30 Kasım 2009 Pazartesi

ÜLKENİN DİPLOMALI İŞSİZ ÖĞRETMENLERİ


Hüseyin Habip Taşkın
habibtaskin@gmail.com

Dünyaya bir çocuk getiriyorsunuz ve onu umut içinde yetiştiriyorsunuz. Olanaklarınız ölçüsünde imkânlarınızı ona sunuyorsunuz. Diyorsunuz ki, “büyüsünde okuyup adam olsun” Halimizin perişanlık köşelerinden bir tanesi fırsat eşitliği eğitimde olmadığı için çocuğunuzu üniversitede okutamıyorsunuz. Ya da üniversiteyi bitiren çocuğunuz için seviniyorsunuz. Hatta komşularınızla, tanıdıklarınızla ve ailenizle mutluluğunuzu paylaşıyorsunuz.

Yıllar önce üniversiteyi bitiren kişi, kişiler için iş çantada keklikti. Zamanın akışıyla bilim gelişmesini sağladı. Bilimin ağır basan çirkin yüzü insanların insanca yaşamasına engel oldu. Doğanın dengeleri kapitalizmin çıkarları tarafından değişti. Buna paralel olarak insanların yaşamlarında daha çok sömürü ve yoksullaşma ilk sırayı aldı.

Dünyadaki tüm çıkarlar kapitalizmin çizmiş olduğu rota doğrultusunda ilerlerken, ülkemizde eğitim emekçilerimizin çileleri bitmezken, işsiz öğretmenlerin ayrı bir çilesinin olduğunu görmekteyiz. Bir aile çocuğunu, çocuklarını okutabilmek için yaşamın ağır yükünde büyük bir sorumluluk üstlenirlerken, üniversiteyi bitiren işsiz öğretmenlerimizin aileleri ve kendileri şok dalgasında psikolojik travma yaşamaktadır.

AB uyum yasaları adı altında ANAP, DSP ve MHP koalisyon hükümeti döneminde başlayan KPSS sınavıyla sözleşmeli memur alımları başlayarak, bugüne kadar gelen hükümetçe aynı uygulama harfiyen uygulanmıştı. İlk uygulamada kişi başına 20 milyon tl alınmıştı. Devletin kasasına giren paranın hesabını bilmiyoruz! Ama işe girenlerin sayısı o dönemde az olmakla birlikte partilerin torpillileri ilk sırada girmişti. Torpil çarkı şimdide uygulanmakta olup KPSS’ imtihanlarına giriş ücrete yine tabidir. Burada paran kadar yaşam hakkı olduğu ortaya çıkmaktadır.

Ortada bir dengesizlik vardır. Hatta çürümüşlük vardır. Üniversiteyi bitiren işsiz kalan bunca öğretmen adayına iş vermemek büyük ayıptır. O zaman devletin yapısını sorgulamak gerekir. Nasıl bir devlet modelinde yaşıyoruz? Devlet olarak senin iş sahaların doluysa, bunca öğrenciyi niye üniversitelerde okutup insanların umutlarıyla oynadınız? AB’ye işte bizim okur, yazar olan üniversitelimiz diye gösterip iyi yolda olduğumuzu mu anlatmak istiyorsunuz? Yoksa parasal destek mi alıyorsunuz?

İşsiz öğretmenler güçleri oranında alana çıkıp seslerini duyurmaya çalışıyorlar. Altı ilde alanlardaydılar. Seslerini yetkililere duyurmaktı. Halkı bilinçlendirmekti. Büyüklerimizin bir sözü vardır. “Gençlik geleceğimizdir.” Doğru söze ne gerek vardır? Gençlerimiz yerlerde sürünmektedir. Ayrıca geleceklerine karamsar bakmaktadır. Sözleşmeli öğretmenlerimiz bile vardır. Okullarda eğitim dönemi bittiğinde, aradaki boş aylarda sözleşmeli öğretmenlerimiz parasız ve sigortasız bırakılmaktadır. Öğretmenlerimizden eğitim alanında nasıl bir verim beklenebilir ki? Beklenemez! Öğretmenlerimizin ekonomik, soysal ve kültürel alanda sorunları çözülmedikçe, işleri hepten zorlaştıkça verim yerine, ders günlerinin bir anlamı olmaz. Ortaya da saman kafalı bir genlik çıkar ve o da egemen güçlerin işine yarar.

Ataması Yapılmayan Öğretmenler Platformu “AYOP” Altı ilde yaptıkları eylemde tebeşir kırarak, seslerini duyurmaya çalıştıklarında, kadrolu ve güvenceli öğretmenlik hakkı istemişlerdir. Ayrıca işsiz öğretmenlerin geçtiğimiz günlerde seslerini duyurmak için açlık grevi yapmışlardı.

Kapitalist sistem, sorunların çözümü yerine çözümsüzlük üretmektedir. Ucuz eğitimden kazanç elde edeceğim derken, öğretmenleri işsiz bırakırken, sözleşmeli yaparken yoksulluk sınırlarını bir anlamıyla genişletmiş olmaktadır.

Milli Eğitim Bakanı Nimet Çubukçu öğretmen atamalarını 15 bin olarak açıklamıştı. Ataması Yapılmayan Öğretmenler Platform üyesi Ebru Zeynep Yaman, Türkiye genelinde öğretmen ihtiyacının Personel Dairesi Genel başkanı tarafından 140 bin, sendikaların 200 bin olarak görüş bildirdiklerine vurgu yaptı.

Ülkemizde gün geçtikçe insan manzaralarının farklı boyutunu öğretmenlerin işsiz oluşuyla görmekteyiz. İnsanca yaşamın, fırsat eşitliğinin olmayışını görmekteyiz. Kapitalizm eğitimcilerimizi ucuz işgücü olarak görürken, suskun ve tepkisiz bir toplum yaratmanın sevdasında olduğunu görmekteyiz.

