı olsun« derdi. Şu anda ise ne dediklerini düşünebiliyorum da, yazmaya terbiyem müsaade etmiyor.

21 Ağustos 2009 Cuma

Küresel Savaşa Karşı Küresel Barış


”Ülkemizde de neredeyse çeyrek asirdir süren bir savas söz konusu. ‘Kürt Sorunu’ olarak kendini dayatan bu savasta 40 bini askin ölü, 3 bini askin bosaltilmis köy, milyonlari bulan zorunlu göç yasandi / yasanmakta. Adini ne koyarsak koyalim sürmekte olan bu savasin etkisi ve tahribati hayal ettigimizden daha yüksektir.

Kirli savas olarak da adlandirilan bu savasi barisçil ve demokratik yöntemlerle çözme zamani geldi ve geçiyor. Ülkemizin demokratiklesmesinde büyük katki sunacak olan Kürt Sorunun çözümünde barisçil yol ve yöntemleri zorlamak her zamankinden daha acil ve yakicidir…”

Salim Turgut
turgutsalim@hotmail.com

1 Eylül 1939 tarihinde Alman Nazi ordulari Polonya’yi isgal etti. Bundan tam 70 yil önce Almanya’nin Polonya’yi isgali ile baslayan tarih olan 1 Eylül 1939 tarihi ile birlikte emperyalistler arasi II.Paylasim savasi da baslamis oldu. Yaklasik alti yil sonra Sovyetler Birligi’nin Berlin’e girmesi (23 Nisan 1945) ve Hitler’in intihari (30 Nisan 1945) ile 7 Mayis 1945 tarihinde Nazi Almanya’si teslim oldu. Nazi Almanya’sinin teslimine ragmen savasa sonradan katilan ABD dünya üzerinde hegomanya kurabilmek için Japonlarla savasina devam etti ve 6 Agustos 1945’te Hirosima’ya ve 9 Agustos’ta da Nagazaki’ye atom bombasi atarak insan kiyimi yapip savasi resmen sonladi.

Yaklasik 6 yil süren savas, ardindan 52 milyon ölü, milyonlarca yarali ve harabeye dönmüs kentler birakti. Insanlik tarihinin bu en acimasiz, en kanli ve en kirli savasinin basladigi tarih olan 1 Eylül savasin ardindan, dünyanin bir daha böyle bir savas yasamamasi için dünya komünistlerinin önerisi ile Birlesmis Milletlerce baris günü ilan edildi.

Barisa en fazla kimin ihtiyaci varsa sahiplenen de o oluyor. Nitekim, II. Dünya savasinin en fazla zararini gören Sovyet halki ve komünistler barisa en fazla sahiplenen oldu. Soguk savasin sürdügü dönemde, birçok kapitalist ülkede barisi savunalar sorusturmaya ugradi, tutuklandi, hatta idam bile edildiler. Mcarty döneminde barisçil olmak demek komünist olmakla özdeslestigi için bir çok ülkede demokratlarda soguk savasin vurgunundan nasiplerini aldilar.

Amerika’ya yeni sömürge iliskileri ile bagimli olan ülkemizde de barisi savunmak sürekli Türk Ceza Kanunlari ile muhatap olmayi da beraberinde getirdi. Soguk savas rüzgarlari’nin en siddetli estigi 1950 yilinda ‘Kore’ye asker gönderilmesini protesto ettigi gerekçesi’ ile Barisseverler Cemiyeti ve 12 Eylül 1980’de de ‘Baris Dernegi’nin yargilanmalari hep ayni mantiktandir.

Savasin tüm tahribatlarini yasayan komünistlerin barisi savunmasi, ayni zamanda savassiz yeni bir dünya özleminden kaynaklanmaktadir.

II. Dünya savasi biteli 64 yil geçmis olmasina ragmen, bu zaman içerisinde bölgesel ve iç savaslarda 25 milyona yakin insan ölmüstür. 40 milyona yakin insan yasadiklari topraklardan sürülmüs, açlik ve sefalete terkedilmistir. Dünyanin yirmiyi askin bölgesinde çatismalar devam etmektedir.

Üstelik çatismalarin yarattigi tahribatlar çatismalarin bitmesiyle sona ermiyor. Tahrip olan sosyal ve dogal çevre, açlik ve saglik sorunlari, kara mayinlari sorunu v.b sorunlarin yarattigi tahribatlar çatismalarin sona ermesinden sonra sürmekte.

Dünya baris için harcanan her 1 dolara karsilik, silahlanmaya 2 bin dolar harcanmakta. Dünyada silahlanma için harcanan her 10 dolarin 4 dolari Amerikan silah tekellerine gitmektedir. Uluslararasi silah tekellerin kasalarina giren her dolar yeni bir ölüm makinesi ve yeni bir savas olarak karsimiza çikmakta. Her savas bir ‘düsman’a ihtiyaç duyuyor. Silah tekellerinin kiralik hükümetleri ve küresel medya düsman yaratmada üzerlerine düseni fazlasi ile yerine getiriyor. 11 Eylül Amerikan ikiz kulelerinin vurulmasi ve ardindan Afganistan ve Irak isgalleri silah tekellerinin yönlendirmesi ile uluslar arasi medyanin dezenformasyonu sonucu ‘mesrutiyet’ kazanmistir.

Dünyanin efendisi ABD, 11 Eylül Katliamini gerçeklestirdigini iddia ettigi Bin Ladin ve Molla Ömer’i yakalamak için Afganistan’a girdi. Aradan geçen 6 yila ragmen ortalikta ne Bin Ladin, nede Molla Ömer var. Ayni sekilde Irak’in nükleer silahi oldugu ve Irak halkina ‘demokrasi ve özgürlük’ götürecegi iddiasiyla Irak’i isgal ederek, Saddam’i idam etti. Ama isgal baslayali dört yil geçmis olmasina ragmen Irak’ta ne nükleer silahla ilgili bir emare buldu nede Irak’a iddia ettigi gibi ‘demokrasi ve özgürlük’ getirdi. Üstelik yaratigi düsmanca politikalar yüzünden Irak halki ulusal ve dinsel çatismalarin merkezi oldu, kan gölüne döndü.

Ülkemizde de neredeyse çeyrek asirdir süren bir savas söz konusu. ‘Kürt Sorunu’ olarak kendini dayatan bu savasta 40 bini askin ölü, 3 bini askin bosaltilmis köy, milyonlari bulan zorunlu göç yasandi / yasanmakta. Adini ne koyarsak koyalim sürmekte olan bu savasin etkisi ve tahribati hayal ettigimizden daha yüksektir.

Kirli savas olarak da adlandirilan bu savasi barisçil ve demokratik yöntemlerle çözme zamani geldi ve geçiyor. Ülkemizin demokratiklesmesinde büyük katki sunacak olan Kürt Sorunun çözümünde barisçil yol ve yöntemleri zorlamak her zamankinden daha acil ve yakicidir.

Kürtlerin grup kurarak parlamentoda temsiliyet kazanmis olusu da bu sorunun barisçil ve demokratik yöntemlerle çözülmesinde bir olanak sunmaktadir.

Barisin, demokrasinin ve insan haklarinin yerlesmedigi bir ülkede emekçilerin haklarinin korunmasinin olanakli olmadigi bilinmelidir.

Dünyanin yasadigi en kirli ve tahrip gücü en yüksek olan II. Dünya savasinin baslamasinin ardindan tam 68 yil geçti. II. dünya savasindan yeterli dersler çikartilamadigi, savasa karsi küresel bir karsi koyus tam olarak gerçeklestirilemedigi için hala ülkemizde, bölgemizde ve dünyamizda savaslar devam etmekte. Silah tekellerinin karlarina kar katan bu savaslarin önüne geçebilmek, ancak küresel bir karsi durusla mümkün.

Baris içinde bir dünya özlemi ile 1 Eylül Dünya Baris Günü’nü kutluyorum.

19 Ağustos 2009 Çarşamba

NANOİST ŞİİR MANİFESTOSU VE NANOİZM



UMUT YAŞAR ABAT
umutyasarabat@mynet.com


Nano ya da nanno kelimesinin etimolojik anlamı Latince nannus kelimesine dayanmaktadır.
Nano kelimesi Yunanca’da nannos kelimesiyle telaffuz edilmiş olup ‘birkaç sözcüğün birleşmesi’ anlamına gelmektedir.

Aynı zamanda fizik ölçü biliminde nano, önüne geldiği birimin milyarda biri anlamında kullanılmaktadır.

Ancak biz nanocu şairler bir hermeneutik yaparak ( yorum bilgisine başvurarak ) bu kavrama doğu-batı sentezi bir etimolojik anlam da yüklemekteyiz. Böylece nano ve nanoculuk kavramlarını Türkçe’mize kazandırmak istemekteyiz.

Bilindiği gibi na ve no kelimeleri Türkçe, Arapça, Farsça, İngilizce gibi doğu ve batı dillerinde ‘hayır, yok’ anlamlarına gelmektedir.

Dolayısıyla biz nanoistler buradan hareketle ‘na ve no’ kelimelerini birleştirerek, nanonun konusunda ve içeriğinde ‘yok yoktur’ diyoruz.

Yani nano kelimesine ‘her şey vardır’ anlamını yüklemekteyiz. Ve yine nano’yu ‘iki yokluktan doğan varlık’ olarak tanımlamaktayız.

Nano kelimesini bu anlamlar doğrultusunda edebiyata transfer ederek, şiir sanatında nanoizm ya da nanoculuk adıyla yeni bir şiir ekolü kurduğumuzu bu manifesto ( bildiri ) ile tüm edebiyat dünyasına duyurmayı uygun görmekteyiz.

O halde nano ve nanoizm ( nanoculuk ) nedir, ne demektir?

Edebiyatta yeni bir şiir ekolü olarak ileri sürdüğümüz nanoist anlayışa göre; şiirin bütününü oluşturan kısımlardan, parçalardan, bölümlerden her birine nano denir.

Nanocu anlayışa göre şiir, bir tek nanodan oluşacağı gibi yüzlerce nanodan da oluşabilir.
Nanoizm ekolüyle birlikte dünya edebiyatında yepyeni bir edebiyat ve şiir anlayışının doğması ve oluşturulması için nano kelimesini, kelimenin yukarıdaki etimolojik anlamlarına dayandırarak;
a-) Şiirdeki estetik anlamı, milyarda bir olasılıkla bile olsa farklı düşündürme ve genişletme yoluna gitmeyi …
b-) Ardı ardına gelen her sözcükle birlikte, şiirin her dizesinde yeni anlamlar ve anlam bağlantıları oluşturmayı…
c-) Eserin her türlü anlamının metne içkin ( mündemiç ) olduğu bilinciyle hareket edilmesini hedeflemekteyiz.

Buna rağmen şiirin değerlendirilmesinde hermeneutik yaparak, şiire ve edebi metne transandent ( aşkın, müteal ) anlamlar yüklenmesinin yolunu da açmak istemekteyiz.
Çünkü biz nanoistler, edebi metinlerde ve özellikle şiirde derin anlamlılığın yanı sıra anlam çokluğu yaratmak istemekteyiz.
Bu bağlamda şiirde anlam genişliği yaratılmasını, şiirin ve edebi metnin tek boyutlu anlamlılığı aşmasını, eserin çok boyutlu, çoğul anlamlılığa taşınmasını nanoizmin en önemli amacı olarak gördüğümüzü söylemek isteriz.

Burada derin anlamlılık ve çoğul anlamlılık kavramlarına yüklediğimiz (irca ettiğimiz ) anlamı ve bu iki kavram çifti arasındaki nüansı (ayrımı ) vurgulamak sanırız yerinde olacaktır.
Derin anlamlılık derken şiirin veya metnin derin ve yüce estetik değerlerle beslenen içeriğinin zenginliğine bir övgü, bir yüceltme yaptığımızı işaret etmek isteriz.

Anlam çokluğu ya da çoğul anlamlılık derken de şiirin, metnin oluşturulmasında ardı ardına gelen her sözcüğün yeni, derin ve farklı anlam içerikleri oluşturacak biçimde; anlamı zenginleştirmesini, derinleştirmesini ve anlamın sürekli beslenmesini anlatmak istemekteyiz.
Nano nitelik taşıyan eserdeki bu çoğul anlamlılığın okuyucunun yorum gücünü, görüş gücünü, hayal gücünü daha da geliştireceği inancını taşımaktayız.

Bu bağlamda nanoizm; şiirde ve diğer edebi-felsefi metinlerde anlam akıcılığını, zenginliği oluşturan düşünce, anlam, duyuş, coşku, imge, sezgi, rezonans ve diğer estetik yaratı biçimlerini içine alan, fenomen ile numeni bir bütünün iki parçası olarak değerlendiren, diyalektik bir sanat kuramıdır.

O halde nanocu anlayışa göre şiir nedir, ne demektir?

Nanocu anlayışa göre şiir; bir varlığı, bir olayı, bir olguyu, bir duyguyu, bir düşünceyi, bir fenomeni örtük ve dolaylı bir anlatımla, imgelerle perdeleyerek estetik bir biçimde dille örtüştürme sanatıdır.

Nanoist şiirin özelliklerini dikkate alırsak bir anlamda şiir, imkansıza ulaşma ve zoru zorlama sanatıdır.

Tarifi imkansız aşk ve zulmün bayrağını yırtan bir isyandır şiir. İnsan özgürlüğünün ve özgünlüğünün şahikasıdır şiir.

Bazen bir öfkenin fışkırması, bazen bir kederin, bir umudun ve bir kaderin küllerinde savrulmaktır şiir.

Öldüğünü yaşayarak yazmaktır şiir. Duyguların ve düşüncelerin kelimeleri bir şimşek gibi çarpmasıdır şiir.

Yine bilinmelidir ki nanoist şiir salt dil ya da sözcük oyunu-oyunları asla değildir.
Aksine nanoizm şiiri salt dil ve salt kelime, hece ya da harf oyunlarına indirgeyen, indirgemeye çalışan letrizm, sözcüklerin kullanımını rastlantıya dayandıran dadaizm gibi ekol ve ekolleri de reddeder.

Bundan sonra da bu yönlü indirgemeci, şiirin değerini ve anlamını düşürücü ekoller oluşursa, onlara karşı da nanoist bir duruş sergileyeceğimizi bildirmek isteriz.
Bilinmelidir ki nanocu şiir, edebiyat ve felsefe anlayışı her türlü indirgemeci yaklaşımın karşısındadır.

Çünkü nanoculuk en küçük ayrıntıyı düşünerek eseri parçalamayı değil tam tersine eserdeki tüm anlamları düşünerek edebi, felsefi ve sanatsal metnin diyalektik bütünlüğünü anlamayı ve eseri bu bütünlük içersinde değerlendirmeyi temel prensip olarak görmektedir.
Dolayısıyla nanocu şiir yöntemi, her sözcüğün yan yana, alt alta gelmesiyle oluşan, ilmik ilmik işlenen ve kendi içersinde diyalektik akışla sürekli kendini besleyen, sürekli ilerleyen bir yöntemdir.

Nanoizmin sanat, toplum ve değer anlayışı nedir?

Nanoizme göre, sanatın kendinde bir değeri her zaman vardır. Ancak sanatın bu değeri kişinin ve toplumun estetik algılayışıyla diyalektik bütünlüğe ulaştıkça yücelik kazanır.
Nanocu sanat kuramı, bir eseri estetik eser yapan tüm kriterleri birlikte ele alır ve bu kriterlerden hiç birini diğerinden daha az önemli ya da daha çok önemli olarak görmez.

Nanoist şiirin biçim ve içerik özellikleri nelerdir?

Nanocu şiirin estetik görüntüsünde sadece şiirin adı- estetik görüntü açısından güzel göründüğü ve kendisinden önceki, sonraki şiirden ayırmak için- büyük harflerle yazılır.
Şiir içersinde özel adlar da küçük harfle yazılır ve özel adların alacakları ekler, şiirin adında bile, kesme işaretiyle ( apostrof ) ayrılmaz.

Bu bağlamda nanoculuk, ‘şiirde’ ortaya konulan veya konulacak olan eserlerin anlamını, kullanılan her sözcükle derinleştirmek ve genişletmek istediği için, noktalama işaretlerinin tümünü reddeder.

Çünkü nanoizm, yazarın ve okurun sanatsal metne daha çok, daha özgür anlamlar yüklemesini kendine ilke edinmiştir.

Nanoculukta şiirin uzunluğu- kısalığı, sonat, haiku, dörtlük veya diğer herhangi bir şiir türünde-ekollünde olan dize sınırlaması ve hece ölçüsü zorunlu bir kriter değildir.

Dolayısıyla nanocu şair, şiirinde dize sayısını ve kafiye uyumunu şiirin akışına göre, kendi şairlik gücüyle ortaya koymakta serbesttir.

Nanocu şiir anlayışında, şiiri herhangi bir konuyla sınırlamak düşünceyi sınırlamaktır. Bu yüzden nanoculukta şiirin konusu her şeydir.

Nanocu şair, şiirlerinde estetik değeri düşürme ihtimali olan, içgüdüsel-psikolojik çağrışımlar yaratacak sözcükleri, nanocu estetik anlayışa uygun bulmadığı için, kullanmaz.
Çünkü nanocu şiir kuramının her türlü etik kriterinin temelinde estetik değer yatmaktadır.
Yani biz nanoistlere göre; estetik olmayan, etik değildir. Bundan dolayı estetik değer taşımayan bir yaratma biçiminin nanoculukta yeri yoktur.

Nanocu şiirin yapısına göre; ardı ardına gelen her sözcükle değişen dil, anlam, düşünce, imge, sezgi zenginliği, ritim, harmoni, rezonans ve akış halinde bir müzikalite oluşturmaya gayret göstermek…

Her dizenin ‘en az son sözcüğü’ ile, ardından gelen dizenin başı arasında bağlantıyı sağlayan sözcüklerin zikzaklar çizerek, nehir gibi kıvrılarak akan bir estetik anlam oluşturmasını sağlamak…
Bu estetik akışın olabildiğince ‘duygu, düşünce, coşku akışı oluşturmasına, anlam çokluğu yaratmasına ve estetik duyuşla ifade edilmesine olanak tanımak’ nanocu şiirin biçim ve içerik özelliklerini gösteren en önemli unsurlardır.