Eğitimde, AB ayarı denildi. Yasalar arka arkaya çıktı. Medeniyet çağını yaşadığımız iddia edildi. Sonunda yapılanların birer fos olduğu ortaya çıktı. Öğretmenlerimizin çilesi biteceğe benzemiyor. Kapitalizm, ucuz işgücüne doymuyor. Bir yandan emekçiler haklı talepleriyle meydanlarda ve bizler o seslere kulak vermeliyiz. Yoksa sıra bizim çocuklarımıza gelecek! Anlıyor musunuz?

------------
Newroz haftalık siyasi yorum gazetesi

28 Kasım 2009 Cumartesi

Faşizm kanıksanırsa eğer...


Murat Çakır
cakir@rosalux.de

Bilinen bir hikâyedir: Afrika’da sayıları hayli yüksek olan bir öküz sürüsü, sürekli aslanların saldırısına uğramaktan gına getirmişlerdi. Ne yapalım, ne yapalım diye düşünürlerken, genç bir arslan onlara teklifte bulunmuş: »Siz siz olun, kendiliğinizden bize aranızdan birini verin. Hasta, yaşlı veya zayıf olanlardan birisini verebilirsiniz. Hem biz size saldırmaktan vazgeçeriz, hem de siz strese girmez, sürekli korku içerisinde olmazsınız.« Öküzler aralarında teklifi konuşmuşlar ve olumlu bulmuşlar. Öyle ya, arslanların her saldırısında zaten en zayıf olan onların eline geçiyormuş, ama arada diğerlerinden bazıları da yaralanıyormuş. Böylece arslanlara her hafta en zayıf olanlarından birisini vermeye başlamışlar. Gel zaman, git zaman bir de bakmışlar ki, o büyük sürüden azıcık öküz kalmış. Aralarında konuşuyorlarmış, »yahu, nerede hata yaptık acaba?« diye. Yaşlıca bir öküz demiş ki: »asıl hatayı, ilk öküzü vermeyi kabul ettiğimizde yaptık!«

Son günlerde Türkiye’deki toplumsal cinnet görüntülerini televizyonlardan izlediğimde, hep bu hikâye geliyor aklıma. Genellikle Avrupa ağırlıklı yazıları kaleme alıyorum, ama bu sefer redaksiyondaki arkadaşlar darılmasın, kısaca Türkiye’ye değineceğim – Avrupa ile bir bağlantı kurmadan değil tabii ki.

1945 yılında Alman faşizminin yenilmesinden sonra Bavyera’ya gelen ABD askerleri, Dachau kentinde yaşayan Almanları silah zoruyla Dachau Toplama Kampına götürmüşlerdi. Onca yıl, yaz kış demeden kar gibi başlarına yağan küllerin, insanların yakıldığı krematoryumlardan geldiğini bal gibi biliyorlardı. O günlerden kalan bir filmde de görüldüğü gibi, toplama kampında cesetler arasında dolaşan Dachau sakinleri, gördükleri manzara karşısında kapıldıkları dehşeti gizleyemiyorlardı. Nitekim, Nasyonalsosyalizmin yarattığı dehşet, Almanların hafızasına, bir daha silinmeyecek bir utanç damgası olarak kazındı. Ha, bundan ders çıkartıldı mı, o ayrı bir konu.

Nasyonalsosyalistlerin iktidara gelmesindeki en önemli etkenlerden birisinin, kitlesel işsizlik ve müthiş yoksullaşma olduğunu söylersek yanılmayız sanırım. Yahudilere karşı kökleşmiş olan sosyal kıskançlık ve ırkçı karşıtlık, daha sonraları Yahudilerin malları aryanlaştırıldığında, yani Almanlar tarafından el konulduğunda da hiç hafiflemedi. Aksine, elde edilen imtiyazlar sonucunda faşizm kanıksanmaya başladı – ta ki müttefiklerin bombaları başlarına düşene dek. İşte o zaman kimi Alman sormaya başlamıştı: »Yahu, nerede hata yaptık acaba?« diye.

Günümüz Türkiye’sine şöyle bir baktığımızda, yoksulluğun giderek kitleselleştiğini, 687 milyar Dolarlık millî gelire rağmen, aşırı derecede dağılım eşitsizliğinin kök saldığını, sosyal sorunların kronikleştiğini, açık-gizli işsizliğin derin yaralar açarak büyüdüğünü, alt ve orta sınıfların devlet bütçesindeki açıkların ve borçlanmanın faturasını doğrudan ve dolaysız vergilerle ödediğini, bölgeler arası ekonomik ve sosyal eşitsizliğin giderek daha büyüdüğünü, ama farklı toplumsal katmanlara tanınan imtiyazların ve enformel sektörün sosyal patlamaları engellediğini görürüz.

Bununla birlikte, hiç kimsenin, yani halkın ve elitlerin hukuka güvenmediklerini, hukukun üstünlüğü ilkesinin gerçekleştirilmediğini; militarist şiddet sarmalıyla birlikte, bireyler arası ve toplumsal şiddetin yerleşik cinnet hâline geldiğini, geniş kesimlerin »hak gasp etmekten« rahatsız olmadıklarını; ekonomik, politik ve toplumsal yaşamda »orman kanunlarının« geçerli olduğunu; ölümün, trajedilerin, doğa katliamlarının kanıksandığını; şövenliğin, ırkçılığın, ötekileştirmenin had safhaya ulaştığını; küçük bir azınlık haricinde hiç kimsenin hâlinden memnun olmadığını; korku toplumunun yaşamın her alanında yarattığı travmaları görebiliriz. Ve aslında herkesin herşeyi bildiğini!