Tüm bunları şiirin parçalarını oluşturan her bir nanoya estetik zorlama yapmadan, estetik hissedişin akışıyla, yine olabildiğince uygulamak nanocu şiirin temel yapısını ve diğer şiir anlayışlarından farkını oluşturmaktadır.

Çünkü nanoist şiir, şairin ayak izlerini, parmak izlerini, ruh izlerini taşıyan psiko-estetik duyuşa ve diyalektik akışa dayalı şiirdir.

Bundan dolayı nanoist şiir anlayışı mekanik, ruhsuz, yapmacık şiir anlayışını reddeder.
Nanoizmin dünya görüşü nedir?

Nanoist şiir kuramı, evrensel insan haklarını ve özgürlüğünü sanatsal ve felsefi ilke olarak kabul etmektedir.

Nanoizm, toplumsal değerleri ve toplumsal gerçekliği onurlu bir duruşla, estetik bir dille ifade etmeyi kendisine amaç edinmiştir.

Nanoizm, hayata yürekli tarafımızdan bakan ve emperyalizme karşı mücadele eden omurgalı insanın dünya görüşünü, sanat alanında temsil eden bir şiir ekolüdür.

Ve yine nanoizm; özellikle faşizmin sözcülüğünü yapan İtalyan kökenli-merkezli, tarih bilincinden mahrum fütürizmin yüz yıllık totaliter kuşatmacı geleneğini, zamanın üç boyutunda at koşturan nanoist sanat devrimiyle sonlandıran hümanizmanın evrensel zaferidir.
Sonuç olarak; bu manifesto ile birlikte dünya edebiyatında ve şiir dünyasında nanoizm adıyla yeni bir şiir ekolünün doğduğunu sizlere müjdelemek istiyoruz.

Bundan sonra nanoizmin daha da zenginleşmesi ve gelişmesi için nanocu yöntemle şiir yazacak olan şairleri, nanocu ekolün temsilcileri olarak aramızda görmek istiyoruz.

Bu ekolün manifestosuyla hareket eden ve edecek olan şairlere aramıza hoş geldiniz diyoruz.

Önümüzdeki sürede yayınlayacağımız şiir kitabımızla nanocu manifestosunun içeriğine uygun tarzda yazılmış şiirlerimizi bütünlüğü içersinde sizlerle paylaşacağımızı da bildirmek istiyoruz.

Eğer nanoist şiir ekolüyle dünya şiirine bir nano büyüklüğünde katkı sağlamayı başarırsak kendimizi bahtiyar sayacağız.

Dolayısıyla bu manifesto ile tüm edebiyat, sanat ve felsefe dünyasına doğum günümüzü 22-ARALIK -2007 tarihi olarak ilan ediyoruz.
Saygılarımızla…

Nanoist Şairler Adına
Umut Yaşar ABAT
http://www.nanoizm.com/

UMUT YAŞAR ABAT KİMDİR?

Nanoist şiir, sanat ve felsefe anlayışının kurucusu ve ilk temsilcisi Umut Yaşar ABAT, 1972 yılında Kars’ta doğdu. İlk, orta ve lise eğitimini Kars’ta tamamladı. 1993 yılında Gazi Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümü’ne kaydoldu ve 1997’de bu bölümün ilk mezunlarından oldu.

Aynı yıl Gazi Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü’nde yüksek lisans (master) yapmaya başladı. Immanuel Kant’ın Felsefesi’nde ‘Mekan ve Zaman’ adlı teziyle, 2000 yılında Gazi Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü’nün de ilk mezunlarından olarak yüksek lisansını tamamladı.

Bu arada; dost dost, turnalar, felsefeci, felsefece, lacivert, berfin bahar, damar, sincan istasyonu, deliler teknesi, dize, patika, paspatur, afrodisyas-sanat, mühür, folklor edebiyat, eğitim, müdafaa-i hukuk dergilerinde ve bazı gazetelerde şiirleri, edebiyat, tarih, siyaset ve felsefe yazıları yayımlandı.

‘Düşünce Merdiveni’ adlı felsefe dergisinin çıkmasına katkı sağladı ve bu derginin çıkması aşamasında yazı işleri müdürlüğü yaptı.

Yazarın 2001 yılında ‘uçurumlar’ adlı ilk şiir kitabı Ürün, ikinci şiir kitabı ‘takvimsiz zamanlar’ ise Kül/Sanat yayınlarınca 2005 yılında yayımlandı.

Ankara demokrasi koordinasyonunda eğitim, gençlik ve kent koordinatörlüğü de yapan Umut Yaşar ABAT aynı zamanda, kısa adı KIBATEK olan; Kıbrıs Balkanlar Avrasya Türk Edebiyatları Kurumu’nun da üyelerindendir.

Nanoist Şair Umut Yaşar ABAT, halen akademik çalışmalarını sürdürmekte ve felsefe, mantık, sosyoloji, psikoloji, bilim tarihi, felsefe tarihi, insan ilişkileri, insan hakları ve demokrasi dersleri vermektedir.

İletişim; umutyasarabat@mynet.com


ZAMAN

Umut Yaşar ABAT

büyüdü içimde kendime verdiğim acı
silinmez demire mahkum kılınan pas
çizilir suskun rengi ışığın isli camlardan
kederdir ömrün kardeşi sonsuzluğa akan

boşluğu gösterdiğinde saatin kadranı gördüm
yüzümde anlamsız çizgilerini hayatın
sesini duydum çürüyen ruhuna inat çağın
yakıyor ateşi ellerim avuçlarında tanrının

şiirler yontuyorum aşkların gölgesinden
korkar heykeltıraş vurunca hemen kırılır
camdan narin yapılmış yüreği taştan
sızar üzerine ruhu ellerine yapışan kandan

mürekkep ve kağıt sevişir gizeminde harflerin
ağ ördürmez örümceklerden başkasına yıldızlar
taşıyamaz yükünü hafızası elinde dolaşan iskelet
şaşırmış bakışlarını gözleri değiştirilmiş ceset

uzak kendime düşlerim üşür dilinde kelimeler
sırt sırta vermiş narin iki yaban erik ağacı
bakmaz yüzüne dalından düşen meyvesinin
üstüne tül atar gece zarı yırtılan güneşin

sevmedi beni acılarımla reddetti hayat
sustukça ölümle yeşerdim çoğaldı nefretim
yumdu gözlerini zaman öptüm dudaklarından
anladım ki unutmuşum nasıl sevilir bir insan

Notlar:

1-Bize katılmak ve/ya katkı sağlamak isteyen tüm sanatçılara kapımız açıktır
2-Bundan sonra nanoist ekolle yoluna devam edeceklerin isimleri gelecek sayımızda yayınlanacaktır.
3- Ayrıca konuyla ilgili olarak Türk Dil Kurumu’na da bilgi verilmiş olup 11-12-2007 tarih ve 4519 sayılı evrak ile gerekli resmi tanınma işlemleri başlatılmıştır.
4-Tüm sanat dallarına ilişkin yazılarımızı http://www.nanoizm.com/’ dan takip edebilirsiniz.
5-Bize, umutyasarabat@mynet.com adresinden ulaşabilirsiniz.

18 Ağustos 2009 Salı

ÜLKENİN KAZANINDA KAYNAYANLAR



Hüseyin Habip Taşkın
habibtaskin@gmail.com


Her işimiz keyif içinde geçiyor diyemeyeceğim. Öyle bir zaman içinde yaşıyoruz ki birçok işimiz yaş oldu diyeceğim. Düşüneceğimiz yerde halimize gülüyoruz! Saçma sapan yorumlar yapıyoruz. Çoğunlukla susuyoruz. Bunların hepsini yaparken de niçin yaptığımızı bilemiyoruz. Özünde yaşıyoruz ama nasıl yaşadığımızı ve çevremizi tanımada güçlük çekiyoruz. Etrafımızı incelemede ve yorumlamada güçlükler çekiyoruz. Bu kafayla hep birlikte çokça çekeceğiz.

Kamu-Sen’in bir araştırması daha bizlere ekonomik gidişin nerelere tosladığını anlatmaktadır. Bu toslama biz insanlar arasından bazılarınadır. Bir zamanlar krizin bizleri teğet geçtiğini bu ülkeyi yönetenler ve Başbakanı Tayip Erdoğan söylemişti. Bizlere zor günler yaşatan emperyalizmin kendi krizinin faturalarını ülkemizdeki yaşayan rengârenk insanlarına bedel ödettirilmeye çalışıldı. Çıkan insanlık dışı olan her tablonun altında bu ülkenin emekçileri ezilmektedir.

Küresel Kriz bahane edilerek, Türkiye genelindeki 2 bin 602 kişinin iş ve evlerine her gün icra memurları haciz için gittiğinin altı çizilmektedir. TÜİK ve Merkez Bankası başta olmak üzere resmi verilerden faydalandıklarına vurgu yapılırken, her gün 273 fabrika ve işyerinin kapandığı belirtilmektedir. 26 bin 260 çek karşılıksız çıktığı için işlem gördüğü belirtilirken, 4 bin 312 senet de protesto edildiği belirtilmektedir.

Son bir yılın gözlemlenmesinde! 950 bin kişinin evine ve işyerine icra geldiği ya da maaşlarına el konulması, 45 bin aracın icralık olması, kapanan işyeri ve fabrika sayısının 100 bine dayanması, karşılıksız çek sayısı 9 milyon 585 bine ulaşması, protestolu senet sayısı 1milyon 574 bine çıkması, bu arada cezaevlerinde yatan mahkûm sayısı 111’in üst sınırı olduğu belirtilmektedir.
Yokluk ve yoksulluk şimdiki zamana ait değildir. Özel mülkiyetin başlangıcıyla üretim araçlarının işletmesi bir avuç azınlığın eline geçmesiyle birlikte insanoğlunun çoğunluğunu ezmeye mahküm etmesiyle başlamıştır.

Hükümetin önlem adı altında hazırladığı paketlerin faturası vatandaş dediğimiz kemsin cebinden ödenmektedir. Bu sayede geçim derdi de eklenince insanların psikolojik sorunlar yaşamasına neden olmaktadır. Gerilimler, intiharlar ve adli suç olarak gördüğümüz birçok olay günlük yaşanırken sayıca artmaktadır.

Önlem paketlerinde vergi oranlarının yüzdelikleri halkın elini yakmaya devam etmektedir. Su, elektrik, havagazı, telefon ve benzeri faturalarınıza bir bakın ödediğiniz ücretin yarısına, bazende fazlasıyla yüzde oranları vergi adına hepimizi çarpmaktadır. Bunun adına “sosyal adalet” diyenler de var!

Her geçen gün kötüye gidiyoruz. AKP iktidara geldiğinde enkaz aldıklarını dile getirse de aradan yıllar gelip geçse de alınan enkaz dibe doğru giderken yeni enkazlar halkın sırtına çarpık olarak yüklenmektedir.

Bu rakamlar resmi olmakla birlikte, resmi olmayan sonuçlarda insanların dolaylı şekilde birbirlerini dolandırdıklarını görmekteyiz. İnsanların neredeyse birbirlerine güvenleri kalmadığı bir döneme koşar adımlarla girdiğimizi görmekteyiz.

Alınan aylıklar asgari ücret değerinde, ev kiraları büyük çoğunlukla asgari ücrete eşdeğer olduğuna göre matematiksel hesapta vatandaşın geçim derdi zorlaşmaktadır. Her nedense kriz bizleri teğet geçmedi. Önüne kattığı her kim olursa olsun silkeleyip durmaktadır.

Günden güne karabulutlar gökyüzünde değil insanların düşüncelerinde yerini korumaktadır. İnsanca yaşam koşullarının AB’nin, ABD’nin vermiş olduğu direktiflerle olmaz. Günde 2 bin 602 kişinin evine, işyerlerine icra memurlarının gelmesi bizlerin ekonomisinin iyi olduğu anlamına da gelmez. Kültürel yozlaşmayı ve sosyal yaşantının çöküşlerini de birlikte getirir.

Bir ara halk “pazara çıksın” kampanyası başlatılmıştı. Bu ülkede alınan ücret belli, yaşam standardı da belli olduğuna göre pazara çıkan bir kişi ne kadar para harcıya bilir ki, Peki, pazara hiç akşamüstü çıktınız mı? Çıkmayan varsa çıkmasını öneririm! Pazarcıların yere atmış olduğu meyveleri ve sebzeleri toplayan bir kesim var o kesim bizim insanımızdır. Yabancımız değildir. Beklide kapı komşumuzdur. Ya da sizin kapı komşunuzdur.

İnsanların alım gücü yetmediğinden aldığı malı taksitle alıyor. Senet bile imzalıyor. Küçük esnaf toptancısına çek veriyor. Paramızın değer kazandığını söyleyenler ekonomiye nereden baktıklarını bilemem! Ama halimiz perişandır perişan… Pazara çıkmanıza gerek yok. Cesaretiniz varsa halkın arasına girin, tepeden bakmakla can çekişen hastaya teşhis konulmaz!

16 Ağustos 2009 Pazar

Kürt Türk Çatışması Neden Olmadı?



Demir Küçükaydın
koxuz@koxuz.org


Eskiden çok duyulan, ama son zamanlarda daha da çok duyulan bir “mavi hikaye”, bir klişe var: “Türk Kürt halkı arasında bir çatışma olmadı. Bunu halkın sağduyusuna ve bu halkların yüzlerce yıldır birlikte yaşamasına, kız alıp vermesine, aynı dinden olmasına borçluyuz.”

Üç aşağı beş yukarı böyle özetlenebilir bu görüş.

Bu önermeler birçok bakımlardan gerçeğin çarpıtılmasına dayanmaktadırlar ve koca bir yalandırlar. Daha kötüsü, Kürt ve Türklerin birbirini boğazlamasının tohumlarını atmaktadırlar.

Neden böyledir? Kısaca açıklamayı deneyelim.

Bu güne kadar bir Kürt ve Türk çatışması olmadıysa, bunun nedeni aynı dinden olma, yüzlerce yıldır birlikte yaşama, kız alıp kız verme veya “halkın sağduyusu” değildir.
Yiğidi öldür ama hakkını yeme derler. Eğer bir Türk Kürt çatışması olmadıysa, bunu her şeyden önce PKK ve Abdullah Öcalan’a borçludur insanlar.

Çatışma olmamasının nedeni, öncelikle PKK’nın Türkiye Sosyalist Hareketinden, Marksizmden, Sosyalizmden kaynaklanan ve yoksullara dayanan, gerici bir ulusçuluga eğilim duymayan, dolayısıyla da demokratik ve eşitlikçi idealleri olan bir hareket olmasıdır.
PKK’nın böyle olması da her şeyden önce, bir zamanlar Türkiye sosyalistlerinin demokrnatik ideallerin ve programın savunucuları; dolayısıyla da Kürtlerin ezilmesinin karşısında olmasıyla mümkün olmuştur.

Bu günkü politik manzaraya, bu manzara içinde ulusal sonunun Körü ya da Türk milliyetçiliğinin savunucusu sosyalistlere ve demokratik reformları savunan liberallere bakınca şaşırtıcı gelebilir ama bir zamanlar, Kürtlerin kendilerinden bile önce, Kürtlerin üzerindeki baskıya karşı ilk sloganları atanlar, bu sorunu ortaya koyanlar sosyalistlerdi.

O demokratik ideallere iyi kötü sahip çıkmış sosyalistler olmasaydı, PKK da olmazdı.

Daha 1930’larda “İhtiyat Kuvvet: Milliyet” adlı kitabı yazmış ve bu kitapta Kürdistan’ın sömürge, Kürtlerin ayrı bir ulus olduğunu savunmuş; TKP’nin görevini Kürdistan’da bir işçi partisinin doğuşuna yardımcılık etmek olarak tanımlamış Kıvılcımlı’lıar; Kıvılcımlı’yı tanıyarak ondan Kürt sorununun önemini anlamış ve ölürken “Yaşasın Marksizm Leninizm! Yaşasın Kürt ve Türk Halkalarının Kardeşliği” diyerek ölüme gitmiş Deniz Gezmişler; yine Kıvılcımlı’dan ilhamla Kemalizmle kopuşmaya çalışmış Mahir Çayanlar ve bu geleneği 70’ten sonra devam ettiren Kurtuluş gibi hareketler; bunlardan tamamen bağımsızca benzer sonuçlara ulaşan İbrahim Kaypakkaya’lar, onların düşünce ve davranışları olmasaydı: PKK’nın kurucuları içinde Türkiyeli sosyalistler, Kemal Pir’ler olmaz, Ankara’nın üniversite çevrelerinin sosyalist gençleri bir ulusal baskıya karşı direnişin öncülüğünü ele geçiremez ve özetle PKK olmaz veya PKK bu günkü PKK olmazdı, gerici milliyetçi bir hareket olurdu.

PKK bu örnekler sayesinde, Kürt hareketi içindeki gerici milliyetçiliğe karşı pozisyonlarını savunabildi. Eğer Deniz’ler, Kıvılcımlı’lar, Mahir’ler, Kaypakkaya’lar, Kemal Pir’ler olmasaydı, PKK Kürt burjuvazisinin gerici milliyetçiliğinin baskısı karşısında dayanamaz ve örneğin Rızgari gibi onlardan biri olurdu.

PKK bu nedenle hiçbir zaman, gerici bir milliyetçiliği savunmadı. Hiçbir zaman “Türkler” demedi, hep “Türk devleti” dedi. Kürtler içinde her zaman Türk ezilenlerinin bir müttefik olduğunu savundu ve eldeki çok sınırlı ve yukarıdaki anılan örnekleri yükseltti.

PKK’nın elinde Türdkiye’nin şehirlerini yaşanmaz kılacak ve bunun için canını vermeye hazır binlerce militan bulunmasına rağmen, bu militanları hiçbir zaman bir IRA gibi, bir ETA gibi sivil halkın üzerine sürmedi. Örneğin Öcalan yakalandığında onlarca PKK’lı ya da sempatizan kendini yaktı ve en acılı ölümleri göze aldı. Bu kendini yakanlar binlerce ve on binlerce insanı da yakabilirlerdi. Bu çaresizlik ve hınç kolayca Türklere yöneltilebilirdi, PKK zaman zaman tecrit olma bahasına böyle bir yola girmedi.

Ve Türk devletinin Özel savaş daireleri, Genelkurmayları bunu herkesten çok daha iyi bilmelerine rağmen, Öcalan’ı “Bebek katili” diye tanımlamaya devam etti.