Bugün Kürtleri linç etmeye kalkışan Akyazılılar, Arifiyeliler, Konyalılar, İpsalalılar, Hayrabolular, Afyonlular, İzmirliler, Bayramiçliler ve diğerleri, bu gerçekleri, dağlara yağdırılan bombaların her Cent’ini kendilerinin ödediklerini; tarihte olduğu gibi, egemenlerin çıkarları için savaş meydanlarında gencecik bedenleri gömdüklerini; dedelerinin canlarına kıydıkları Ermeni’lerin malına-mülküne el koyulduğunu; »zenginlerin cüzdanından ibaret olan« vatan-millet-sakarya için insanlıktan çıkılmasına tahammül ettiklerini; »komşusu aç bitâpken« sıcak yataklarında uyuduklarını ve egoistce davrandıklarını bilmiyorlar mı? E, Allah akıl-fikir vermiş. Okuma yazmaları da var. Biliyorlar elbet, hem de bal gibi!

Asıl sorun da bu ya. Peki, ya çıkış yolu? Bugüne kadar söylenenleri tekrara ne gerek? O da biliniyor. Belki tek bir nokta eklemek gerekir: toplumsal gruplar, kendi çıkarlarını ancak kendilerinden farklı, kendilerinden zayıf olanların haklarını savundukları zaman koruyabileceklerini öğrenmeleri gerekir. Alevî, baş örtüsü özgürlüğünü savunduğunda; inananlar, inanmama hakkını sahiplendiklerinde; Türk, Kürdün eşitliği için sokağa çıktığında; emek hareketi, tekil talepler yerine, örneğin demokratikleşme için genel grev örgütlemeyi düşündüğünde; sosyalist, demokrat olmayı becerebildiğinde yeni ufuklar açılacaktır. Yani herkes, hep en zayıfın perspektifinden düşündüğünde, yarın öbürgün birisinin çıkıp, nerede hata yaptığımızı söylemesi engellenir. Haksız mıyım, ne dersiniz?

25 Kasım 2009 Çarşamba

Piedad Cordoba İle Söyleşi

"Türkiye’deki demokrasi mücadelesini selamlıyorum"


Kolombiyalı avukat ve Liberal Parti senatörü Piedad Cordoba ile 23 Kasım tarihinde Caracas’ta bulunduğu esnada kalmakta olduğu otelde kısa bir söyleşi yaptık.

Barış için Mücadele Eden Kolombiyalılar ismindeki Kolombiya’daki savaş ortamından politik yoldan çıkışı ve hem FARC’ın elinde tuttuğu rehinelerin hem de Kolombiya cezaevlerindeki gerillaların karşılıklı olarak serbest bırakılması için mücadelele eden sosyal hareketin öncüsü olan senatör Piedad Cordoba, 2009 yılı Nobel Barış Ödülü için de aday gösterilmişti.

Cordoba, Kolombiya’nın yaşadığı savaşın ve bunun sonucu olarak ülkede yaşanan ağır politik, sosyal ve ekonomik krizin çözümünün Alvaro Uribe hükümetinin yürüttüğü savaş politikasının tersine gerilla dahil olmak üzere ülkedeki tüm sosyal kesimlerin biraraya gelerek ülkede barışı tesis etmesi üzerine kurulu olduğunu ön plana çıkarıyor. Siyah bir babanın kızı olan Piedad Cordoba ırkçılığa karşı ve kadınların mücadelesinde de ciddi bir rol oynuyor.

Kolombiya’daki demokrasi mücadelesinde tuttuğu yer nedeniyle 1999 yılında paramiliter grupların kurucusu ve şefi olan Carlos Castaño tarafından kaçırılmış ve birkaç hafta sonra da serbest bırakılmıştır. Kendisine ve ailesine yönelik tüm ölüm tehditlerine rağmen Kolombiya’da barış için mücadeleye devam eden senatör Piedad Cordoba, başkan Alvaro Uribe’ye rağmen FARC’ın elindeki politik rehinelerin ve savaş esirlerinin dialog yolu ile bırakılmasını sağlamıştır.

Piedad Cordoba ile Caracas’a yaptığı ziyarette biraraya geldik ve kendisine Kolombiya’daki gelecek seçimler ve Nobel Barış Ödülü ile ilgili düşüncelerini sorduk.


Canan Ateş: Kolombiya’da gerilla ve hükümet arasındaki esir değişimi sürecinin şu an geldiği aşama hakkında bize bilgi verebilir misiniz?

Piedad Cordoba:
Bu konu Kolombiya günlük politikasında ölü bir nokta. Bunun sebebi bu konuda çaba göstermemekten kaynaklı değil, hükümetin belirlemeleri daha doğrusu sınırlandırmaları içerisinde çözmeye çalışmaktan kaynaklanıyor. Açıkçası hükümetin esirleri kurtarmak gibi bir niyeti yok, çünkü esir değişimi meselesinde adım atmanın toplumda, varolan çatışmanın dialog yoluyla çözülebileceği düşüncesini yaratacağından korkuyor. Bu düşünceyi engellemek ise hükümetin seçim kampanyasının bir parçasını teşkil ediyor.

Canan Ateş: Uribe, gelecek seçimleri kazanırsa bu durum Kolombiya’nın geleceğini nasıl etkiler?

Piedad Cordoba: Eğer Uribe seçimleri kazanırsa göklerin sahibi olur, şeytan ve tüm diğerleri ile birlikte (gülüyor). Gerçekten de seçimleri kazandığı takdirde bu Kolombiya için cehennem anlamına gelir. Esir değişimi konusunda somut adımlar atma konusunda son derece dezavantajlı bir ortam yaratır. Diyebilirim ki bu noktada Kolombiya’nın bağımsızlığı için tüm güçleri aynı çatı altında toplamak son derece büyük bir öneme sahiptir.

Canan Ateş: 2009 Nobel Barış Ödülü adayları arasında öne çıkanlardandınız. Ancak bildiğimiz gibi ödül ABD devlet başkanı Barack Obama’ya gidince bir şaşkınlık yaşandı. Sizin bu konudaki düşünceniz nedir?