Mavi Çarşı gibi olaylar, PKK’nın kontrolü dışında gelişmiş olaylardı ve eğer istese PKK’nın neler yapabileceğinin de bir göstergesiydi. PKK sadece çok çaresiz kaldığında, kimseye zarar vermeyecek bir iki bombaşla, neler yapabileceğini ihsas ettirmekle, yani bir mesaj vermekle yetindi.
PKK hiç bıkmadan, her zaman halkların Kardeşliğin işledi. Bu sadece bir hamasi söylev olarak da kalmadı. Her hangi bir yerde Kürt özgürlük hareketini destekleyenlerin bir derneğe, bir lokale giden, orada Mahirlerin, Denizlerin, Kaypakkayaların, Kemal Pir’lerin hareketin ikonları arasındaki yerini görür.

Öcalan’ın kendisi örgüt içindeki en büyük mücadeleyi bizzat gerici milliyetçilere karşı verdi. Her kritik dönemeçte ve her yükselişte bunlar gerici milliyetçi bir çizgiyi örgüte dayatmaya çalışarak örgütü arkadan vurdular.

Eğer Öcalan İmralı’da çıktığı mahkemede, o zamanlar ihanet olarak tanımlanan davranışları göstermeyip, bir parça imalı bir sözle intikam eylemlerine göz kırpsaydı, zaten aynı aile içinde bile birbiriyle konuşamaz hale gelmiş olanların birbirinin boğazını nasıl kestiği, binlerce yıllık beraberliklerin veya aynı dinden olmuşlukların hiçbir işe yaramadığı görülürdü.

Eğer PKK’nın ısrarlı olarak izlediği bu demokratik ve ilkel gerici milliyetçiliğe taviz vermeyen çizgi olmasaydı, Türkler ve Kürtlerin birbirini boğazlamasını ne kız alıp vermek, ne yüzlerce yıldır birlikte yaşamak, ne aynı dinden olmak zerrece engellemezdi.

Kürtlerin ve Türklerin birbirini boğazlamamasını her şeyden önce modern sosyalist hareketin ve işçi hareketinin demokratik programına, anlayışına ve ideallerine borçluyuz.

Eğer bu gerçek unutulur, es geçilir ve gerici milliyetçiliğin tarih algılarıyla açıklanmaya çalışılırsa olan ve olmayanlar, işte o zaman yeni kürt Türk boğazlaşmalarının tohumu atılmış olur.
Başbakan’ın konuşmaları; liberallerin bu gerici açıklamalar karşısındaki susuşları, yeni boğazlaşma tehlikelerinin tohumlarını atmaktadır.

Tıpkı Türk ve Kürt ulusları gibi, onların boğazlaşmalarını engelleyen de binlerce yıllık tarih değil, modern işçi hareketi ve onun demokratik gelenekleridir.

Eğer modern ve demokratik bir hareket olmazsa, ve bu harekete damgasını vurmazsa, binlerce yıllık birlikte yaşamaların hiçbir boğazlaşmayı engellemediği ve engelleyemeyeceği unutuluyor.
Ermenilerle yüzlerce yıl birlikte yaşandı; Ermeniler kendilerini Türk’ten fazla Türk görüyorlardı; Türkçe’yi ana dili ya da ikinci dil olarak benimsemiş en büyük halk kitlesiydiler Osmanlı’da, belki kız alıp vermiyorlardı ama, kirvelik kurumu aracılığıyla, akrabadan bile yakındılar.

Bunların hiç biri engellemedi Ermeniler kökünün kurutulmasını.

En son Yugoslavya’da ne aynı dilden, ne aynı dinden olmanın, ne kız alıp vermenin hiç kar etmediği görüldü.

Sırplarla Hırvatlar veya Slovenler, hepsi Hıristiyan’dılar; kız da alıp vermişlerdi ve yüzlerce değil, binlerce yıldır, muhtemelen Neolitik devrimin Avrupa’ya yayılmasından beri, beraber yaşıyorlardı. Roma kölelelerini muhtemelen bu güney Slavlarından edindiği için, köle anlamına gelen Sklave sözü bile bu Slavlardan geliyordu.

Ama bütün bunlar hiçbir şekilde engellemedi kanlı boğazlaşmaları. Onların daha mı az sağ duyusu vardı Türkler veya Kürtlerden? Türklere ve Kürtlerde “sağduyu geni” mi var ki başka haklarda olmayan?

Hayır, Yugoslavya’da bir PKK yoktu.

Belki öyle düşünenler vardı ama, bunlar güçlü bir politik hareket değil, küçük etkisiz entelektüel gruplardan ötesi değildiler

“Yiğidi öldür ama hakkını yeme” derler.

Eğer bu gün Türkler ve Kürtler birbirini boğazlamadıysa, bunu her şeyden önce PKK’ya ve Öcalan’a borçludurlar.

Onun yanı sıra Kıvılcımlı, Deniz, Mahir, Kaypakkaya, Kemal Pir gibilerin yüzü suyu hürmetine.
*
Bu gerçeği böylece tespit etmek ve o binlerce yıllık kardeşlik masallarının önüne geçirnmek gerekiyor.

Çünkü bu gerçeği öne çıkarmayan, binlerce yıllık kardeşlik yalanları karşısında susanlar, o yalanların yayılmasına hizmet ediyorlar; bilerek veya bilmeyerek aslında yeni boğazlaşmaların tohumunu atıyorlar demektir.

Binlerce yıllık kardeşlik palavraları öyle masum sözler değildir. Onlar modern sınıflar mücadelelerinin görünümüdürler. Onlar burjuvazinin gerici milliyetçiliğinin ideolojik savaşının mermileridirler.
Bu olgunun görmezden gelinişinin ve çarpıtılışının ardında daha başka bir çarpıtma yatıyor. O yalan da ulusların yüzlerce yıldan beri var olduğu yalanı.

Hayır, Kürt ve Türk ulusları binlerce yıldır bir arada yaşamıyorlar. Kürt ve Türk ulusları binlerce yıldır birbirinden kız alıp vermedi.

Bir ulus olarak Türklük denen şey, Ermeni katliamıyla doğmuştur, eğer edebi ve fikirsel gebelik dönemi bir yana bırakılırsa. Ondan önce Türklük yoktu politik bir fenomen olarak. Bir düşün ve edebiyat akımı olarak, bir beyin jimnastiği olarak vardı belki ama kendisi yoktu.
Kürtlük de bir fikir akımı olarak, bir tasavvur olarak aşağı yukarı Türklük ile birlikte doğmuş sayılabilir. Ama bir ulus olarak Kürtlüğün doğuşu, aslında son derece yenidir, hatta 14 Ağustos 1984 bile denebilir buna.

Uluslar modern olgulardır. Ama bir tarihe dayanan ulusların var olduğu iddiası, uluslardan bile daha moderndir.

İlk ulusların, Örneğin Amerikan veya Fransız uluslarının bir tarihleri yoktu ve bir tarihin sonucu olarak oluştukları yönünde bir iddiaları da yoktu. Hatta onlar tarihe karşı ortaya çıkmıştılar. Bu şimdi unutulmuş olan demokratik karakterli ulusçuluk, bir tarihe dayandığını iddia eden ulusçuluktan daha uzun bir tarihe sahiptir. Tarihsiz olduğu söylenen Amerikan ulusu dünyada en uzun tarihe sahip olan en eski ulustur.

Alman burjuvazisinin gericiliği ve korkaklığı dolayısıyla demokratik ideallerden uzaklaşılması sonucu, politik olan, yani uluslar bir tarihle, ırkla, dille, dinle, gelenekle tanımlamaya başladı. Ondan sonar gelen burjuvazilerin de onlardan farkı olmadığı için, ulusların tarihi olduğu gerici ulusçuluğun bir yalanı olarak okullarla; eğitimlerle zihinlere yerleşti.

Bu gerici ulusçuluk başarı kazanmadan önce tarihi bu gerici ulusçuluğa göre yeniden yazdı. Tarihi ulusların tarihi, kaybedilmiş ulusal bilincin yeniden uyanışının tarihi olarak yazdı. Bu tarih yazımları üzerinden gerici ulusçuluk önce beyinlerde sonra devletlerin var olan sisteminde üstünlük kurdu.

Bu nedenle, bu binlerce yıllık birlikteliklerden söz eden söylemler aslında bu gerici ulusçuluğun yeniden üretilmesi ve yaygınlaştırılmasından başka bir anlama gelmezler.
Tarihte elbette Kürt, Türk, Arap vs. denen veya kendilerini Kürt, Türk, Arap vs. olarak tanımlayan insanlar vardı.

Ama bu kavramlar, ne sosyolojik ne de belli bir özneyi tanımlayan kavramlardı. Bu kavramlar hiçbir toplumu veya davranışı belirlemiyorlardı. Bunu bu günle bir kıyaslama içinde şöyle anlatmak mümkün olabilir.

Bugün örneğin gerçek bir laik ülkede bir insanın inancının şu veya bu olmasının; kuru fasulyayı acı biberli veya acı bibersiz sevmesinin; a ya da b takımını tutmasının, şurada veya burada oturmasının nasıl toplumsal örgütlenmeye, yani politikaya ilişkin bir anlamı yoksa, eskiden de Kürt, Türk veya Arap olmanın da aynen böyle hiç bir anlamı yoktu. Ama nasıl bu gün şu veya bu ulustan olmanız bütün davranışlarınızı: tüm toplumsal yaşamınızı belirliyorsa, eskiden şu veya bu aşiretten; şu veya bu dinden olmanın anlamı öyleydi.

1071’de Türkler Anadolu’ya girmedi.

1071’de Oğuz boyları tarafından ele geçirilerek gençlik aşısı almış Pers uygarlığı, binlerce yıldır rekabet içinde olduğu ve kendisi de çürümüş Akdeniz uygarlığına karşı, bu gençlik aşısıyla yaptığı bir karşı saldırıydı. Ve Pers uygarlığı bu saldırıyla ta Bizans uygarlığının kapılarına kadar dayandı.
Bizans bu saldırıya çok sonra yine Pers uygarlığı gibi Oğuz boylarıyla bir gençlik aşısı aldıktan sonra, yani Osmanlı olduktan sonra cevap verdi.

Yavuz’un Çaldıran’da yendiği Şah İsmail ve ordusu, Yavuz’dan ve ordusundan daha “Türk” idi. Aslında bir parça iç tutarlılığı olsa bu Türk ulusu tarihi yaratıcılarının, Yavuz’un Çaldıran zaferini, Türklerin Anadolu’dan çıkarılışı olarak tanımlamaları gerekir.

Ama o zaman, yani Çaldıran’da Türkler ve İranlılar değil, her ikisi de Oğuz ve Türkmen boylarıyla gençlik aşısı almış Pers ve Roma uygarlıkları savaşıyordu.

Alp Aslan Türk değil, bir Müslüman’dı. Kürt ulusuyla değil, Kürtçe konuşan şafilerle veya Bizans’ın sürekli baskı altına aldığı Ermeni’lerle, o zaman da Ermenilik şimdiki gibi bir ulusu değil, bir kiliseye bağımlılığı ifade ediyordu, ittifak yapmıştı.

Alp Aslan’ın Türk ulusundan olduğu, bu günkü gerici Türk milliyetçiliğinin uydurduğu bir yalandır. Alp Aslan Pers Uygarlığının bir hükümdarıdır.

Ne Selçuklular ne de Osmanlılar bir Türk devleti ve imparatorluğu değildi. Bunların Türk devleti olduğu Türk milliyetçiliğinin, gerici milliyetçiliğin bir uydurmasıdır. Çünkü o zamanlar Türk ulusu yoktu. Türk ulusu yüz yıldan az bir süre önce ortaya çıkmıştır.

Yavuz da bir Türk değildi. Roma ve Bizans’ın devamı olan “Deleti Ali”nin bir hakimiydi. O devleti ele geçirmiş ve o devlet tarafından ele geçirilmiş, Oğuz boylarının aşısıyla bir yeniden doğuş yaşayan Bizans’ın bir hükümdarıydı. Kürtlerle değil, İran Şiiliği karşısında, komün geleneklerini Şafiilik biçiminde savunmaya geçmiş Kürt komünüyle, ona otonomi vererek ittifak yapan bir antik uygarlık yöneticisiydi.

Şah İsmail Türk değildi. Pers uygarlığının o zamanki bir hükümdarıydı. Uygarlaşmış ve eski müttefiklerini baskı altına alan Osmanlı’nın ezdiği Alevi Komünü ile ittifak yapıyordu.

Tarih gerici ulusçuluğun değil, demokratik ve sosyalist tarihçiliğin penceresinden böyle görülünce, Türklerin ve Kürtlerin birbirinden kız alıp verdikleri için birbirini kesmediklerinin nasıl bir yalan olduğu daha iyi görülebilir.
*
Gerçekten demokrasi ve demokatik bir çözümden mi söz ediliyor?

Demokrasi ve demokratik çözüm her şeyden önce demokratik bir tarih bakışı ve tarihin demokratik olarak anlatılmasını gerektirir. Demokratik bir tarihin ilk önermesi ise, ulusların tarihi olmadığı ve ulusların tarihi olduğunu söylemenin gerici ulusçuların bir yalanı olduğudur.

Bu yapılmadan atılacak her adım, gerici ulusçuluğun yeniden üretilmesi ve güçlendirilmesi anlamına gelecektir ki yeni kanlı çatışmaların tohumlarını içinde taşır.

15 Ağustos 2009 Cumartesi
------------
http://www.koxuz.org/

15 Ağustos 2009 Cumartesi

Amerika’da Çocuklar Açlık İçinde!




Sevra Kurtuluş
sevra.kurtulus@gmail.com

Bir ”bolluk” ve ”refah” ülkesi olarak dünyaya ilan edilen Amerika’da açlık ve sefalet had boyutlara ulaşmış bulunmaktadır. Toplumun tüm kesimlerini saran yoksunluk en fazla da çocukları etkiliyor. Amerika’da günde bir öğün yemeğe muhtaç durumunda olan yüzbinlerce çocuk bulunuyor.

Açıktır, dünyanın değişik bölgelerinde işgalden işgale koşan Amerikan emperyalizmi, her gün zenginliklerine yeni zengillik katarken, kendi ülkesindeki ”açlık ve sefaleti” gidermek için hiç bir şey yapmıyor. Bu ülkedeki ”açlık ve yoksulluk” öğle bir safhaya ulaşmış ki, toplumun büyük bir kesimi ve özellikle çocukların yüzde 25’i açlık sınırlarının altında yaşıyor ve bu sayı giderek büyümektedir.

Bu bilgileri, geçenlerde elime geçen bir rapordan öğrendim. Rapor, Duke Üniversitesi tarafından hazırlanmış. Raporda, ” Amerika’da yoksul çocukların sayısı dramatik bir şekilde büyüdüğünü” yazıyor. Devamla:

” Ekonomik kriz aileleri dağıttığını, yükselen boşanmalar sonucu, çocuklar ya anneleriyle, ya da babalarıyla tek başlarında, zor ekonomik koşullar altında yaşadıklarını” belirtiyor.

Raporun verdiği bilgiler önemli, ama benim için daha önemli olan, Amerika’daki ekonomik krizden kim, hangi ailelerin etkilendiğidir.

Kendim yapmış olduğum araştırmalarda, Amerika’da ”açlık ve sefalet” içinde olan aile çocukların genellikle ”Afro-Amerikan” ya da ”Latin Amerikalı” aile çocuklarından oluştuğu gerçeği ortaya çıkıyor. Bunun bir tesadüf olduğunu sanmayın. Emperyalizm, aynı zamanda ırkçılık ta oluyor. İstediğiniz kadar Afro- Amerikan bir lider seçilsin (Barak Obama misali), bu, ülkedeki ırkçılık, yoksulluk, haksız gelir dağılımı ve farklı yaşam koşullarını değiştirmiyor. Değiştirmez.

Evet, emperyalizm, aynı zamanda, ırkçılıktır. Irkçılık, çoğu zaman ”iç-ırkçılık” ve ”dış-ırkçılık” olarak kendini göstermektedir. Emperyalizmin Irak, Afganistan, diğer bölge ve zayıf halkalardaki komprador burjuvazi ile geliştirdikleri ırkçılık, dış-ırkçılık oluyor; bir de kendi ülkelerinde sürdürülen ”iç-ırkçılık” var. Bunlar emperyalizmin yasaları oluyor. Böyle işliyor.

Örnek olsun, Irak’ta, Ebu Ğreyb Cezaevi’nin işkence hücrelerinde çocuk ve yetişkinlere yapılan zulüm, aynı zamanda emperyalizmin yarattığı ”ırkçı bir zihniyetle” bütünleşerek vahşilik bir hale dönüşüyor.

Keza Amerika’da, Afro-Amerikan ve diğer etnik yurttaşların çocuklarına yapılan polis vahşeti, aynı madalyanın bir başka yüzünü oluşturuyor.

Evet; Amerika’da çocuklar açtır. Sefildir. Doğrudur. Ama doğru olan bir başka nokta da; emperyalizmin işgal ettiği, abluka altına aldığı tüm ülkelerde de yüzbinlerce aile ve çocuğu da aç ve sefaletle yüz yüze bıraktığı gerçeği vardır…

Duke Üniversitesi, Amerika’daki açlık içinde olan çocukları araştırması takdire değerdir. Ama yeterli değildir. Duke Üniversitesi, Amerikan emperyalizmin, Irak, Afganistan ve dünyanın başka bölgelerinde yarattığı aç, sefil, kolsuz, bacaksız, ailesiz… ne kadar çocuk varsa ve bunları da araştırırsa çok daha verimli bir çalışma yapmış olacaktır!

--------------------

Yararlanılan kaynaklar:

1-Faiz Cebiroğlu: Amerika’da Evsizler makalesi
2-Duke Üniversitesi, Amerika’da çocuk gelişimi raporu.

14 Ağustos 2009 Cuma

DİL ANLAYIŞIMIZDAKİ CİDDİ SIKINTILAR


”Aylar önce TDK Başkanı Sayın Ş.Halûk Akalın'ın ısrarla belirttiği: "Yoksullaştırılan dilimizi zenginleştireceğiz." yollu açıklamalarının neler getireceğini merakla beklerken bir de baktık ki birçok ad tamlaması ve sıfat tamlamasını madde başı yaparak dilimize katkıda(!) bulunmuşlar. Bir ilkokul öğrencisine bu görevi verselerdi Türkçeye onlardan daha fazla katkıda bulunurdu aslında...”

Nuri Sağaltıcı
nurisagaltici@hotmail.com

Tanzimat'tan beri, hatta daha önceki dönemlerden beri Türk aydını dil konusunda şaşkın ördek gibidir. Bir yandan kendi dilinin derdine düşmüş, bir yandan da Arapça ve Farsçadan aldığı binlerce sözcüğe kendi dilinin öğeleri gibi bakma çelişkisini yaşamıştır. "Biz bunları Türkçeleştirdik." gibi basit ve mantıkdışı bir yol izleyerek bir tür savunma mekanizması geliştirmiştir. Kendi dilini işleyemediği ve onu geliştiremediği için duyduğu ezikliği bu yoldan kapatmaya çalışmıştır. Fakat dillerin zenginliği konusu açıldığında da aynı açıklarını övünç kaynağı saymıştır. Bugünkü aydınlarımızda bu anlamda değişen bir şey yok aslında.Türk Dil Kurumu'nun son yıllardaki çalışmalarına baktığımızda bunları düşünmemek olanaksız diye düşünüyor insan.

Sanal ortamda dil sevdalılarına sundukları sözlük anlayışı, aslında bu söylediklerimizi destekler niteliktedir. Bu kurumda söz sahibi olan pek çok insanın dil konusunda ne kadar yetersiz olduklarını da gözler önüne sermektedir.Eski bir yazımda eleştirdiğim "chat" sözcüğünü önce özgün biçimiyle "chat" diye yazıp sonra "çet" diye değiştiren, daha sonra da her ikisini sözlükten kaldırıp başka bir maddeye gönderme yapıp "söyleşi,sohbet,yarenlik,gevezelik etmek" biçiminde açıklamak ancak bugünkü TDK'nin sağlayabileceği bir başarıdır. Bu sözcük halk arasında "chat" biçiminde yerleştikten yıllar sonra ayıkmak ve bu sözcüğün doğru yazım biçimini tam olarak kestirememek ancak bizdeki TDK gibi bir kurumun yeteneği olabilirdi.

Aylar önce TDK Başkanı Sayın Ş.Halûk Akalın'ın ısrarla belirttiği: "Yoksullaştırılan dilimizi zenginleştireceğiz." yollu açıklamalarının neler getireceğini merakla beklerken bir de baktık ki birçok ad tamlaması ve sıfat tamlamasını madde başı yaparak dilimize katkıda(!) bulunmuşlar. Bir ilkokul öğrencisine bu görevi verselerdi Türkçeye onlardan daha fazla katkıda bulunurdu aslında. Çünkü sözlükte Türkçedeki bütün ad tamlamalarını ve sıfat tamlamalarını toparlayamamışlar. Bu mudur dile katkınız sayın dil uzmanları?

Eski birkaç yazımda eleştirdiğim ve yine TDK sözlüğünde "bileşik eylem" gibi gösterilen "yol almak, cevap vermek,soru sormak, önem vermek, bilgi vermek..." sözcükleri de Türkçeyi yapay yoldan geliştirmenin bir başka örneğidir. Adamakıllı oturup Türkçenin asıl sıkıntılarına çözüm bulacaklarına yapay yollar keşfederek günü kurtarmak Türkçeye katkı mıdır?

Türkçenin onca yazım sorunu, okul kitaplarında defalarca dile getirilen onca çelişki varken bunlarla uğraşmak ancak çelişkilere bir yenisini ekler.TDK'nin Türkçe Sözlük'ünde maddebaşı yer alan "açık hava sineması, adres defteri, bira bardağı, Arap alfabesi, oy sandığı..." gibi son derece komik ve bilimdışı örneklerle sözlük hazırlanmayacağı açıktır. Örneğin, "oy sandığı" tamlamasının yanına "çeyiz sandığı, eşya sandığı, portakal sandığı, mandalina sandığı, muz sandığı, elma sandığı, armut sandığı" gibi örneklerle sürdürseydiniz, Türkçemiz daha çok gelişirdi, değil mi? "Bira bardağı" nın yanına "çay bardağı, kola bardağı,süt bardağı, su bardağı, rakı bardağı..." eklenebilirdi aslında niye acele ettiniz sözlüğü hazırlarken. Biraz daha düşünemez miydiniz, Türkçede örnek mi yoktu aşkolsun!

Dil Derneği Başkanı Sayın Sevgi Özel'in TDK'nin "Türkçe Sözlük"üyle ilgili eleştirisindeki düşüncelere bu anlamda katılmamak olanaksız. Dil, kişisel çekişmelerin ve makam sevdalarının tatmin edileceği bir alan değildir, toplumun malıdır. Bu bilinçle dile sarılmak, önyargısızca dile yaklaşmak zorundayız. Yanlış nereden gelirse gelsin yanlışı eleştirmek, doğruları da sonuna kadar desteklemek her yurttaşın görevidir.Türk Dil Kurumu, bir devlet kurumu olarak üstlenmesi gereken ciddi görevinin farkında mı acaba? Biraz daha bilimsellik ve ciddiyet lütfen.

---------------------
http://www.nurisagaltici.blogspot.com/

12 Ağustos 2009 Çarşamba

Empati

“Dünyanın her yerinde ”ötekileştirme” kültürü egemendir. Egemen sınıfların yarattığı bu kültürü aşmanın yolu da empati ile olabilir. Sorunlar karşısında empati yaptığımız ölçüde sorunu algılama, analiz etme ve çözüm üretme olasılıkları da artacaktır...”

Salim Turgut
turgutsalim@hotmail.com

Empati, kendini karşındaki kişinin yerine koyup onun gibi düşünüp, onun gibi hissedip onun gibi yaşayabilmedir. Egemen kültür tarafından ötekileştirilenlerin yerinde hissedebilme, kendisini onun yerine koyabilme kültürüdür.

Ötekini anlayabilmek sorunların çözümünün de anahtarıdır. Kendimizi ötekinin yerine koyduğumuz ölçüde ötekini anlayabiliriz. Ötekini anlayabilmek, aynı zamanda bir demokrasi kültürüdür de.

Dünyanın her yerinde ”ötekileştirme” kültürü egemendir. Egemen sınıfların yarattığı bu kültürü aşmanın yolu da empati ile olabilir. Sorunlar karşısında empati yaptığımız ölçüde sorunu algılama, analiz etme ve çözüm üretme olasılıkları da artacaktır.

Güney Afrika’da Zenci, Amerika’da Kızılderili, İsrail’de Filistinli, Arap ülkelerinde Yahudi, İran’da Sünni, Arabistan’da Şii, Hiristiyan ülkeler de Müslüman, Müslüman ülkeler de Hiristiyan, dindar ülkelerde dinsiz, Bulgaristan’da Türk, Türkiye’de Kürt olabildiğimiz ölçüde ötekini anlayabiliriz. Aksi takdirde azınlıkların baskı gördüğü yerde çoğunluk kültürünün hegemonyasında yaşadığımız sürece ötekini anlama şansımızda olmayacaktır.

Ülkemizdeki sorunların temelinde de empati kültüründen yoksunluk yatmaktadır. Özgür olanın mahpusu, açın toku, zenginin fakiri, patronun işçiyi, güçlünün zayıfı, son model lüks bir arabaya binenin toplu taşımaya bineni, zengin bir muhitte oturanın varoşlarda oturanı, Milliyetçi Türk’ün Kürt’’ü, Kürt’ün ulusalcıyı, Sünni’nin Alevi’yi, Alevinin Sünni’yi, laik’in türbanlı’yı, dindarin ateist’i anlamadığı, onun gibi hissedip yaşamadığı sürece sorunlara çözüm getirme olasılığı da ortadan kalkıyor. Çünkü herkesin öncelikli sorunu ve sürece bakışı değişiyor.

Varoşlarda oturan biri başını sokacağı bir evin hayalini kurarken, zengin mahallesinde oturan biri ise yat kat ve son model araba ya da yurt dışı gezisinin düşünü kurmakla meşguldür. İnsan yaşadığı koşullara göre hayaller kurabiliyor.

Yaşanılan koşullar düşünce yapısının şekillenmesinde de belirgin bir rol üstleniyor. Dünyayı algılamak ve yorumlamakta çevre inisiyatifini koyuyor. Herkesin istem, talep ve ütopyaları da çevresel koşullara göre değişebiliyor. Yaşam koşulları hayalleri ve ütopyaları da ona göre kurgulatıyor. Empati kültürü de işte tam burada ortaya çıkıyor. Kendimizi ötekinin yerine koyabildiğimiz ölçüde karşıdakini anlama şansımızı artırıyor. Aksi takdirde herkes yaşadığı koşullara göre düşünmek ve düşlemekle kalacaktır. Ötekini anlayabilmek, ötekinin koşullarını ve istemlerini anlayabilmekten ve kendini ötekinin yerine koyabilmekten geçiyor. Kendini ötekinin yerine koyabilmek için de ötekinin koşullarını bilmek, onun gibi hissedebilmek gerekiyor. Ötekinin koşullarını bilip onu hissedip onu anlayabilmekte çözüme ilişkin adım anlamına geliyor.

Empati birçok sorunun çözümünün de anahtarı konumunda…

Türkiye’de Kürt, Kürt illerinde Türk; ırkçıların yanında Ermeni, Ermenilerin yanında Rum; askerin yanında gerilla, gerillanın yanında asker; şehit anasının yanında gerilla anası, gerilla anasının yanında asker anası; Misyonerlerin yanında Müslüman, Müslümanların yanında Hiristiyan; Sünni’nin yanında Alevi, Alevinin yanında Sünni; türbanlının yanında laik, laik’in yanında türbanlı; ateistin yanında dindar, dindarın yanında dinsiz olabilirsek, kendimizi ötekinin yerine koyabilirsek yani empati kültürünü geliştirebilirsek sorunlarında çözümüne büyük oranda katkı sunmuş oluruz.

10 Ağustos 2009 Pazartesi

Remzi Aydın ile Söyleşi(I)

”Ateşte Semah Dönenler” ve yazarı ”Remzi Aydın ile Söyleşi”(1)

Fatma Ataseven / f_ata1@hotmail.com

“El sussa gül konuşur
Gülü alınca
Elin bir diyeceği olur”

”Ateşte Semah Dönenler”
16 yıl sonra toplumda devam eden suskunluk nedeniyle sessizliği bozmak için yazılmış…Bazı şeyleri yazmak zordur, birde yazılacak olan acı ise ;dili susar, eli yazmaz insanın. Acının ne dili vardır ne de kimliği , tüm çıplaklığı ve saflığı ile acıdır işte. Hele de, bu acı ;şairlere ,yazarlara ve de çocuklara ait ise yazarın işi hepten zordur.

İnsanlık tarihinin en aşağılık şiddet biçimi çevrilmiş gencecik fidanlara ve yazar kendi iç dünyası ile ,gerçek dünya ve düşlediği dünyayı yüreğinde birleştirip yaşanan olaya uygun yeni bir dil icat ederek ,yeniden doğmuş ,”yaşamak ,yaşatmak ve yeniden üretmek düşüncesi ile Ateşte Semah Dönenler’le yol’a çıkmış. Bu kitap insanın insanlığa yürüyüşüdür. Günümüzde tüm insanlığın hareket biçimleri kapitalizmin güdümünde ve ipotek altında iken ; Yazar , kendine başka bir yürüyüşün yolunu çizerek yazmış Ateşte Semah Dönenler’i.

Dörtyüz yıl önce savaşı ve katliamları yapanlar , aynı zamanda kıyımı izlence haline getirmeye çalışıyorlar. İkilemlere takılmadan yazar ne o katliama ,kıyıma bizzat maruz kalmamanın riyakar “güvenlik duygusuyla” ne de “ gül atma sendromuyla” yaklaşan seyirci ile ilgileniyor. Çünkü her ikiside bir süre sonra unutuyorlar. Ateşte Semah Dönenler , geçmişten uzanan uzun bir yolun ömrünü uzatarak unutturmamanın ve hatırlamanın yeni bir yürüyüşünü başlatıyor. Kalıplaşmış şiddet söyleminden farklı birebir insan gerçeğiyle içimizi üşütüyor kimi zaman , yüreğimizi yerinden sökecek kadar da acıtıyor Pirsultan’dan Madımak yangınına bir yolculuk, ölümsüzlüğün yürüyüşü. Sivas katliamında olanlardan daha fazlasını anlatan bir yürüyüştür bu , hafızaları tazeleyen , Madımak unutulsun ,yok olsun ,hatırlanmasın diyen kapitalist sisteme karşıda bir yürüyüştür . Semah gibi, özgürce dünyayı dönenlere sunulmuş bir yazıt, Ateş , Prometeus’un zorla ele geçirdiği, insana yasaklanan “ateştir” aynı zamanda. İnsanlar farkına vardıkları zaman çok üzüleceklerdir , zira insanlık kendileri için zindan yatanları, kendileri için özgürlük mücadelesi verenleri , Pirsultan’dan Madımak’a katletmiştir.

Bu süreci anlatacak bir dili yaratmak çok zordur. Din ve Allah adına işlenen cinayetlere , katliamlara , arkasındaki karanlık güçlere ,görünmez yüzlere karşı bir yürüyüş , insanlık dışılığı ve aşağılık şiddete karşılık İNSANI temel alan özgün ve yalın bir eser. Ateşte Semah Dönenler’i okuyanlar acıyı ,vahşeti, ikiyüzlülüğü iktidar hırsının insanda yaratığı açgözlülüğü görecekler ,aynı zamanda her şeye rağmen küllerinden yeniden doğup onurlu ve başıdik kalabilmeyi de okuyacaklar.

Evet 2 Temmuz’u bilmeyenlere anlatmak ,unutanlara hatırlatmak için :Ateşte Semah Dönenler’i yazmış Sevgili Remzi Aydın. Bizde hem kitap dan hem de yakılanları ,yitirdiklerimizi konuştuk Onları anarak, Onların anısına…

- Fatma Ataseven: Sizi “ Göçebe Ruhlar" romanı ile tanıdı okuyucu, sonra "Gölgesiz Bedenler ", "Sahipsiz Çığlıklar " ile Doğa -İnsan ve Tanrı temelinde bir 3`lemeyi tamamladınız . Önceki sohbetimizde konuşmuştuk : "Benim çocuklarıma borcumdu. yazarak borcumu ödüyorum" demiştiniz. Bu kitaplardan sonra da borcunuz devam ediyor sanıyorum , bu borcunuz kimlere karşı ?


-Remzi Aydın: Borcum tüm insanlığa ve kendi insanlarıma karşı. Ama en önemlisi kendi benliğini, özünü, kültürünü, inanışını, felsefesini, doğa ve insan sevgisini yavaş yavaş yitirenlere karşı.

Daha öncede defalarca söylediğim gibi; çocuklarıma karşı borçluyum. Çünkü onlar benim atalarım beni yarına taşıyacak tek varlık. Eğer beni geleceğe taşıyacaklarsa beni, felsefemi, düşüncelerimi, yapımı tanımaları gerekir. Ben öyle yapıyorum atalarımı tanımaya çalışarak onların çocuğu aynı zamanda atası olarak geleceğe taşımaya çalışıyorum. Belki de bu şekilde ölümsüz olacağıma inanıyorum, bedenen ve ruhen insanın ölümsüzlüğünü kanıtlamaya çalışıyorum.

-Fatma Ataseven: Ateşte Semah Dönenler’i yazmak için suskunluğunuzu ne zaman bozdunuz ? Başlangıç nasıl oldu, arada geçen zamanda neler yaşandı ve kitabı yazdığınızda neler hissettiniz ? Bu kadar iyi bir kitap olduğundan emin oldunuz mu ? Kitap hakkında genel bir bilgilendirmede bulunur musunuz?

-Remzi Aydın : Aklımda Madımak ile ilgili bir çok soru vardı belki birazda acı vardı. Bu romana ilk başladığımda Hallac-ı Mansur, Pir Sultan ve İmadeddin Nesimi arasındaki dostluk vardı fakat sonra Madımak’ta yanan insanları, onlardan ayırt etmemem gerektiği yerleşti yüreğime. Üç yıla yakın bir çalışma ve her gün bu kitapla ilgili okuma, yazma, araştırma, gezi ve incelemelerde bulundum. Üç yıl boyunca her gün cehennemde nasıl yanılacağını öğrendim ve ben üç yıl boyunca Madımak’taydım.Kitabın iyi bir roman olup olmadığına ben karar veremem, her okuduğumda eksiklikler ve fazlalıklar buldum. Fakat son kararı bu kitabı okuyanlar verecek, en doğru yaklaşım ve düşünce onlardan gelecek.Kitap üç Ulu’nun ve zaman zaman Yunus Emre’ ninde katılımıyla Dört ulunun yaşamışlıkları, felsefeleri, onurlu başı dik mücadeleleri Ezenlere karşı tutumları kendi yaşamları, aşkları ve acıları ile başlıyor. Madımak ise onların gözü önünde gerçekleşen bir vahşet olarak gerçekleşiyor. Bu aynı zamanda onların kendi tarihleri ve 1993 ile hesaplaşmalarını da gerçekleştiriyor. Madımaktaki vahşette yanan insanların hissettikleri, yaşadıkları, devletin onlara karşı tutumları kapalı kapılar arkasında pazarlıkları, felsefi inançla da harmanlayarak aktarıyor.

-Fatma Ataseven: Sivas’a madımak’a defalarca gittiniz , 93’ten bugüne neler değişti ? Olayların ağırlığı ve insana yüklediği vicdani sorumluluk nedeniyle yeterli duyarlılık gösterildimi ? “akıl ve vicdanlardan ortak birliktelik “ yaratıldımı ? yoksa her şey sözde mi kaldı ? 16 yıl sonunda ekranda görüntülerin , ekranlar ve basın vd. iletişim araçları ile izleyici ve okuyucuya ulaşılırken “ izleyiciyi “ olayın içine mi çekiyor , dışına mı itiyor.? Yani yıllardır madımak müze yaptırılamış ve kebapçı güç bela kapanmış ise aklı selim bir toplumdan söz etmek mümkün mü ? olayın daha çok “yabancılaşma duygusu “ yarattığını düşünüyorum .Siz bu konuda ne düşünüyorsunuz?