Piedad Cordoba: Benim bu konuda özel bir beklentim yoktu. Ancak ödülün Obama’ya verilmiş olması Kolombiya’daki iç savaşa yönelik bakışta bir denge yaratabilir. Obama’nın ödülü almış olması, ABD’de gelişmekte olan savaş karşıtı kesimlerin daha ileriki bir süreçte güçlenmesi gibi bir sonuç yaratabilir. Şu an Obama’nın içerisinde bulunduğu durum oldukça zordur. Savaş isteyen bir mekanizmaya başkanlık yapmak gibi zor bir durumla karşı karşıyadır. Obama’nın Nobel Barış Ödülü’nü alması, Kolombiya’daki savaş ortamından dialog yoluyla çıkış açısından düşünüldüğünde bir fırsat yaratabilir. Çatışmanın dialog yoluyla çözülmesi ise demokrasinin gelişmesi ve yeni bir toplum yapısının yaratılmasını sağlayacak olan tek çözüm yoludur.

Canan Ateş: Kolombiya’daki savaşın sona ermesi için uluslarası dayanışmanın önemi nedir?

Piedad Cordoba: Kanımca son derece gerekli olmasına rağmen yetersiz bir seviyededir. Dayanışma fikir belirtmek, yorum yapmak ve bu konuda yazı yazmak olarak algılanıyor. Oysa gerekli olan dayanışma, eylem seviyesinde olmalıdır. Örneğin, UNASUR’da Kolombiya’daki çatışmanın sona ermesi için etkili kararlar alınmasını sağlamak ciddi bir dayanışma adımıdır. UNASUR ülkelerinin Kolombiya hükümetini esir değişimine zorlamasını sağlamak bir eylemdir. Bu somut bir dayanışma örneğidir. Diğer bütün yapılanlar ‘iyi niyet’ seviyesinden öteye geçemez. Bu adımlar da önemlidir ancak dayanışma seviyesinin altındadır. Bizim ihtiyacımız bunlardan daha ileri bir seviyede bir dayanişmadır.

Canan Ateş: Savaştan en çok zarar görenlerin kadınlar olduğu düşünülürse, kadınların barış mücadelesindeki rolleri hakkındaki görüşleriniz nedir?

Piedad Cordoba: Bu konuda, Birleşmiş Milletler Örgütü tarafından savaş durumunda kadınlara özel mültecilik statüsü verilmesini sağlamak için uğraşıyoruz. Kanada’da siyasi mülteci olarak bulunduğum 2000 yılı içerisinde bu konudaki girişimlere aktif olarak katıldım. Sadece savaşın kadınlar üzerindeki ‘görülmeyen’ etkilerini deşifre etmek amacıyla değil, kadınların savaşı sonlandırma sürecinde de aktif rol oynamalarını hedefliyoruz. Kolombiya’nın ABD tarafından ‘resmi’ bir şekilde de işgal edilmiş olduğunu düşünürsek Palanquero’daki ABD askeri üssünde askerler tarafından defalarca kez tecavüze uğramış Kolombiyalı çocuğun durumu, savaşın kadınlar üzerindeki etkisinin en somut örneklerindendir. Buna karşı Bogota’da 40 binin üzerinde kadının sokağa çıkması çok önemli bir olaydır. Sadece bu örnek bile politik arenada kadınların gücünü göstermektedir.

Canan Ateş: Söyleşi için çok teşekkür ederiz. Demokrasi mücadelesindeki çalışmalarınızda başarılar dileriz.

Piedad Cordoba: Ben de teşekkür ederim. Bu arada İstanbul’u gerçekten görmek istediğimi belirtmek isterim. Çocuklarım daha önce Türkiye’yi görmüşlerdi. Türkiye, benim için babamın çocukluğumda anlattığı uçan halı masallarındaki gibi bir rüya anlamı taşıyor. Buradan Türkiye’deki demokrasi mücadelesini selamlıyorum.

CANAN ATEŞ
24.11.2009 / Caracas

24 Kasım 2009 Salı

BİRBİRLERİNİ AKLIYORLAR



Hüseyin Habip Taşkın
habibtaskin@gmail.com

Dünyada yaşayan insanların çileleri bitmiyor. Aksine emperyalistlerin oyun içindeki oyunları da bitmiyor. Emperyalistlerin işgalleri bitmezken, yeni yayılmacı politikaları bitmiyor. Halkların yoksulluğu ve açlıkları bitmiyor. Emperyalizmin karşısında güçlü bir muhalefet olmadığı için istediğini istediği gibi yaparken, sorunlar bitmiyor.

Hepimiz televizyonda haberleri izleriz. Bazı günler o kanalın ne kadar ödül aldığını ballandıra ballandıra spikerin kendi ağzından duyarız. Böylelikle o kanalın çok iyi kanal olduğunu kitlelere enjekte etmeye çalışır. Sermaye kendi malının reklâmını televizyonlardan, radyolardan ya da panolara asılan afişlerle en iyi mal benimkisi diye kitleleri kendinden geçirmeye çalışır. Emperyalist sistemde reklâmın “iyisi, kötüsü” olmaz diye bir düz mantık vardır.

ABD’nin işgalci ruhu devam ediyor. İstediği gibi rotasını çizerek hedefe ilerlemeye devam ediyor. ABD Başkanı Barack Obama Bush’un bırakmış olduğu işgalci anlayışla yoluna devam ediyor. Sonuç olarak halkların gözyaşları kurumadan yenileri eklenerek akmaya devam ediyor.

ABD Başkanı Barack Obama Nobel ödüllerinden olan barış ödülüne ve10 milyon İsveç Kronu’na layık görüldü. Açıktan göz göre göre bunun adına birbirlerini aklıyorlar denilir.

Irak’ta işgal devam ederken, ABD askerlerinin 142 bin olduğu söylenirken, hani Barack Obama seçimden önce seçmenine söz verdiği 16 ay içerisinde Irak’taki askerlerinin büyük bir bölümünün çekileceğini söylerken, ABD emperyalist militarist gücünü göstermeye devam ederken, Barack Obama barış ödülüne layık gösterilirken gelişen olayları çarpıtmaktan başka bir şey değildir.

Afganistan’da değişen herhangi bir olay olmadığını görmekteyiz. Aksi istikamet yönünde işgalci ABD’nin 30 bin olan askeri sayısını 62 bine kademeli olarak çıkardı. Barack Obama’ da yılsonuna kadar toplam sayının 100 bin olması için 40 bin asker ihtiyacı için çalışmalara başladı.

Başka bir film çevirmeye gerek yok! Bu film içinde üçkâğıdın her türlüsü var. Olur mu olur! Cannes film ödülünü de ABD Başkanı Barack Obama’ya verirler. Sakın şaşırmayın!

CIA’nın yapmış olduğu ve su yüzüne çıkıp dalga dalga yayıldığı işkencelerin raporunu aylarca kim engelledi dersiniz? ABD Başkanı Barack Obama… Demek ki, işkencecileri aklamakta olup onların avukatlığını da yaptı. Irak ve Afganistan’daki ellerinde bulunan tutuklulara yapılan işkence fotoğraflarının yayılmaması için bir üst mahkemeye başvuran barış ödüllü Barack Obama yaptı.

ABD’nin el attığı ülkelerde yoksul insanların yüreklerinde yangın var. Barış ödülüne gülmemek elde değil! Neyin barışı ve Barack Obama nasıl katkı yapmış olabilir ki! Barışa katkı yapıldığı yok! Sadece işgal var. Ölüm var! Kendi ülkelerinde sürgün hayatı yaşayan insanlar var. Cinsel baskılara uğrayan yığınla kadın ve kızlar var. Varlar kervanında yok yok…

Guantanamo esir kampını bilmeyenimiz yoktur. Şu anda 225 kişinin bulunduğu söylenmektedir. Seçimlerden önce buranın kapatılacağına dair sözleri Barack Obama seçmenine söylemişti. Geçmişte orada bulunan tutsaklara işkence yapılmasıyla gündeme gelmişti. Bu günde orada işkence yapılmıyor diyemeyiz. Çünkü emperyalizme güven olmaz.

Barack Obama koltuğuna oturduğu zaman gözlerini Pakistan topraklarına dikti. Orada birlikte yaşayan halkları birbirine düşürmeye çalıştı. Bu ülkeyi parçalara ayırarak bölmeye çalıştı. Pakistan’ın kukla yönetimiyle, askeri güçler kendi topraklarını bombalıyor. Pakistan ve Afganistan’daki operasyonlar için yıllık 1 milyar dolar ayrılması için Barack Obama ABD senatosunu iknaya uğraşıyor.

Ne dersiniz bu işe! Kendilerine demokrat diyorlar ama ellerinden gelen tüm kötülükleri dünya halklarına yapmaya devam ediyor.

ABD’nin uzun elleri Somali’de sömürü ve talana dayalı politikalarını orada devam ettirmeye çalışıyor. ABD burada Etiyopya’yı da arkasına almış Somali’de İslamcı örgütleri bahane ederek, köyleri bombalamaya hakkı olduğunu varsayarak bildiğini okumaya devam ediyor. ABD’nin savaş uçakları El Kaide’yi gerekçe göstererek geçen hafta bir köye füze saldırısında bulunuyor. Aynı günlerde El Kaide’nin yöneticisi olduğunu ileri sürerek bir kişiyi gözaltına ABD askerleri alıyor.

Nobel Barış ödülünü verenlerin amacına bir bakılmalı ve kuruluşuna! Emperyalist patentlidir. Barış demek ve uygulamak farklı bir çizgidir. Bu barışı emperyalizm sağlayamaz. Halkların ortak, sınıfsal mücadelesi sağlar. İşin gerçeğine bakacak olursak! Barış bize şu an çok uzak…

--------------------

NEWROZ HAFTALIK SİYASİ YORUM GAZETESİ

22 Kasım 2009 Pazar

Gizemin Gizi


Solculara gelince ya da ilerici olduğunu söyleyenlere, biraz daha ağır olacak eleştirim. Çünkü dini inançlarla ilgili düşüncelerde kayıtsız şartsız itaat vardır. Bir nevi tebaalık ile beslenen bir düşünce sistemidir. Ama ilericilik bilimsellikle beslenir, yüzü hep ileriye dönüktür. Ama bu geçmişin inkârı, yok sayılması anlamına da gelmemelidir. Geçmiş ile geleceği harmanlayabilmek, işlevi biten dalları budayabilmek işte ana tema budur.”

Remzi Aydın
remziaydin62@hotmail.com

Size bir hikâye anlatacağım. Psikolog bir arkadaş; muayenehanesinde çocuk psikoloji ile ilgili kitap okurken, bir kadın içeriye girmiş. Ekonomik seviyesi oldukça iyi olan ve giyimi, kuşamı ile albenisi olan bir kadın. Doktor’un elindeki kitaba bakarak; “ay ben bunların hepsini de biliyorum… Sizde de aynı kitaplardan varmış.” demiş. Doktor da kadına bakarak; “çocuğunuzdan belli” demiş. Çocukta aileden kaynaklı ciddi psikolojik sarsıntılar varmış zira.