-Remzi Aydın : Evet Sivas`a defalarca gidip geldim, Madımak`ın sokağında hatta içinde defalarca dolaştım. Gecenin bir karanlığında duvarın altına oturup camlarına baktım, bir ses aradım bir feryat, herhangi birşey. Sonra Banaz`a gittim, Yıldız Dağına, Tavas geçidine Buruciye medresesini ve Sivas`ı adım adım gezdim.

Daha önceki Anma törenlerine de katıldım fakat bu sefer benim için farklıydı nedeni ise yazdığım roman ve bu süreçte bana yaşattıkları. Bir başka yürüdüm Sivas`ın sokaklarında. Madımak`a bir başka baktım o günlerde duyamadığım feryatları bu sefer duydum ama Sivas`ın sokaklarında değil, yakılanların yakınlarının yüreğinde. “Biz bunlarla nasıl kardeş olalım, kızımı yaktılar” diyen annenin feryatlarını hissettim ve duydum. Kardeşinin feryatlar içinde yanışını yaşayan bir abinin gözlerinde feryatlar asılıydı.

16 koca yıl unutulur diye beklendi umut edildi ama bu sefer farklı bu sefer kızılbaşlar bu acıyı unutmayacaklar ve unutturmayacaklar. Değişen tek şey kızılbaşların bilenen yürekleri fakat başkada değişiklik gözlemleyemedim. Sivas`lılar eylem bitene dek tül perdelerin arkasından ve balkonlardan yürüyüşü izledi. Sokağa çıkmadılar belki de olaylar çıkacak diye ürktüler bilemiyorum. Eylemden sonra Sivas`ta kaldım ve birden insanların sokağa dökülüşünü izledim, kendi kendime “ bu kadar insan nereye sinmişti” diye soramadan edemedim. Bu ne demek?

Uruçide bazı olaylar gerçekleşti ve bunlar son derece üzücü. İnançları, milliyetleri, renkleri, düşünceleri nedeniyle insanlara yapılan baskı ve zulmü kabullenebilmek sessiz kalabilmek olası değil. Devler yetkililerimiz basından bar bar bağırıyor, bu katliamdır ve faillerini bulun cezalandırın. Fakat Çinlilerde şunu diyebilir, önce siz kendi katliamlarınızın faillerini bulun hatta bulmayı boşver onları milletvekili yaparak yada maaşlı memur yaparak saklayıp kollamayın. Nerede olursa olsun her türlü baskı, işkence, kısıtlama ve katliam kötüdür ve olmamalı siz yapsanız dahi öyle olmalı bunlar göreceli kavramlar değildir.

Bir arpa boyu yol alamadıysanız, tirilyonları farklı yerlere harcarken gereksiz harcarken sorun olmuyor ama madımak oteline gelince nedense bütçede para olmuyor. Hatta biraz daha ileriye gidilerek alevi işadamlarına şöyle bir teklif gidiyor; “aranızda para toplayıp madımak`ı müzeye çevirin” Yani ne demek gerekiyor bilmiyorum, yapılan katliamıda aleviler temizlemek zorunda kalacak galiba!

-Fatma Araseven: Akibeti aynı ; Üç Ulu Ozan’ın buluşması yıldız dağlarından tanıklıkları yanı sıra , vahşete “suçüstü” de yapmış oldular. Ateşte Semah Dönenler’in kurgusunda kahramanların “suçüstü” yaparak suçluların dört yüz yıl öncesindekiler aynı olduklarını deşifre etmeleri mükemmel etkileyici , suçüstü yapmak ve suçluları deşifre etmek yeterli mi ?

-Remzi Aydın: Aslında üç ulunun gözüyle tüm Dünyanın suçüstü yaptığını görmek olası. Medya, görsel ve yazılı basının sekiz saatlik naklen yayını bir suçüstü değil mi? Yinede evet bir suçüstü var, vicdanlarda yaşanılan bir suçüstü...Fakat suç üstü yapmak yeterli mi bunu bilemiyorum. Çünkü suç üstü olmasına rağmen bu katilleri; koruyan, savunan, onları cesaretlendiren, yeşil sevaplarını ve yalancı cennetleri onlara sunanlar henüz yargılanmadı, ifşa edilmedi. Ne zamanki o dönemim yöneticileri yani erkleri bu olaydan dolayı yargılanır ve cezalandırılırsa o zaman diyeceğiz ki evet suçüstü yapıldı ve suçlular yakalandı. Bahsettiğim suçlular; sivasta simit satarak, ayakkabı boyacılığı yaparak, inşaatta çalışarak geçinmeye çalışan zavallılar değil. Bu olayı tam anlamıyla sahneleyenlerden bahsediyorum. Bu olaydan sonra palazlanan ve birileri tarafından beslenenlerden bahsediyorum, maşalarla işimiz yok.

-Fatma Ataseven : Hallacı_Mansur ,İmadeddin Nesimi ve Pir Sultan Abdal’dan geçip gelen bir yolun Sivas Kıyımı’yla önü kesilmeye çalışılıyor .”En İyi Alevi Ölü olandır “ mantalitesi ile hareket etselerde , ‘yolun sona erdiği yerde yeniden yola çıkan’ı göstermeye çalışıyor kitabınız . Üç Ululara ve özellikle Pir Sultan’a bir göndermeler dikkat çekici , “dostun attığı gül” kavramı ve “yol”un belirlediği kurallarlar ve kurgularla ilerliyor hakk’a yürüyüş ve bu yürüyüşün imtihanı , Neden Ateşte Semah Dönenler ?

-Remzi Aydın : Semah bir ritüel ama tüm ritüellerin tek amacı var gerçekliğe ulaşmak için kullanılan sembolik tavır. Semahta gerçekliğe ulaşılmak için gerçekleştirilen ama her davranışın felsefi derinlikleri olan bir ritüel. Tüm evrenin ve canlıların dünyanın dönüşümü ile semah döndüğü düşünülürse, semah aynı zamanda insanların farkında olmadıklar ama sürekli yaptıkları bir ritüel.Ateş ise kutsal bir terim. Ateşin sembolik görüntüsünün altında çok daha farklı anlamlar gizli. Gizli olan ise bulunmak isteyen bir çığlık sahibidir. Beni bul lütfen diye feryat edendir. Ateş yaşamdır, temizleyendir, suçlu ve suçsuzu ayırt edendir. Ama bu ateş Madımaktaki benzin bidonları ile oluşturulan alevde değildir. İnsanların yüreğinde yanan alevden bahsediyorum.Anka kuşu mitolojisini herkes biliyordur. Aleviler anka kuşuna benzer, kendi alevinden kendi külünden yeniden doğabilir yeterki şartlar o şekilde gelişsin. Kalender Çelebi, Baba İlyas, Seyyid Battal Gazi gibi olaylar bunu defalarca kanıtladı. Son olarak ta Sivas kendi küllerinden alevi bilincini yeniden oluşturmaya başladı. Tabi böyle durumlarda AKBABA sayısı çoğalır, payelenmek isteyenlerin, siyasi ve mevki güç isteyenler hemen sahnede yerini alır. Bunlara karşı dikkatli olmak gerekir, bu tür yani açıkcası sistemin attığı artıklarla geçinen akbabalar uzak tutularak bu doğumu kutlamak gerekir. Onlara karşıda uyanık olmakta yarar var..

-Fatma Ataseven : Ateşte Semah Dönenler , sadece “yangın”ı çıkaranlara karşı bir tepki mi içeriyor, yoksa tepki alanına “yangın”ı görmezden gelen, unutan aydınlar, politikacılar ve yitirilenlerin üzerinden “prim” sağlamaya çalışanlar da dahil mi?

-Remzi Aydın: Yangın ne ilk ne de son olacak. İnsanlar sessiz kaldıkça, korkup sindikçe, tül perdelerin arkasına gizlenerek izledikçe, ateşi yüreğinizde hissetmedikçe bir gün sizi de yakacaktır. Ateşin bir özelliği de bu dur, elinize bir damla su alıp onu söndürmeye gayret etmediğiniz sürece genişleyerek yayılan seyirlik bir linç kültürüdür. Aydınlar, politikacılar, yazarlar çizerler adına ne derseniz deyin hatta kendini insan sayan herkes bu acıyı teninde hissetmeli. Duyarsızlık ve korku eline benzin bidonunu alanlara verilen bir destek ve cesarettir. Birde “yol düşkünleri” dediğimiz kesim var ki onlar, kendi, kültürlerini, inançlarını felsefelerini pazarladıkları gibi iyi fiyat veren olursa bedenlerini ve çok yakınlarını da pazarlayabilirler. Öylelerini medyada görmek mümkün. Kendilerine yeni göynek bulup tüm toplumunun görüntüsünü başka gömlekler içinde yok etmeye çalışan bu kişilere tarih ve toplum gerekli dersi verecektir. Şimdilik sistemden ve bazı yerlerden beslenmeye devam edecekler ama bu devranın hep böyle dönmeyeceğini umuyorum. Kaldı ki sistem onlarla işi bittiğinde zaten onların kafasını koparıp atacaktır. Bunu bilmek için tarihte bir çok satılmış adamın hayatını incelemek yerinde olacak.

Abant Platformunu hatırlamakta yarar var. Alevi olduğunu hatta alevi lideri olduğunu söyleyen kişiler açıkça pazarlık yapıp “yollarını” satma kararlılığına devam ettiler. Daha öncede siyasi partilerden paralar alarak onları desteklediklerini söylemişlerdi. En acısı da madımak olaylarında başbakan olan ve bence birinci derecede sorumlu olan insanı ve sonraki adalet bakanının partisini destekleme gafletinde dahi bulundular. Bu kadarına pes detirtecek kadar fütursuzca davranışlarda bulunmaktan çekinmediler, hala da bir ucu Amerika da diğer ucu ülkemizde olan örgütler ve örgütlenmeleri övücü açıklamalar yapmaktan çekinmiyorlar.

-Fatma Ataseven: Yer Sivas. Tarih 2 Temmuz 1993. Madımak Oteli. Pir Sultan Abdal Derneği ve Kültür Bakanlığı’nın düzenlediği Pir Sultan Abdal Kültür Şenliklerine davetli olarak Sivas’a çağrılan aydınlar, yazarlar, şairler, düşünürler, karikatüristler, halk ozanları, folklor ekibi halkı aydınlatmak ve üretimlerini toplumla paylaşmaya gelmişler. Yüreklerinde kırmızı karanfillerle, dillerinde sevgi ve kardeşlik sözcükleriyle. Onlar dostluk için gelmişlerdi. Ozanlar kenti Sivas’ta düşmanlık, kin, nefret ve ölüm buldular. Ve Sonuç: Madımak Hala Yanıyor, Madımak Türkiye’yi Yakıyor... “Madımak Oyunu” olarak anlattığınız bir bölüm var “Ateşte Semah Dönenler” de oyunun gerçek yönetmeni sizce kimler ?

-Remzi Aydın : 8 saat naklen yayın ile insanlar yakıldı. Dünya kamuoyu ve türk kamuoyu bunu izledi. Devletin başbakanı; “Şükür yakanlara bir şey olmadı (Halkımıza)”, Cumhurbaşkanı, “polis ile halkımız karşı karşıya gelmemiştir” başka bir parti başkanı,” abartılacak bir şey yok futbol maçında da bu kadar insan ölebilirdi” dedi. Yani Devletin başındaki güçler böyle bir tavır koyabiliyorsa sonuç ne olabilir. Adalet bakanı olacak zat katliamcıları ceza evinde ziyaret ederek onların avukatlığını yaptı. Gazanız mübarek olsun diyen katili milletvekili yaparak dokunulmazlık zırhıyla korudular. Devletin kadrolu elemanı olan ama hala yakalanamayan insanlar var, hatta özel yasalar çıkarılıp serbest bırakılmaları yönünde ciddi girişimler oldu. Hemen arkasından her zamanki perdenin arkasına saklanıverdik; “dış mihraklar” yaptı. Ne demek yahu, dışardan yirmibin yabancı gelip katliammı yaptı..? Peki “Allahuekber, cumhuriyet burada kuruldu burada yıkılacak, Tek yol islam, Yakın ulan kızılbaşları” yabancıların attıkları naramı? Provokasyon ne demek? Kim proveke etti bu halkı ve nasıl becerdi bunu? Koca devlet nedense bu provakotörleri bir türlü yakalayamıyor. Bahriye, Muammer, Uğur, Abdi, Hrant ve yüzlerce aydın, yazar öldürüldü hani suçluları hani provakötörler? Suçlu kim, bu halkı yüzyıllardır cahil bırakıp köleleştiren herkes. Suçlu kim? Sinip saklanan ve bunlara göz yumanlar? Suçlu bu halk başka yerde aramanın mantığı yok, suçlu cehaletin ta kendisi. Çünkü birileri bu insanların tüm Dünyalıklarını talan ederken aynı zamanda onlara karşılığında cenneti sunuyor. Oysa cennetin yolu katliamdan geçmez bunu bile sorgulayamayan halk suçlu. Bu halkı bu hale getiren herkes ama herkes suçlu.Bu ülkede ve diğer ülkelerdeki karmaşalardan ve katliamlardan kimler para kazanacaksa onlar suçlu ama buna izin veren halkta onlar kadar suçlu.
- Fatma Ataseven: “gazanız mübarek olsun” diyerek kitleyi devlete karşı isyana teşvik eden ,”yönetmen yardımcısı “ ve Madımak Katliamında kalabalığı kışkırtan Sivas Belediye Başkanı Temel Karamollaoğlu ,Madımak sanığı olarak yargılandığı süreçte 1994 yılında Refah Partisi’nden milletvekili seçildi ve “dokunulmazlık zırhına kavuştuğu” için hakkında hiçbir işlem yapılamadı. Refah Partisi kapatıldı, Saadet Partisi’nde kaldı. Şu anda milletvekili değil. Katliamdan ceza almayan BU KİŞİ tekrar yargılanabilir., Hukukçu değilim fakat “devlete karşı suç işleyenler” ile insanlık suçuna giren “belli bir kitleyi kundaklama yoluyla ölüme terk edenlerin” eylemlerinde zaman aşımı yok , demokrasinin içselleştirilmesi ve vicdanların huzuru için yeniden yargılanmaları gerekmez mi ? bu vesile ile halen otel hizmeti veren madımak piyasa değerinin üstünde fiyat belirleyip ,devlet yetkililerinin “ÇOK PAHALI” gibi abuk ve utanç verici mazeretlerinide mahkeme karar verip Alevi kurumlarına intikalini sağlayabilirler öyle değil mi ?

- Remzi Aydın : Temel Karamollaoğlu şu andada Almanyada İmamlık yapan biri. Son duyumlar ve bilgiler o yönde. Onun arkasında namaz kılarak nasıl temiz kalabilir insanlar anlamak zor. Devlet gelip geçici bir kurum değildir, hükümetler gelip geçicidir. Dolayısı ile suçlular bir şekilde yakalanabilmeli, cezalandırılmalı ki bir daha bu işe yeltenenler şunu bilmeli, devletin erkleri bizi himaye edip koruma altına almayacak. Eğer siz kendi ülkenizde bazı katliamlara göz yumarsanız diğer devletler nazarındada inandırıcılığınız kalmaz herkes önce kendi evine temizlemeli sokağını temizlemeli sonrada diğer sokakların ve evlerin temizliğine yada kirliliğine müdahale edebilmeli. Eviniz kirliyken komşunuza kirliliğinden dolayı söz söyleme hakkınız yok.

-Fatma Ataseven: Bu çok zor değil bana göre , sadece gerçekten Laik, Demokratik, Sosyal, Hukuk Devleti dediğimiz bir devletin bütün kurum ve kuruluşlarıyla var olması gerekiyor. Ve görevini vesayetten uzak yapması yeterlidir. 1993’ ten 2009 ‘a geldiğimizde ,hatta 1947 ‘den itibaren bu ülke kendi halkı istediği için hiçbir kanun çıkarmamıştır. Önce Abd emperyalizmi ve sonrasında devam eden AB kuşatması ile “ ele geçirilmiş bir devlet” var. Yani, özellikle yürütme ve yasama anlamında ele geçirilmiş bir devlet iken artık çıkan kararlara baktığımız da yargı’nında “ele geçirildiği”ni görüyoruz Siz “Hukukun üstünlüğü” ilkesinin eşit ve adil uygulandığına inanıyormusunuz ?

-Remzi Aydın : Bu ülkede yaşayan herkes eşitliğin ne anlama geldiğini bilir. Herkes eşittir ama birileri daha çok eşittir. Mantar gibi türeyen zenginler, hükümetlere göre şekillenen kapitalistler ve işadamları eşitliğin ne olduğunu bize anlatıyor. En basiti, bu ülkede farklı inançlardan milyonlarca insan var ve hepsi bu ülkeye vergi ödüyor. Alınan bu vergilerle sadece sunniliği temsil eden yapılanma ve imamlar maaş alıyor, dinsel örgütlenme ve bilgilenmeleri sağlanılıyor. Şimdi sormak gerek; sadece bir inanca bu paraların akıtılması adil ve eşitlikçi mi? Allah ne diyor; Kul hakkıyla karşıma gelmeyin, çünkü kul hakkı benim affedemiyeceğim suçtur. Peki bu kul hakkı değil mi? Başkasının vergisiyle yüzbinlerce imama maaş dağıtılması bu ülkedeki Hıristiyan, yezidi, süryani, inançsız ve diğer inançlı insanlara karşı haksızlık değil mi?..

Remzi Aydın ile Söyleşi(II)

”Ateşte Semah Dönenler” ve yazarı ”Remzi Aydın ile Söyleşi”(2)

Fatma Ataseven / f_ata1@hotmail.com


-Fatma Ataseven: Aleviler’e Neden Kızılbaş Derler? Mum Söndürmek Nedir? Aleviler Mum Söndü Yapar mı? En doğruyu şu “ meşhur “ mum söndürme yi kaynağından öğrenmeye ne dersiniz ?