Anlattığım hikâye sadece o kadınla sınırlı olsaydı keşke ama değil. Toplumun büyük kesiminde olan bir hastalık maalesef. Bende beylik bir söz edeceğim, diyeceğim ki seksen ihtilalının bizde yarattığı en ciddi “vurgun” buydu işte. Hani işkencelerin iğrençliğini, cezaevi şartlarını ve orada yaşanılan olumsuzlukları hepimiz bir şekilde gözlemledik. Hatta son zamanlarda nasıl olduysa! Sık sık dizilerde de karşılaşır olduk! Gerçi bir çok şeyle karşılaşıyor ve şaşkınlık içinde el çırpıyoruz, sadece söylemlerden bile etkilenip insanları övüyoruz. En son ne zaman yapmıştık bunu? Bir adalet bakanı çıkıp;” evet işkence yapılmıştır” dediğinde, ya ne muhteşem adam bak kabul etti! Peki değişen ne oldu? İşkence bitti mi? Şu anda aklıma geldi, gericilikten şikâyet eden cumhuriyete sıkı sıkıya sarılan insanlara sormak gerekir? Seksenlerde Dersim’in her köyüne zorla cami yapan insan kimdi ve rütbesi neydi? Bak yine konu farklı mecralara kayıyor toparlamalıyım hemen! Sonra ne mi oldu? Toplum olarak beyinsel felçli olduk. Okumaktan korktuk, okuduğumuzu yorumlamaktan, akıl süzgecinden geçirip hayata aktarmaktan mahrum kaldık. Bazen kendi kendime bir korkuya kapılıyorum. Birileri bize süs bebekleri yapıyor, oynayıp sıkılınca bir kenara atalım diye. Ve bu bebekler seri halinde yapılıyor. Cezaevinde işkence bebekleri, dersim katliamı bebekleri, Pir Sultan bebekleri, Madımak bebekleri, Çhe bebekleri v.b İçi boşaltılmış, duygu ve özden uzak süs bebekleri ile devrimcilik yapıyoruz ama farkında değiliz.

Ben ilericiyim, devrimciyim, sosyalistim, komünistim, şeriatçıyım, Fettullahçıyım, tarikatçıyım vs aklınıza ne gelirse gelsin hepsinde gelişen bir hastalık bu. Bir toplum düşününki yılda yüz kişiye bir kitap düşsün ve herkes her şeyi biliyor olsun. Veli okula geliyor, öğretmenden daha çok şey biliyor. Hasta doktora gidiyor ama teşhisi zaten kafasında koymuş olsun, hastalığını da biliyor olsun. Kapıdaki görevli, başhekimden daha fazla yetkilerle donatıldığını hareket ve tavırlarıyla sergiliyor olsun. Ama yine aynı toplum, televizyonda yemekteyiz ve kaynanalar diye uyuşturucudan günde sekiz saat alsın.

Dinsel yönleri ile öne çıkanlar, efendilerinin aklı ile düşünüp onların ağzıyla konuşsun. Oysa kaynağın ilk çıkış noktası olan Kuran-ı kerimden bihaber. Kaynağı tanımadan, ona sızmaya çalışan kirli ırmaklardan susuzluğunu giderirken, en temiz sularla beslendiğini iddia edip dursun. Arabistan da iki yıl üst üste hurmalar meyve vermemiş. Halk toplanıp Hz. Muhammed’in huzuruna çıkmış. Ya Muhammed bu yılda ürün alamazsak perişan oluruz, ne yapacağız bize akıl ver demişler. Peygamber’de onlara hurmaları budamalarını öğütlemiş. Halkta hurmaları budamış ve bir yıl sonra tekrar mahsul olmayınca, birazda incinerek Peygamberin yanına varmışlar; “dediğini yaptık ama yine mahsul olmadı” demişler. Peygamber de; “ben çiftçi değilim sadece size bir öneride bulundum” demiş.

Solculara gelince ya da ilerici olduğunu söyleyenlere, biraz daha ağır olacak eleştirim. Çünkü dini inançlarla ilgili düşüncelerde kayıtsız şartsız itaat vardır. Bir nevi tebaalık ile beslenen bir düşünce sistemidir. Ama ilericilik bilimsellikle beslenir, yüzü hep ileriye dönüktür. Ama bu geçmişin inkârı, yok sayılması anlamına da gelmemelidir. Geçmiş ile geleceği harmanlayabilmek, işlevi biten dalları budayabilmek işte ana tema budur.

Tüyap’ta kitap fuarında iki tane delikanlı geldi standa. “Dini eleştiren kitap olarak neyi tavsiye edebileceğimi “sordular. Ne diyeceğimi şaşırdım, nasıl bir kitap verebilirdim! Eğer Kuran-ı kerim, ya da İncil veya herhangi bir kutsal kitap olsaydı inanın birini hiç çekinmeden verebilirdim. Tanımadan eleştirmek, sindirmeden yadsımak yok kabul etmek bu hangi duygunun iz düşümü. Eski bir dostum vardı, uzun süre içerde kalmış hâlâda kendini sosyalist olarak adlandıran bir dost. Bir gün bana dedi ki; “geriye dönüp baktığımda bu süreçte kendime ne kadar uzaklaşmışım. Kendine uzaklaşmak, bunun altında yatan gizem ise onun keşfedebileceği bir duygu. O sır; ancak onun okuyabileceği bir mektupta yazılı” Bir insan hem sosyalist hem de doğaya tapan biri olamaz mı? Bir insan hem komünist hem de bir kadına yoldaşına aşık olamaz mı? Bir insan hem devrimci, hem de kendi köküne sıkı sıkıya bağlı olamaz mı? Hem ilerici olup hem de 38’in acısını yüreğinde hissedemez mi? Devrimci olup, beş asır önce yaşayan Pir Sultan’ın düşüncelerini benimseyemez mi? Yağmalamak kötüdür, insanların elinden değerlerini çalmak yağmalamaktır. Ya daha iyisini vereceksin ve bunu yaparken kişinin rızalığını alacaksın, ya da hiç dokunmayacaksın.

Gericiler iki şeyi yağmalar; hem bu dünyalığınızı hem de bu dünyalığa göz dikmemeniz, kaderinizmiş gibi sömürülmeyi kabullenmeniz için geleceğinizi yağmalar ve siz bunu fark edemezsiniz. Size huriler ve sonsuz yiyecekler sunar olmayan cennette. Bu dünyanızda, öbür dünya diye hazırlandığınız cennetinizi de yağmalar bu arada. Hatta bu uğurda sizi kendine katil olarak tutar, insanlar yaktırır, katliamlar yaptırır ve siz katliamdan zevk alan mutlu olan tek yaratık olarak tarihe geçersiniz, çünkü doğada katliamdan mutlu olan başka bir yaratık yoktur. Sivas’da diri diri çocuklar ve aydınlar yakılırken; çığlıklardan zevk alarak, alkış tutabilecek yaratık işte bu sistem ile yaratılır. Dersimde 38 de yapılan katliamda, bebeği bacaklarından tutarak havada bir iki sefer savurduktan sonra kafasını bir kayaya vurarak parçalayan komutan, ölmüş annesinin memesinden emdikten sonra kumda oynayan bebeği süngüleyen asker, yüzlerce kadını ve çocuğu bir odaya doldurup gaz bombası ve mitralyözle taratan kafa ve uygulayıcıları böyle yetişir. Düşününki, erkekleri o anda dere kenarında kurşuna dizilirken bundan habersiz kadınlar askerlere ayran ikram ediyor ve biraz önce elinden ayran alıp içtiği kadını daha ayranı bitmeden kurşuna diziyor, böyle bir yaratılmış hangi sistem, hangi düşünce ile beslenir ve büyür?

Faşizme karşı durduğunu iddia eden insanlar; kendi milliyetçiliğini kendi ırkçılığını yapmaya başlamış. Herkes felsefeci, psikolog, sanat uzmanı, eleştirmen, yazar, ressam oluyor. Susmak bazen en büyük erdem, suskunca izlemek beslenmenin bir başka yolu. Oysa biz bu tevazuu bile gösteremiyoruz, oysa bilenler zaten bağırarak “biz bilmiyoruz” diye feryat ediyor. “Ben bilmiyorum” diye feryat eden insanların sözlerini; haraç mezat paraladıktan sonra biz bağırıyoruz “ben biliyorum”. Bilgisizliğinde bilgisizliğini pazarlıyoruz oysa.

Neden toplum olarak sözsüz müzikten haz almayız, neden klasik müziği sevmeyiz? Yo öyle ben severim deme! Çünkü yine bu topluma sorarsan herkes klasik müziği çok seviyor, nerede? Başkasının yanında. Yalnızken yine kendi aç ruhu için modası geçen müziklerle besleniyor. Sonra notalara neden sözden bir don biçeriz, sorguladınız mı? Çünkü biz “Gizem’e, keşfedilmeyi bekleyene” katlanamayız, isteriz ki her şeyi ile kendini bize sunsun, apaçık ortada kalsın ve biz beleşçe lüpletelim. Oysa notaların bize öğretildiği gibi, do, re, mi ile arasında bağda yoktur. Her ses kendisine ait gizemi içinde barındırır. Bırakın herkesin dünyasında, yüreğinde, ruhunda kendine ait keşfedilme özgürlüğünü yaşasın. Bu bile bize zor gelir, işin içinden çıkılmaz bir hâle dönüşür. Yedi ses, yedi iklim, yedi renkli çiçek, yedi kat gök, yedi kat toprak, yedi kaynak suyu, yedi haleli yıldız, yedi ulu bırakın herkes yedi notayı yüreğinde ve bilgilerinde, tecrübelerinde şekillendirsin ama bu şekillendirme yağan milyonlarca karın bir birine benzediği kadar aynılaşsın. Birbirine çarpmadan yeryüzüne insin ama birbirine hiç benzemesin yinede birleştiğinde muhteşem tek vücuda dönüşebilsin. Ne gibi mi? Farklı ruh yapısındaki milyonlarca insanın bedensiz hali gibi. Ne gibi mi? Doğadaki milyonlarca yaratılmışın muhteşem ahengi gibi. Ne gibi mi? Toprağa karışmış binlerce insanın uyuduğunu düşündüğümüz mezarlar gibi. Bir vadideki yüzlerce farklı çiçeğin, tek bir örtüde kendi özgün kişiliğini kaybetmeden, bütünün parçası olma olgunluğunu cesaretle ortaya koyabilmesi gibi.

İnsanları yağmalamak kadar kötü bir eylem olamaz. Hele bunu ilericilik ve devrimcilik adına yapıyorsan gericilerle aranda hiç fark kalmaz. Ve herkes her şeyi bilme lüksüne sahip değildir… Uzun lafın kısası, her şeyi bilmek, her düşünceye yorum yapmak ancak cahillerin işidir. Hele de bunu yaparken başkalarının beyni ve sözcükleriyle yapmaya kalkışmak zırcahillerin işidir. Bilmenin bilgisizliğinde yıkanmak; insanı kirletir… Kirlenmeyin…

21 Kasım 2009 Cumartesi

10. Yıl Marşı...


10. Yıl Marşı söyleye söyleye bu ülkeden 40 milyar dolar çaldılar‏

Oğuz Ağca

Batılılaşma bilindiği gibi Atatürk ve Cumhuriyet’le değil, Osmanlı döneminde Tanzimatla başladı.
Her ne kadar Abdülhamit’le Tanzimat Dönemi sona ermiş dense de, Cumhuriyet kuruluşana kadar Batılılaşma sevdasının sürdüğü bilinen bir gerçek.
Batılılaşmayı yanlış yorumlayan bir yığın eşek, bizi kendi kültür ve özümüzden etmiştir.

Batıda modernizm kendi değerlerini yitirmeden gelişmiştir.
Ozanına, şairine, yazarına, aydınına sahip çıkmıştır.
Bilhassa tarihine sahip çıkmıştır.