-Remzi Aydın : Farklı olan herşey bizi korkutur ve başlarız onları karalamak için elimizden geleni yapmaya bu şekildede kendimizi yücelttiğimizi sanırız. Çok basitçe şöyle düşünmek gerekir; “ben bu söylenenleri yaparmıyım” eğer yanıtınız evet ise başkalarının yapmaolasılığıda var demektir. Yani kendi yapabileceklerinizi başkasına yakıştırırsınız bu sizin zayıf noktanızdır.Ve zayıflığınızı başkasının üzerine atarak kendinizi temizlemiş olursunuz. Bu sadece şimdi yapılan bir şey değil ve ayrıca sadece bu coğrafyada gerçekleştirilen bir karalama da değil. Avrupada özelliklede Almanya, İngiltere, Fransa gibi ülkelerde de Bogomiller ve Alpigenlere karşı yapılmıştı. Amerika da kızılderililere ve zencilere karşı yapmıştı.

Gelelim Mum`a yada bizim dilimiz de Çerağ, Çıra dediğimiz aydınlatıcı ya. O tarihlerde lamba olsaydı onu söndürecektik ama yokmuş! Işık, bilgilenme, aydınlanma, gerçeklik demektir. Işık aynı zamanda yani bilim ve aydınlanma Tanrıyı temsil eder, güzelliği, temizliği ve şeffaflığı. Karanlık ise bilgisizliği ve cehaleti, örümcek beyinleri temsil eder. Aradaki farkın yaşanılması için sembolik olarak ışık söndürülür ve yakılır, yaparak yaşayarak öğrenmedir bu aynı zamanda. Fakat alevi Kızılbaşlar da ateşin çok daha derin anlamları vardır. Ateş canlıdır, yaşayandır, temizleyen ve iyinin ayırt edicisidir .

Ateş yaşamdır yaşamın kendisidir çünkü kalp odacıklardan biri ateş odasıdır, bitkilerde ateş odaları vardır, hayvanlara ise bu bitkiler aracılığı ile geçer yani güneştir. Güneş ise yaşamın kaynağıdır, aksini düşünebilirmisiniz? Tanrının nuru yani insan bir ışıktır ve ateş aynı zamanda ışığın temsilcisidir. Tüm bu güzelliklerden sonra ışığı yani gerçekliği sembolik olarak ta olsa halkına yaşatma sisteminden, karalamalar çıkarmak oldukça üzücü tabi. Aynı zamanda ışığın açılıp kapanması zıtlıklar düalizmi aydınlık ve karanlığın savaşıdır ve yakılan ışık ile aydınlık galip gelir.

Mitra’ nın iki çocuğu bu şekilde yaşatılır. Yani Ehriman ve Orimisid arasındaki savaş, bunlar iki kardeş olmasına rağmen aydınlığı temsil eden orimisid in bu savaştan galip geleceğine inanılır. Bunun sembolik ritüelidir mum söndürme. Fakat şuna dikkat edin, karanlık ve aydınlık birbirinin yaratıcısıdır, aynı karında büyüyen aynı yumurta ikiz bebektir.

- Fatma Ataseven: “halikam” kulak bunu; ister duysun, ister duymasın. Senin derini yüzdüklerinde; yerde biriken kan gölünde bile “halikam” yazılıydı. İnsan sadece cehalet nedeniyle bu zerreyi göremez ve duyamaz. Şayet zerreyi görmeyi başarabilirse, işte o zaman cümle âlemi görmeyi başarır. Bunu da efendiler istemez, o nedenle insanları kör ve sağır yapmak onların işine gelir. Bunu da maalesef “Hakikat”in adıyla yaparlar. Âlemi gören kendi zerresini görür ve anlar ki; kâinatta “halikam” diyen ne varsa tamamı O’nun zuhurudur “ kitaptan alıntılan bu parağraf da tam olarak neyi anlatıyorsunuz ?

-Remzi Aydın : Kızılbaş aleviler de kutsanmış yada kutsallaştırılmış bir çok değer var. Dağ, ağaç, su, ateş, toprak, hava, hayvan, insan, hatta göremediği varlıklar hepsi tanrısallaştırılmıştır ama tanrı değildir. Kısaca, bir vücudun organları gibi düşünün. Parmaklar, göz, kulak, ruh, yürek, kalp ve bunların birleşimi insanı oluşturur. Parmağın kesilmesi tüm organlara acı veriyor yani bütünü zedeliyor. Tüm evren tanrı tarafından tanrının özellikleri ile yaratılınca her şey de tanrısal özellikler mevcutSu canlıdır, yüreklidir, ilericidir, temizleyicidir. Ateşte canlıdır ve bir çok özelliği vardır. Her taş canlıdır ve taşta hareket vardır bu hareket sonucunda bir ses vardır. Güneşin ışınları her maddeyi etkiler ve her maddeye ses verir, genleşmede diyebiliriz. Bu nedenden dolayı doğadaki canlı ve bizim cansız dediğimiz varlıklarda da bir yaşam vardır. Ve tüm bu yaratlılanlar birleştiğinde yaratıcıyı meydana getirir oda tanrıdır.

-Fatma Ataseven: Hallac-ı Mansur`un dediği gibi;
“Cehennem acı çektiğimiz yer değildir;
acı çektiğimizi kimsenin duymadığı yerdir.” Bu sözden sonra cennet cehennem konusunda aktaracaklarınız nelerdir ?

-Remzi Aydın : Herşeyden önce şunu net olarak ortaya koymalıyım; Kızılbaş alevilerde cennet ve cehennem kavramı yoktur. Devriye vardır. İnsan ilahi kuvvetin parçasıdır ve beden eskidiğinde ruh olarak yaradanın içine girer, İnsana ölüm yoktur, insan cismen ve ruhen ölümsüzdür. Şimdi buna inanan kişinin cenneti ve cehennemi ne yapacağını bende merak ediyorum. Bana göre, ezen, sömüren, yöneten sistemin veya kişilerin insanların dünyalıklarını yani dünya mallarını talan ettikten sonra kargaşayı ve sorgulamayı engellemek için uydurdukları olmayan yerlerdir. Fakat sonsuz zenginlik, bu dünyada bulamadığın aşk, huri, sonsuz yiyecekler, parasız giysiler ve nimetler bu dünyada yaşayacağın 70 yılın karşılığında sonsuz bir süreç susmak ve susturulmak için kullanılacak en güzel rüşvet olmalı. 70 yıl sus, sorgulama, eleştirme, eziyet ve yokluk çek, hatta yokluk ve eziyetle imtihan edil, karşılığınsa sonsuz mutluluğu kazan, kulağa hoş geliyor. Hatta insanları cayır cayır yak, çırılçıplak soyarak buz nehirlerine at, fırınlarda yak, kimyasal silahlarla öldür ve bunu yaparken tanrı adına yap ve cenneti garantile, yok böyle bir şey.
Bu ilahi yaratıcının gücünü ve kendisini talan etmektir aynı zaman, şirk koşmaktır tanrıya. Ben ilahi yaratıcının bir parçasıysam ve cehennem varsa ve ateşler varsa ilahi gücün kendini cezalandırması anlamına da gelir. Bakın Kızılbaş Ozan Azmi ne diyor:

Cibrili perd ardında söyledin,
İnip Beytullaha kendin dinledin.
Bu ateşi cehennemi neylerdin,
hamamın mı var, külhancımısın?
Yüzbin tamun olsa korkmam birinden,
Rahman ismi nazil değil mi senden?
Gaffar-üz-zünüp`um demedin mi sen?
Afv et günahımı, yalancımısın sen?
Veya Kaygusuz Abdalın dediği gibi;
Bakkalmısın teraziyi neylersin,
İşin gücün yok gönül eğlersin.
Kulun günahını tartıp neylersin?
Geçiver suçundan , bundan sana ne?
Katran kazanı döküver gitsin.
Mümin olan kullar, didara yetsin.
Emreyle yılana, tamuyu yutsun,
Söndür şu ateşi sana ne...”

-Fatma Ataseven: Pirsultan’ın "Dört kardeşiz bir gömlekte yatarız / Gömlek birdir bir vücuda çatarız / Kendimizi ateşlere atarız / Ateş nedir duman nedir köz (kül) nedir" ve "Hakka makbul olmak ister halka makbul olmadan" deyişlerinden neyi anlamamız gerekir ? Kızılbaş yola girince eski hayatını geride bırakıp yeni bir hayata başlamış mı olur ? yani Kızılbaş doğulur mu , yoksa Kızılbaş olunur mu ?

-Remzi Aydın : Halkın yüreğine inemeyen hakk`ın yüreğine nasıl ulaşacak? Hakk`a ulaşan yol onun nurundan yarattığı insanlardan geçer. Doğa, evren, canlılar ne varsa hepsi yaratanın bir parçası ve bunlara davranış şekli aynı zamanda tanrıya davranışın ve yaklaşımındır. Bir taraftan insan yakacaksın, zulmedeceksin, vahşet uygulayacaksın ve sonra onun en iyi kulu olacaksın. Evet kul olabilirsin ama bu başkalarının kulluğundan öteye geçemez. Tıpkı, birinin parmaklarını kestikten sonra kişiye dönüp ben bunu senin için seni sevdiğim için yaptım demek gibi bir şey.
Kızılbaş olunmak diye bir kavram yok ve iyi ki yok. Düşünsenize o zaman Kızılbaşlar da misyonerlik yapardı, dine davet için katliamlar ve zorlamalar yapardı. Oysa bir aleviden şunu duyamazsın gel seni dinimize inancımıza yolumuza sokayım. Tüm inançlar ve tüm insanlar bana eşit uzaklıkta ve yakınlıktadır. Bir kulu diğerinden ayırıyorsam bu yoluma ihanettir.
Kısacası gördüğünüz her şey tek gömleğin içindedir ve tüm her şey o gömleğin altında yaşar.

-Fatma Ataseven: Aleviler acıyı içselleştirdikleri gibi , Korkuyu da her geçen sürede içselleştirdiler mi ? . Paulo Freire’nin “Ezilenlerin Pedagojisi’nde söylediği gibi, ezilenler istikrarlı ve sistematik şekilde baskı görürse, zamanla kendisini, baskıyı yapan güce benzetmeye çalışıyor” “cumhuruyetin sahipleri ve teminatı” olma durumu böyle bir psikolojiden kaynaklanır mı ? . Bu korku aynı şekilde devam ediyor mu?

-Remzi Aydın :Bir halk düşünün ki binlerce yıl katledilsin, baskıya uğrasın, iftira ve karalamalara maruz kalsın, üzerinde baskı kurularak kendini yaşamasına izin verilmesin. Ne yapar? İki şey ya baskıya baskıyla yanıt vererek yok oluş yada baskıyı kuranların içinde saklanmak ve erimek. Bazen de baskıyı yapan kesimin içindeki aykırı kanadın içinden olduğunu iddia ederek hem yaşam alanı bulur hem de başkaldırısına devam eder. Kızılbaşlar hepsini denemiş, baskıdan önce kaçmışlar sürülmüşler. Sonrada katledilmişler ve zaman zamanda baskıyı yapan gücün içinde kendilerine heterodoks bir alan yaratmışlar. İslamiyet içinden gelen baskıya karşılık, Evladı resul dediğimiz kesimi temsil etmeye çalışmışlar. Hz Muhammedin damadı ve amcasının oğlu Hz Alinin ve ailesinin uğradığı haksızlıklardan dolayı onları benimsemiş hatta sarılmışlardır. Hz Ali sembolleştirilerek arkasına bir çok inançları saklanılarak kendilerine yaşam alanı yaratmışlardır fakat gördüğünüz gibi buda onlara kurtulma şansı tanımamıştır. Evet bir şeyin içine gizlenirseniz, ya da oymuş gibi yaparsanız bir kaç kuşak sonra dönüşüp onlara benzersiniz. Yavuz zamanında %79,8 inin alevi olduğu söylenilen halkın nasıl dönüşüp bu hale geldiğini düşünmek gerekir. Fakat bu dönüşüm, özellikle doğu anadolu dersim bölgesinde yaşanmadı. Bağımsız ve hür yaşayan bu halk 1938 den sonra dönüşümü yaşadı ve şimdide ciddi bir şekilde erozyonu yaşıyor. Özellikle büyük şehirlerde ciddi asimilasyon yaşadılar, şimdi ise kendilerini tanımıyorlar hatta kendilerine bir yer bulamıyorlar, kimliksiz kaldılar.

-Fatma Ataseven: Dersim kıyımından sonra Aleviler uzun bir sessizlik içinde idiler , malum sürgünler, zindanlar v.s. devlet bile unutmuştu .! sonra Çorum ve Maraş katliamları ile tekrar gündeme geldi , 90’lı yıllarda ise artık Aleviler örgütlenmeye başladılar , peş peşe cem evleri kuruldu , ülkeyi yöneten egemenler nasıl oldu da birden Alevilerin varlığını keşfetti ? yeni bir misyon ,yeni bir rol mü vermişler di , ‘Şeriat geliyor’ la yeni bir korku dalgasına karşımı kullandılar Alevileri ? Bu rol , aynı dönemde yükselen kürt hareketiyle bütünleşmesinden kaynaklanan bir tedbir midir ?

-Remzi Aydın : Son yılların yükselen değeri alevilik.Bunda bir çok etken var sadece bu diyemeyiz. Ama Madımak katliamı bence bir ankanın kendini külünden yaratması gibi oldu. Orada yakılan 33 insan aynı zamanda bizim yaşam bulabilmemiz için kendini külleştirmiş ankalarımız oldu. Bunu kimse tahmin etmiyordu bence, alevilerin yine susacaklarını sineceklerini ve üç beş yılda unutacaklarını sandılar. Şimdide sistemli bir oyun oynanıyor. İnancımız önce barbi bebeğe çevrilerek önümüze oyuncak olarak atılıyor. Bir süre sonra bu oyuncaktan bıkarak bir kenara atacağız. Ruhu, anlamı, özü, felsefi ve kültürel yapısı boşaltılan alevilik süslenerek önümüze koyuluyor.

Kullanılmaya gelince; güçlü olan topluluk diğer toplulukları içine alıp eritmek için gayret sarfeder. Ama şunu bilmeliler, alevilik milliyetler, ırklar, dinsel inançlar, coğrafyalar arasına sıkıştırılacak kadar küçük bir yol değil. Onun felsefesi tahmin edemeyeceğiniz kadar geniş bir alanı kapsıyor. Tüm milletler aynı nazarda göremeyen bizden değildir, yada tüm inançlara aynı uzaklıktayız diyen bir felsefeyi nereye sıkıştıracaksınız.

-Fatma Ataseven: Sunnilerin Alevilerin canını acıtan olaylarla ilgili olarak ‘bu bir katliamdır, insanlık dışıdır, İslam’ın da reddettiği bir şeydir’ gibi cümlelerle yüzleşmeye yönelmeleri Aleviler açısından neyi değiştirir ? AB’ci teorisyenler.! Son yıllarda bir “yüzleşme ,yüzleştirme” çabasındalar.. yüzleşme ile barışı mı sağlamak istiyorlar ,yoksa diyalektiksel bir kavram olan “ezen ezilen “ olgusunumu yok etmeye çalışıyorlar ? sizce yabancılaşmış ,yoz bir kültür üzerinden sağlanan yüzleşme gerçek ve kalıcı bir barışı sağlarmı ?

-Remzi Aydın : Ben aydınım, yazarım, profesörüm, gazeteciyim diyen insanlar bile utanmadan şunu söyleyebiliyor; Unutmak mı daha faydalıdır, unutmamak mı bunu tartışalım. Aslında Madımak`ı müze değilde bir kütüphane yapalım , yarında Madımak`ı cami yapalım diyenler çıkacaktır hiç şaşırmam. Binlerce yıldır yapılan katliamlar unutuldu, unutturulmak istendi, peki sonuç ne? Bir daha katliam yaşanılmadı mı? Yoksa yeni katliamların davetiye kağıdımı oldu. İnsanlar yüreklendirerek yeni katliamların yaşanmasını mı sağladı.?

İnadına, unutmayacağız, unutulmasına da izin vermeyeceğiz. Bunu tüm ben insanım diyenlerin yapması gerekir, çünkü cehalet öyle bir ateştir ki, öylesine serseridir ki her an yönünü değiştirerek başka yönlere de ulaşabilir, hatta yakanları bile yakabilir. Yüzleşme nasıl olur, kırk yıldır failleri bulunamayan bulunmak istenmeyen kişileri yakalayarak cezalandırarak, onları milletvekili veya imam yaparak değil. Bu iki yüzlülüktür.

-Fatma Ataseven: Alevi sorunu bir demokratikleşme sorunu ise, Alevilerin 2007’de olanlara, cumhuriyet mitinglerine, Ergenekon’a yaklaşımını nasıl değerlendirmeli? Alevileri CHP en fazla asimile etti , şuanda ise “Alevi Açılımı” ile AKP aynı görevi daha yumuşak götürme gayretinde ;hal böyle iken 2007 cumhuriyet mitinglerine katılımları ve halen seçmen tabanını oluşturması çelişki değil mi ?

-Remzi Aydın : Evet ciddi bir çelişki, ama aynı zamanda örgütsüzlükten kaynaklı bir sorun. Her dönem aleviler kullanılmak istendi ve kullanıldı hala da kullanmak için çalışmalar var. zamana ve duruma göre alevilere giysi biçiliyor. Bir bakıyorsunuz Kızılbaş mum söndürensin bir bakıyorsun müslümanlığın özü olmuşsun. Diğer yandan yedi kızılbaş öldüren veya bir kızılbaşı öldürüp kanını içen kesin cennete giderken bir bakıyorsun katıksız milliyetçi elbiseler biçilmiş, ya biliyor musun aslında sen benim alt veya üst kolumuzsunuz saçmalıkları ortaya çıkıyor. Karar verin size göre kimiz, neyiz?

-Fatma Ataseven: Sol ve sosyalist sol yapılarla ilişkiler , Alevilere zarar verdimi ? asimilasyonda sosyalistlerin de etkisi varmı ? şeriat tehlikesi nedeniyle laik cumhuriyete bağlanmak gibi “din halkın afyonudur” sözü inançlara saygılı olmanın dışında dinlerle mücadele eden sol ve sosyalistler le birliktelik Aleviler için neden önemli ? özgürlük ve demokrasiyi savunmalarımıdır yoksa ? faydası ve zararı analiz ediliyor mu ?

-Remzi Aydın : Bakın halkın elinden bir şeyi alıyorsanız hele de bunu sosyalizm ve sol adına yapıyorsanız daha iyisini halka sunmak zorundasınız. Yoksa hırsız olursunuz, sömürenlerden farksız olursunuz. Aleviliği gericilikle, dincilikle suçlayanlar karşılığında bir şeyler vermek zorundaydılar, veremediler. 1980 öncesinde sosyalist hareket içinde yer alıp yıpranan bir çok kızılbaş hatta kızılbaş dersimli şu anda kendi kökenleri ile uğraşıyor. Dönüp geriye baktıklarında dillerini unuttuklarını fark ettiler, musahipliği, kivreliği, yol kardeşliğini unuttuklarını fark ettiler. Hele de dillerini unutmanın nedemek olduğunu anlamanız için dilinizi unutmanız gerekiyor. Kızılbaş alevilerde varolan bir kavram Musahiplik, yani yol kardeşliği, Musahipler genelde zengin birinin fakirle yaptığı kardeşlik aynı zamanda sosyal bir dayanışma şekli. Musahipliğin ciddi yaptırımları ve yerine getirilmesi gereken ritüelleri var. Bunu gericilik olarak yorumlarsanız yerine daha iyisini koymak zorundasınız yoksa toplumsal çözülmeler olur. Tanrıyı inkar edeceksen ki alevilerde çok tanrılıktan tekliğe gidiş vardır, doğa, ağaç, taş, su ateş tanrıdır aksini savunan daha iyisini yerine koymak zorunda, bilmiyorum anlatabildim mi? Halkın inancıyla oynamak kadar tehlikeli bir oyun yoktur, bunu binlerce yıldır bize yapıyorlar, fark ne o zaman?.

-Fatma Ataseven : Semah`dan ,ateş den su`dan bir çok inanış ve ritüelden sözedeceğiz ,fakat önce Alevilik`ten başlayalım ,Sizce Alevilik nedir ? ,bir düşünce sistemimi ? siyasi bir akım mı ? yoksa bir din mi ?

-Remzi Aydın : Alevilik ne bir mezhep, ne bir din adı, nede bir inanış sistemidir. Alevilik gerçekliğe ulaşmak için katedilmek zorunda olunan yoldur. Gizli, sırlı ama gerçekçi bir yoldur. Kırklar cemi mitolojisini incelediğinizde ne dediğimi daha iyi anlayacaksınız.
Muhammed bile o kapıdan girebilmek için peygamber sıfatsını kapıda bırakmak zorunda kaldı.Birinin parmağı kesildiğinde kırk kişiden kan aktı, bir üzüm tanesi kırk kişiye eşit dağıtıldı kadın ve erkek cinselliklerinden ve insani özelliklerinden arınarak cinssiz bir ruh olarak semah döndü, kadın ve erkek eşitliğini anlatan başka bir sistem tanımıyorum ben.

Kısacası, tüm çiçekleri dinler olarak düşünün. Bu çiçeklerden bal alan arlıları “rehber, pir, dede, bawa olarak algılayın. Oluşturulan özü balı felsefe olarak algılayın. Yani Alevilik işte o balın ağızda bıraktığı tat, hazdır. Şimdi çiçeklerden biri şöyle bağırma hakkına sahip değil, Alevilik benim içimdedeir diyemez, bana aitte diyemez. Bu felsefe tüm inançların güzel yönlerini, insancıl yönlerini, doğa ile ilgili güzelliklerini alarak harmanlamış yeni bir felsefe oluşturmuştur ve süreklide değişmek gelişmek zorundadır.

Aşkı Muhabbetten niye kaçarsın, böylemidir “YOLUMUZUN TÖRESİ”
Bana mezhebin nedir diye sorma, Mezhep bilmeyiz YOLUMUZ vardır.. Buna benzer onlarca duazima deyişle karşılaşmak olası. Demekki neymiş, Bizim dinimiz, mezhebimiz yok, YOLUMUZ var. Hakk ve halkın yoludur bu.

-Fatma Ataseven : ALEVİLİK , yakın ve uzak tarih olarak ele alındığında , hangi miladı baz alacağız ? en yakın tarih diye de belirtilen ALİ - MUAVİYE-YEZİT-YAVUZ ekseni Sizce başlangıç mıdır ? Aleviliğin kökeni üzerine görüş ayrılıkları devam ediyor. Sizce kökeni yada kökleri nerede?

-Remzi Aydın: Alevilik sözcük olarak ele alınırsa 18. yy dır. Yani daha önce bu sözcük yerine Kızılbaşlık, …gibi sözcüklerle ifade edilmiştir. Farklı inanışlar ve miladlar olmasına rağmen ben şöyle düşünüyorum. Rüzgar tanrısı “Wâ” ile başlayarak günümüze kadar etkileşimler alıp vermeler sonucu gelişmiştir. Ama platon, Tales, Demokletes gibi felsefecileri de iyi incelemek zorundayız. Mani, mazdek, davaya yasnicilik, Mitraizm, zerdüşlük, Yezidilik, şamanizt yaklaşım gibi inançlarına göz ardı edemeyiz. Emevi baskısından kurtulmak için insanlar ali-Eli_Oli sözcüklerinin arkasına saklanmış ona farklı anlamlar yüklemişlerdir. Fakat şunu açık ve net söylemeliyim, İslamiyetin şartları bellidir ve esnetemezsiniz ve bu şartların hangileri Alevilikte ne kadar vardır bilmeniz gerekir. Haç, zekat, namaz, oruç yok olduğuna göre siz ne kadar Müslüman sayılırsınız diye sormak gerekir. Benim atalarımın bazı dualarını ve felsefi ritüellerini anlatayım size; yaşlılarımız sabah güneş doğarken güneşe döner ve ellerini güneşe kaldırarak şöyle der: “YA TİJE Mİ XOMETH” ve sonra dileklerini sıralar. Önce evrene ister, sonra komşularına ,çocuklarına ve en son kendi için dilekte bulunur ki çoğunlukla bunu yapmazlar bile. “YA TİJE Mİ XOMETH” , Tij : ışık , Mi: benim ,Xometh: halk anlamındadır. anlamındadır. Birleştirdiğimizde Benim halkımın ışığı, veya halkım ışıktır anlamınıda çıkarabiliriz. Gece ise ay`a karşı döner ellerini açar ona dua ederler. Ya Oli (Ali) gerçekliğin sesi anlamında kullanılan bir sözcüktür. Ve derlerki, bilirimki bize sunduğun ışık onun sendeki zuhurudur.... Toprağa; Ya Xardu Dewres, (Toprak tanrı) Göğe= ya Asmenê Gewu, (Kutsal Gökyüzü) , suyun üzerine yemin eden, toprağı, ağacı, havayı, ateşi kutsal kabul eden bir felsefe düşünün ve merkezdede insan olsun. Tanrının tanrıyla ilişkisi, tanrının doğayla ilişkisi, tanrının insanla ilişkisi,İkinci halka ise; İnsanın insanla ilişkisi, insanın tanrıyla ilişkisi ve insanın doğa ile ilişkisi, üçüncü halka ise, doğanın evrenle ilişkisi, doğanın insanla ilişkisi ve doğanın tanrıyla ilişkisi. Ve bu dokuz halkayı bir tespih olarak düşünün ama imamesi yok. Her halkayı elinize aldığınıza o ilk halka yani önde olandır, o halkadan sonraki halkayı ele aldığınızda biraz önce ilk olan halka artık sonuncudur. Yani her halka ilk ve sondur hiçbiri öncelikli değildir çünkü hepsi önceliklidir. Ve hangi halkalar arasındaki bağ koparsa hepsi ağılacaktır böylesine bağlıdır bir birine. İşte bana göre kızılbaşlık tanımı kısaca böyledir.

-Fatma Ataseven : Postmodernizm fundamentalizm ve etnisite üzerine geliştirdiği düşünce sistemi ezilen yoksul hakları toplumsal başkaldırıdan uzaklaştırıp kendi kaderlerine razı olmaya motive etmekte iken ; hala dini ve etnik kimlikler üzerinden özgürlük ve demokrasi mücadelesi vererek kurtuluş mümkünmüdür ?

-Remzi Aydın : Kitaptada sık sık tekrarladığım bir tümce var. Halk kendi kaderini değiştirmek için mücadele vermedikçe, birilerinin yazdıkları gelir başa. İşte bu kaderdir. Halk ve halklar kendi kaderlerini değiştirebilmek için birleşmeli, güçlerini birleştirmeli ve sömüren kesimin yazdığı yazıyı bozmalı. Kızılbaşlara toplumsal başkaldırıdan uzaklaştıkları yakıştırmasını yapmak tarihi hatalardan biridir. Mazdekleri incelerseniz ne dediğimi anlayacaksınız. Binlerce yıl önceki bir felsefi sitemdir ve bence komünizmin ilk temelleridir. Alevilerdeki sosoyal yaşamı paylaşımı cemleri incelersek daha net anlaşılacak ne dediğim. Bu ülkede ve topraklardaki tüm direnişlerin altında Kızılbaş felsefesini bulmak mümkün. Lütfen babali ayaklanmalarını, Torlak ve Bedrettin, hatta kalender çelebi direnişlerini hatırlayın. Sessiz kalmak, susup sinmek kaderi yani yazılanı beklemektir. O zaman susmayacaksın, direneceksin, haykıracaksın, birleşeceksin ikiliğe düşmeyeceksin ve senin ile ilgili kapalı kapılar ardında yazılan kaderini bozacasın, insan olma onurunu ezmeyeceksin..

-Fatma Ataseven : Enel Halk (tanrı benim suretimdir ,ya da ben tanrıyım demek) Zerdüşt Dininden gelen bu feldefeyi daha çok kürtlerin sahip çıktığını görüyoruz, ancak Hallac-ı Mansur kürt olmadığına göre alevilerin ortak kimliği üzerinde ne düşünüyorsunuz ?

-Remzi Aydın : Sadece şunu söyleyebilirim, milliyet ve milliyetçilik kavramları dün kadar yakındır. Ben Kızılbaşlıktan bahsediyorsam bu bir yoldur ve yolcuların ırkları ve milliyetleri kimseyi ilgilendirmiyor. Buradaki bir tek yolcunun tüm yolcular adına bizden demeye hakkı yok. Kaldıki Kürtlerde enel hak denildiğini duymadım çünkü Ortodoks islamiyete aykırı olan bir söylemdir bu. Enel hakk söylemi ve inanışı dünya üzerinde sadece kızılbaşlarda var. Kendini bu potanın içinde kabul eden her insan milliyetine bakılmakzızın bu yolun yolcusudur.

- Fatma Ataseven :Yukardaki soruyu bir kaç nedenle sordum , Devletin son zamanlarda "Alevi Açılımı" projesi kapsamında Alevilerle Kürtleri karşı karşıya getirme planı çok açık. Siz Devletin ve kimi Alevi örgütlerinin açılımlarını nasıl değerlendiriyorsunuz ? sizin bir açılımınız varmı ?

-Remzi Aydın: Sivas’ taki anma törenlerinde bir pankart çok hoşuma gitmişti ve bu pankarttan onlarcası havaya kalkmıştı. “Devletin Alevisi değiliz” Herhangi bir milliyet ile Kızılbaşlığı yan yana karşı karşıya getirmek ciddi bir hatadır.

Bir kere devlet tanımını iyi bilmek gerekir. Ruhu duyguları ve ritüelleri olan bir canlı değildir. Mantıktan yoksundur o nedenlede devletin inancı olmaz, olmamalıda. Halkın inancı ilede oynamamalı, belirli innançtan insanların pay aldıkları kurumda olmamalı. Düşünsenize bakkaldan aldığım herhangi bir şey için devletin kurumları benden vergi alıyor. Sonra bu vergilerle, sadece bir inancın ibadet yerine bazı yatırımlar yapıyor, memur atıyor, diyanet denilen bir kurumu oluşturuyor parasının bir kısmıda benden alınıyor. Şimdi Kaynağa gidelim, kaynak ne diyor; Bana kul hakkı ile gelmeyin, affetmem affedemem çünkü o senin ile diğer kul arasındaki bir sorun. Yani insan olarak başkasının parasını kendi inancın için kullanırken benim hakkımı yiyorsun günaha giriyorsun ve her seferinde elini kaldırarak temizlendiğini düşünerek arındığını düşünerek huzurla evine gidiyorsun. Peki benim hakkım, hıristiyan vatandaşın, sryaninin, dinsizin hakkını gasp ediyorsun , ne olacak bu kul hakkı diye kendini sorgulamıyorsun...

-Fatma Ataseven : Aleviler neden gerçek örgütlenmelerini yapamıyorlar ? çoğu zaman sisteme angaje olarak günü kurtarmaya yönelik vaadler için oy verici potansiyelin figürleri oluyorlar ?

-Remzi Aydın: Bu son derece doğal, birincisi yazılı kaynakları yok edilen bir topluluk. İkincisi sürekli kıyım ve sürgünlere maruz kalmışlar yılgınlık var. Kızılbaşlığın yoğun olarak yaşandığı Dersim topraklarına bakın, hala orda bombalar patlıyor, hala insanlar ölüyor. Ve osmanlı tarihi boyunca yüzlerce kez saldırıya uğramış bir yer. Dersim kanununu inceleyin, bu kanunlar hiçbir halka zümreye inanca milliyete uygulanmamıştır. İnsanlar sürgün edilirken bir aileden sadece 4 kişi aynı köye gidebilmiş ve her köye sadece bir aile gönderilmiş. Çocuklar başka illere gönderilmiş, eşler farklı illere gönderilmiş. Başka bir halka yapılmayan uygulamalar burada uygulanmış. Seyit Rızanın mezarı ve eşyaları hala ailesine teslim edilememiş. Dersime yapılması düşünülen barajın maliyeti elde edilecek tüm elektrik gelirinin 10 katı. Yani 100 liralık yatırım yapacaksın elli yıl sonra 10 liralık gelir elde edeceksin şimdi adama sormazlar mı neden? Hem toprağı ve ekolojik dengeyi bozacaksın hem insanları topraklarından kovacaksın hemde tüm ülkeyi 90 lira zarara sokacaksın? Nedir bunun mantığı sizce? Bu topraklarda kızılbaş olmak farklıdır, hiçbir milletin uğramadığı karalamalara ve zulme uğrama şansın her an var işe madımak. Devleti yönete n biri olarak Solingen’e gideceksin oradaki kundaklanan halkına sahip çıkacaksın, almanlara hesap soracaksın, oranın müze yapılmasına katkıda bulunacaksın ama kendi ülkende yapılan 8 saatlik seyirlik linçe sırtını döneceksin. Sahi bu nedir?

Üçüncüsü bilgi kirliliği öyle boyutlara ulaştı ki her ırkçı yaklaşım kendi içine angaje etmek için savaş veriyor ama bu savaşları verirken nedense sıkıntılı olduğu dönemleri seçiyor. Diğer topluluklarla bir sıkıntıları yoksa Kızılbaşlar herkesin ortak düşmanı kirletilmesi gereken bir inanış. Ama kendi aralarında sıkıntıya düştüklerinde Kızılbaşlar en has birincilikli oluyor ne zamana kadar sıkıntı bitene kadar.

-Fatma Ataseven :Ünlü Türkolog ve Alevilik Araştırmacısı Irene Melikoff günümüz Alevilerini üçe ayırıyor. Bektaşi geleneğine sahip çıkan Atatürkçü ve Sosyal Demokrat Hacı Bektaş Dernekleri, Kızılbaş geleneğinin devamcısı sosyalist çizgideki Pir Sultan Dernekleri ve devletçi-sağcı çizgideki Cem Vakfı. Melikoff`un düşüncesine katılıyor musunuz ?

-Remzi Aydın: Evet şu anda Melikof’un düşüncesine doğru demeliyim ve doğruda. Ve her topluluğun içinde özünü kaybeden kendini ve toplumunu pazarlamak isteyen düşkünler vardır. Onların tek amaçları dünyalıkları dünya mallarıdır ve bu uğurda her şeyi yapabilirler. Ama üstüne basa basa tekrarlıyorum, bırakın biz kendimizi tanımlayalım. Bizi bizden daha iyi kimse tanımlayamaz bu alevi dostu olduğunu söyleyen kişiler içinde geçerli. Tabiki bizi anlayın, yolumuzu tanıyın, ritüellerimize uzaktan bakmak yerine özüne inmeyi felsefi boyutuna inmeyi deneyin ama lütfen bizi tanımlamayın. Biz kendimizi tanımlamışız sadece saygı duyun. Bir şeyin içine veya dışına sokmak bu hakkı bizede tanıyorsunuz anlamına gelir. Bir kzılbaş size ya aslında sen müslüman sın ama bilemem neyin içindesin alt kolu yada üst kolusun dediğinde ne düşünürsün? Saygı sadece saygı, hoşgörüden bahsetmiyorum çünkü hoşgörü çoğunluğun azınlığın ağzına sürdüğü bir parça baldan öteye bir şey değil. Ben kayıtsız şartsız karşılıklı saygıdan bahsediyorum..

-Fatma Ataseven : Romanda yeniden can verdiğiniz aslında 7 ulu ozan olarak bilinmekle birlikte yaşamlarına iradeleri dışında son verilen ve feci şekilde katledilen 3 ulu ozan`dan Pir Sultan Abdal nefesi ,3 telli sazı ve deyişleri ile günümüze taşınmış önemli biridir . Sizden dinleyelim birde bu 3 ulu ozan sizi nasıl etkiledi ?

-Remzi Aydın: Üç hatta dört demeliyim Yunus’uda onların içine koydum zaman zaman. Pir sultan Direnci ve başkaldırısı ile halkına karşı sorumluluklarını yerine getiren bir zat. Biz Türküz diyenlerin Türkçe konuşmadıkları, anadoluya yatırım yapmadıkları hatta Türklere idraki titrak diye hakaret ettikleri dönem. Pir sultanın deyişlerini bu gün bile çok rahat anlıyoruz, kara kadı ve sarı kadıları bugünde görüyoruz . Nesimi ise semboller ve semboller arkasına gizlediği sırlar ve gerçek anlamlarla muhteşem bir insan. Bir nevi felsefeci ve bana göre zamanın en iyi felsefecisinden biri. O yönüyle onu aristokles’e benzetiyorum. Hallac ise bir insanın doğru bildiği yolda uğradığı haksızlık ve zulme dayanma noktasının en üst noktasını görüyoruz. Gerçekliğe yürürken kararlılığını, direncini, inancı uğruna işkencelerin en üst noktasına dayanma kararlılığını görüyorum. Yunus Emre ise evet bir aşık ve aşkın en üst noktasını yaşıyor yaşatıyor. Ama aynı Yunus sorgulayan, mantık süzgecini en doğru şekilde kullanan kişidir. Sorgulaması Tanrıyı sorgulmaya kadar uzanabiliyor ve çok keskin hatta sert diyebileceğimiz bir dil kullanabiliyor. Yani aşk ile muhabbet ederken aynı zamanda sorgulama kararlılığıda var..

-Fatma Ataseven: "Ateşte Semah Dönenler " kitabının önsözündeki ifadeniz çok ilginç; neden yazdığınızı özetler nitelikte aslında ,ancak ; yinede sormak istiyorum , romanın kurgusu ve romana can veren kahramanların ( üç ulu ) sohbeti kabuk bağlayıp unuttuğumuz bir yarayı feci halde kanattı . siz buna nasıl dayanabildiniz ?

-Remzi Aydın: Bende orada yandım gerçekten yüreğim acıdı kanadı. Zor bir süreçti yinede yazdığım için mutluyum. Sebebi ise birilerinin dediği gibi, kaşımayın, ortaya getirmeyin bilmem ne pilavı gibi ısıtıp önümüze getirmeyin demeleri beni ürkütüyor. Ne yapacağız?Unutacağız, unutturacağız. Neden? Yenilerini yapma cesaretini gösterebilsinler diye mi? Maraş unutuldu, çorum unutuldu unutulduda failleri mi bulundu birileri mi yargılandı. Kaldıki sıvası bile unutmadık her yıl ve her gün haykırıyoruz failler nerede? Adalet bakanı olan insan bile yakanları savunmadı mı? Unutsak ne boyutlara gelecek bilemiyorum. Ha bir şey daha, Aleviler artık unutmayacaklar ve inanın bir dahaki sefere sadece yürümeyecek sessiz slogan atıp kınıyoruz demeyecekler bunun bedeli çok daha ağır olacak gibime geliyor. Oniki yaşındaki bir çocuğu hatta iki çocuğunu kaybeden bir annenin yüreğindeki ateşi düşünün. İşte cehennem orasıdır, oğluna kavuşan annenin yaşadığı mutluluk ise cennetin t a kendisidir. Ben cehennemi yaşadım yanan insanların bedeninde, ailelerinin acılı feryatlarında, gözyaşlarınd a cehennemi yaşadım. Ve bu cehennem onların inndığı gibi tanrı tarafından bana yaşatılmadı, çıkarları uğruna dini kullanan insanlar tarafından yaşatıldı. Tanrının cehennemi bu dünyadaydı ve bu cehennem bir kez daha yaşatılmasın..

-Fatma Ataseven : "her şeyin bir bedeli vardır" düşünmenin ,özgürlüğün ve başkaldırının .bu ağır bedellere rağmen "ateş hırsızları" ateşten korkmamışlardır . Ateşte semah dönenler , ateşi bilerek semaha durdular , son durakları Sivas`dı. neden Sivas ? neden orda yaktılar ?

-Remzi Aydın: Sivas süreci yani 93, ortadoğuda, amerikada ırakta, afrikada ve türkiyede bir çok değişimlerin hamileleik anlarıdır. Sancılı doğumlar olacaktı ve bu doğumlar birilerinin dikkatinden kaçırılmalıydı farklı bir yön göstermeliydiler ve öylede yaptılar. Güçler dengesinde değişikliklerin yaşandığı dönemdi üstelik. Asker ve sivil yönetim arasında çekişmelerin olduğu dönemdir. 80 askeri ihtilalini ve ondan önceki olayları düşünün. O gün ihtilal yapanlar bu gün bile kendilerini savunurken neyin arksına saklanıyor, kardeş kanı dökülüyordu sokaklar kan gölüne dönmüştü? Kim yaptı, kim bu süreci hızlandırdı? Kimler göz yumdu, kimler finanse etti, kimlerin vergileri ile gizli örgütlenmeler, gizli silahlanmalar yapıldı ve bu silahlar kime karşı kullanıldı. Kimler güçlendi o süreçte hepsini sorgulamak gerekir.Sivas aynı zamanda Cumhuriyetin kurulduğu yerdir ve yıkılma provalarıda orada başlamalıydı bu kemalistlere verilen bir gözdağı ve yoklamaydı aynı zamanda.

-Fatma Ataseven: "Ne zaman ki bu insanlar; varlık birliğini kavrarlar, işte o zaman bunlar gibi ikiyüzlü sahtekârlara değer vermezler. Âdemin özü; Tanrı değil midir? Tanrı onu, kendi özünden yaratmamış mıdır? Ona nefes verip, can katmamış mıdır? Öyleyse onun yarattığına nasıl olur da kem gözle bakar, ateşlerde yakarlar? "Kitabınızın genel temasında dini figürler ve sufi inanç ön planda. sanki ; böyle bir yöntem yazarı sınırlandırmaz mı ? bilerek mi bu dili kullandınız ?

-Remzi Aydın : Amacım sadece şuydu ; ikiyüzlülük var, sahtekarlık, riyakarlık var. Bir şeye inanacaksın bu inanç uğruna insanlar yakacaksın ama bunu yaparken inancının tam zıttı davranışlar sergileyeceksin. Bu samimiyetsizlik. Tanrının sonsuz gücüne inanacaksın ama tanrıyı küçümseyerek onun adına katilliğe soyunacaksın. Çeşitlilikten hoşlanan tanrının çeşitliliğini yok edeceksin ve diyeceksin ki ben senin yarattığın beğenmeyerek yok ediyorum. Ve bunu yaparkende tanrıyı kendi pis emlerline alet ediyorsun. Anlatmak istediğim şey bu. Hümanist bir düşünceyi merkez edinen bir inanışın insanlarını yok etmeye çalışacasın neye rağmen, meleklerine bile secde edin demesine rağmen. Melekler bile secde ederken sen hayır diyeceksin. Bunu yapan bir yaratılmış vardı ve onun adıda şeytandı.

-Fatma Ataseven: Ateşte Semah Dönenler , gerçek hayattan ve gerçek kişilerin başına gelenleri"tarih tekerrür" den ibaretmiş gibi tekrar tekrar okuyoruz ve yaşıyoruz . neden ? iktidar hırsı insanları ,egemenleri bu kadarmı zalimleştirip ,insanlıktan çıkarıyor ?

-Remzi Aydın: Aslında birileri bir şey ler çalıyor ve çalarken insanların dikkatini farklı yönlere çekiyor. İnsanlar arasına ikilik üçlük koyarak onları parçalıyor ve emeline daha rahat kavuşuyor.Nerede aşırı ses varsa bilinki orada insanların duymasını istemedikleri bir şeyler vardır.

-Fatma Ataseven: Romanda bahsettiğiniz ,titanlar ve sehtler, kılık değiştirerek insanlığın varoluşundan beri sahnedeler , birde işbirlikçi ve hainler var , kendi özünü ,sınıfını ve emeğini ,onurunu yok sayıp titanlara uşaklık edenler , bu işbirlikçiler ki düşmandan daha çok zarar verirler , tıpkı Pir Sultan`ın deyişindeki gibi " beni dostun attığı gül yaralar " bu işbirlikçileri sizde gayet iyi tanıyorsunuz , hatta önceki romanlarınızda ayrıntıları var. inanca, devrime ve ideallerine ihanet eden bu işbirlikçiler ne istiyorlar ? neden her dönemde "gümüşkapılar" bu işbirlikçiler sayesinde içerden açılıyor ?

-Remzi Aydın : Nefsine köle olmak ve ya nefsini kendine köle etmek farklı iki eylem. Nefsine köle olanlar bir köpek gibi dünyalık peşinde koşar, köpekleşir. Doğayı katledenlere bakın, ağaçları kesenlere, denizleri kirletenlere, koca binalarla etrafımız betondan yapılarla çevirenlere.. ve bunlar bunu yaparken şunu söylerler, çocuklarımız için geleceğimiz için yapıyoruz. Geleceğe ne bıraktığımız ise ortada. Her yerde her toplumda statü, mevki, para, mal uğruna bunu yapacaklar vardır. Külebinin bir sözüydü yanlış anımsamıyorsam” yalan, günah dünyanın sonunu getirmez ama dalkavuklar getirebilir.

-Fatma Ataseven: ıÜüsemah insanda ne zaman başlar ? kişi bütünden ayrı iken parçası olmayamı çalışır ,yoksa ayrı bir parça iken semah`la bütünleşiyor mu ? Semah alevilerin bir ibadet biçimi mi ,yoksa coşkunun folklorik olarak icrasımı ?

-Remzi Aydın: Semah ruhun bedeni terk ettiği andır, beden artık anlamsızdır ve bu bedenlerdeki anlamsızlığı erkek ve dişi diye ayırmak dahada anlamsızdır. Işığın (ruhun) erkeği dişisi, siyahı beyazı olmaz..

-Fatma Ataseven : Alevilerin temel ibadeti olan “cem töreni”nin ayrılmaz bir parçası olan semah ,. Cem’in belli bir aşamasında müzikle birlikte kadın ve erkeklerin eşitlendiği ,duygunun, sevginin ve aşkın zirvede olduğu bir an yaşanır ,sözün bittiği yeni bir dilin konuşulduğu bu durum aşkın da varoluşunu gösterir mi ?

-Remzi Aydın: Müzik ve güzel ses ibadettir. Düşünsenize bir ağacı şekillendiriyorsun, ona çeşitli tonlarda ses veriyorsun ve dillendirip ruhunuzun derinliklerine hitap etmesini sağlıyorsun. O zaman insan yaradan değil midir bunun adı yaratmak değil midir?

-Fatma Ataeseven: Bilgi kirliliğinin ve çarpıtmaların çok fazla dolaştığı bir alan da ;Alevilik ile ilgili aktarımlarda uzlaştırmaya çalışılan veya özdeşleştirilen figürleri okuyoruz , örneğin Atatürk ve (HZ) Ali , Bunların herhangi bir gerçeklik payı varmı ? Buna neden ihtiyaç duyuluyor ?

-Remzi Aydın: Evet, ezilenlerin kendi dünyasında yarattığı ;hayranlık ve nefret duygusunun yansımasının farklı sonucudur . Normal refleksler olarak düşünüyorum, "kendilerini ikna etmeye çalışmak bu. Nefret ettikleri güce karşı ‘beni artık ezme, daha fazla vurma’ dercesine bir yakınlaşma ihtiyacı. Fakat korkunun içselleşmesi, ezilenlerin ezenlerle benzeşmesi, çarpık bir duruma yol açtı. Şöyle söylentiler çıktı: ‘Atatürk aslında Diyaneti şeriatçılara karşı kurdu. Bizimle alakası yoktu. Alevilerin haklarını verecekti’.elbette böyle bir şey yok, tamamen söylenti. Atatürkçülük konusunda o kadar ileri gidiyorlar ki, mesela bir Alevi derneği başkanı, Alevilerin niçin Atatürkçü olması gerektiğini anlatırken kalkıp ‘Hazreti Ali Atatürk donunda geldi, siroz oldu, öldü’ diyor. Böyle bir gayri ciddilik, saçmalık olabilir mi?

-Fatma Ataseven: Yeni kitaplarınız devam edecek biliyorum , bundan sonrası için neler düşünüyorsunuz ? Alevilerin yazarı olmak değil sanırım .! beslendiğiniz kültür , sistem tarafından asimile edilmekle birlikte , Siz felsefi bilgi ve birikimlerinizi toplumsal sorunlara yönlendirmeyi düşünüyor musunuz ?

-Remzi Aydın : Tüm insanlar ve tüm inanlık sorunu aynı zamanda benim sorunum, bunun nerede oluşu, coğrafyası rengi inancı benim takıldığım nokta olmaz. Yinede bir sıkıntı var itiraf etmeliyim, benim halkım, gençliğim, insanlarım diyebileceğim aidiyetimden kaynaklanan tarafımda ciddi sıkıntılar ve dejenerasyon var.

Önce kendimi düzeltebilmeliyim, kendimi anlayabilmeliyim ki sizi de anlayabileyim, başkalarını anlayabileyim. Tüm evreni anlamanın yolu kendinizi tanımak ve anlamaktan geçer. Bu nedenle bir romanımız daha var “sahipsiz çığlıklar” onun hazırlıkları var. 1800 lü yılların sonundan başlayarak 1990 yıllara kadarki dersimi ve dersim halkını işleyen bir roman. Bence çokta hoş ve öğretici olacak, özellikle dersimin kültürünü, doğaya ve insana bakışını yaşadığı acıları ve sürgünleri anlatacak. Bir diğer özelliği ise, göçebe ruhlarda “kırmancıki” dilini kullanmıştık fakat “sahipsiz çığlıklar”da bu daha yoğun işlendi. Bu aynı zamanda gençlerimizin dillerine yabancılaşmalarını engellemek için yapıldı.

-Fatma Ataseven: Remzi Aydın’dan çok az bahsediyorsunuz. !. tevazu herkes tarafından doğru algılanmıyor ne yazık ki . ( internetin gelişimi ile birlikte bir çok yazar kendi reklamını yapıp pazarlama derdinde ) Siz trübünlere oynamayı düşünmüyorsunuz farkındayım , ancak; biraz olsun kendinizden bahsedermisiniz ? salt kitap yazmıyorsunuz öyle değilmi ?

-Remzi Aydın : Ne yapıyorum? Okuyorum, geziyorum, fotoğraf çekiyorum, zaman zaman dağlara çıkıyorum doğayı tanımaya gayret ediyorum. Doğa ile sohbet etmeyi seviyorum, onun ruhuna inmeyi ve onun benim ruhuma inip tekleşmeyi seviyorum. Zaman zaman heykel çalışmasına devam ediyorum sanırım bundan sonra daha yoğun şekilde uğraşacağım heykellerle.

-Fatma Ataseven: Dağcılık nasıl gidiyor ? dağlarla dostluğu nasıl başardınız ?

-Remzi Aydın : Dağ ve Dersimli özdeşleşmiştir , bütünleşmişdir. Dersim’li olmayı sindirebilmiş herkeste dağ sevdası vardır. Tabi bu sahillere ve denize karşı haksızlık olarak algılanmamalı. Ama ben deniz yerine bir şelalenin altına girmeyi, yaylalarda yeşilin her tonundaki otların rüzgarın kollarına kendini bırakışını izlemeyi seviyorum. Devasa kayalara çarpan rüzgarın birlikten çıkardığı sesi dinliyorum. Çiçeklerin taç yapraklarına girip özüne inmeyi seviyorum, doğayı ve doğayla yaptığım dostluğu seviyorum... bazen yalnız bazense bir kaç kişilik ekiplerle tırmanış yapıyoruz özelliklede Munzur dağları bunun için ideal hatta her insanın gelip gezmesi görmesi gereken bakir topraklar. Fakat bombalanma ve öldürülme riskini göze almanız gerekiyor, benim topraklarıma henüz mutluluk gelmedi maalesef, köylerimiz hala insansız.. Munzurlar muhteşem bir dosttur ve canlıdır. Munzurların kendine has kişiliği ve ruhu var oradaki dağlar yaşlı bilgeleri andırıyor eğer okuyabilir dinleyebilirsen çok şey öğreniyorsun. Yeter ki kayıtsız kalma, dağları anla ve onlarla konuş, onlara dost gibi davran, sevgiyle yaklaş inanın muhteşem yaratılmıştır dağlar.

-Fatma Ataseven: Taş oyma , işleme yada heykeltrajlık doğayı tanıdığınızı ve oralarda yatan “cevherin “ farkında olduğunuzu gösterir mi ? Taş oymacılığında aklıma hep insan oğlunun anlam arayışı filan gelir , oyarak taşın özüne ulaşmak mı amacınız ? yoksa “ mermerin içinde sıkışmış bir melek gördünüz de ; Mikelanjelo gibi sizde mi meleği özgürlüğüne kavuşturmak istiyorsunuz ?

-Remzi Aydın : Ben taşların canlı olduğuna inanan bir kültürün çocuğuyum. Taşlarda enerji olduğunu ve bu enerjiler sayesinde kendi içlerinde hücrelerinin ve canlılıklarının devam ettiğine inanırım. Onlla konuşurum, dertleşirim, dokunurum onlara. Taştan aldığım enerjiye göre de şekillendiririm onu, içinde neyin gizli olduğunu o söyler bana . Parmaklarımda taşa şekil vermeye çalışır ama taşın izin verdiği kadarını yapabilir, yoksa taş sizi kendine yaklaştırması için onunla önce dost olmalısın. Her şeyin özüne inmek onu anlamak için yapacağınız yolculuktur,

-Fatma Ataseven: Keyifli bir sohbet di , Ateşte Semah Dönenler’i yazdığınız için , bilmeyenlere anlatıp ,unutanlara hatırlattığınız ve emeğiniz için teşekkür ederim. Yeniden yeni bir kitabınızda buluşmak üzere , sözü kitabınızdan bir alıntı ile bitirelim mi ?

-Remzi Aydın: Kitabımın önsözünde belirttiğim gibi, Göçebe Ruhlar romanıma göstermiş olduğunuz ilgi ve destek nedeniyle herkese tekrar teşekkür ederim. Evet sözü ; Ateşten Semah Dönenler’de yazdığım bir istekle bitirebiliriz. “Madımak’a bugün bakabilenler şunu görebilir. Madımak hâlâ yanıyor gizliden gizliye. İnanmayanlar Yıldız Dağı’nın zirvelerine baksın, oradaki sis ve dumanlar “Madımak Yangınının” en belirgin şahididir. Ve Madımak’ın içinde otuz beş ruh, haykırarak bağırıyor; başkaları yanmasın…dünyanın neresinde olursanız olun, başınızı göğe kaldırın ve gözlerinizi kapayın, kulağınızı açın. Duyduğunuz ses otuz beş Tanrı’nın feryat eden sesidir. Kendileri için değil, yanacak başkaları için yalvarıyorlar. Bugünü unutmayın, iki temmuzu süsleyip içini boşaltarak önünüze atılmasına izin vermeyin. Acılar, süs bebeği değildir, acılar gerçeğe ulaşan yolun kendisidir. Unutmayın, unutulmasına izin vermeyin. Eğer unutursanız bir gün sizin bebeleriniz, sevdalarınız ve umutlarınız yanacaktır. “

-----------------
not: kitap hakınnda bilgi temin ve iletişim için:
info@ceylanyayinlari.com
http://www.kitapekseni.com/