Ben bunları yazınca bazı laikçi-milliyetçi karışımı tiplemeler kendilerine küfüt etmişim gibi aşırı tepki veriyor.

Batı’nın bir Mahzuni Şerif’i, bir Neşet Ertaş’ı, bir Aşık Veysel’i olsaydı, onları tarih sayfalarına koca koca harflerle yazardı.

Medeniyet deyince Seda Sayan’ın .öt sallamasını anlıyorlar!

Ahmed Yesevi kimdir desem omuz silkecekler..
Pir Sultan Abdal, Hacı Bektaş, Mevlana hakkında neler biliyorsunuz?
Koca bir hiç!

Ahlak, vicdan, sorumluluk taşıma kaygısı kalmamış kimsede.
Koskoca Osmanlı tarihine dair hiç bir şey bilmiyorduk düne kadar.
Fatih Sultan Mehmet’ten başka Osmanlı tarihi öğretilmedi bizlere.
Ha bir de, Vahdettin’inin hainliği öğretildi.

Topluma iki büyük korku verildi.
Bir,Türkiye’ye şeriat gelecek..iki, Cumhuriyet elden gidecek.
Bizim yönümüz Avrupa’ya dönük olmalı daima denildi.
Şimdi AB ile müzakereler yapmaktayız, AB kapısının eşiğindeyiz.
Ulusalcı, laikçi, kemalist takımı yine ayakta.
Hayırdır kardeşim, nedir derdin?
İstediğin bu değil miydi? Avrupa, Batılılaşma, Batı medeniyeti, tüm bu kavramlar üzerinde 85 senedir durmuyor musun?
Şimdi neden karşı çıkıyorsun?

Demek ki senin derdin üzerinde durduğun bu kavramlar değil.
Senin derdin kendine ait statükocu, tekyanlı, elitlere ait bir Cumhuriyet.

İnsanları giydikleri, yedikleri, dinledikleri müzik yüzünden bile ötekileştirdiniz.
Ben bu Tanzimat kafasından, bu Tanzimat kafalılardan iğreniyorum.
Giyimin, ahlakla, vicdanla, onurla bir bağlantısı olabilir mi?
İnsanın giydiği, yediği, içtiği, o insana karaktersitik bir özellik katabilir mi?

Daha 15 sene geçmedi aradan, herkesin hatırlaması gerekir.
Ülkeyi soyup soğana çeviren, bankaların içlerini bir gecede boşaltan, bu milletin kırk milyar dolarını (28 şubat destekçisi laikler için rakam olarakta yazayım. 40 milyar ABD Doları) çalan tüm bu insanlar iyi giyimli, batılı görünümlü, Cumhuriyetçi tiplerdi.
10. Yıl Marşı söyleye söyleye bu ülkeden 40 milyar dolar çaldılar.

Bu lanet hayatın hiç bir kusuru ve eksiği yokmuş gibi, bu soygunlar bu ülkede hiç olmamış gibi hayata gülümsediniz.
Hayallerinizin heyecanlı akışını bozmak istemiyorum.
Zevkin en yüce şeklini böyle buluyorsunuz demek ki!

------------
http://www.oguzagca.net/

19 Kasım 2009 Perşembe

Göbeğini kaşıyan avukatlar


Oğuz Ağca

Dün ’Yargı dinleniyor’ diyen avukatlar Taksim`de bir yürüyüş yaptı.
Sözüm ona hukukçu geçinen istanbul Barosu`nun cunta yanlısı avukatları Taksim`de dinlemeleri protesto etmek için toplandı.

Başta demokratik bir eylem gibi gözükse de bu sizi yanıltmasın.
Genç Sivillerin`de iddia ettiği gibi Darbeci Baro`nun bir organizasyonuydu bu yürüyüs.

Keşke hukuk için yürümüş olsalardı.

Genç Sivillerìn yürüyüşe katılanlara büyük bir sürprizi oldu.

Bir otelin odasından “Darbeci Baro Hoşgeldin” yazılı pankart astılar.

Bu pankart onların gerçek yüzünü izah için yeterli olmuştur. Kimliklerini ortaya koymuştur.
Ardından da bana göre o pankarttan yüz kat daha etkili bir cümleye yer verdiler kendi sitelerinde:
“Tanrı bizi bunların dağıttığı adaletten korusun.”

Evet olay bu işte!

Tanri bizi taksimde toplanan sözde hukukçuların dağıtacağı adaletten korusun.

Hatta bu yönde tedbir almak bile zaruri olmuştur artık.

Bir sonra ki Hakimlik sinavına katılacak olan avukatların dünkü mitinge katılıp katılmadıkları tespit edilip sınavı kazansalar dahi mülakatta elenmeleri gerekiyor.

Benimkisi faşizan bir talep olsa dahi, bunların dağıtacağı adaletten daha adildir.

Dünkü mitingde CHP`li vekiller ile elele veren İstanbul Barosu Bakanı “na Baroya bağlı avukatların şu soruyu sorması gerekmiyor mu?

Bizler CHP`nin “Avukatlık Bürosu” muyuz?

Yargı´nın her geçen gün daha fazla ve gözle görülür biçimde siyasallaştığının farkında değiller mi?

Hem Baro`ya üye avukatlar içerisinde, hem de yüksek yargı organları da dahil olmak üzere yargı mensupları içerisinde kimi Ergenekon sanıkları ile makul açıklaması olmayan ilişkiler içerisinde olduğunu öğrendigimiz isimlerin varlığına yönelik bir tepkileri yok mudur bu avukat arkadaşların?

Gerekirse darbeye de eyvallah diyecek muesses nizam savunucuları mısınız yoksa?
Yıllardır alenen yapılan hukuksuzluga göz yuman sizler degil miydiniz?
Şimdi bu yaptığınız ikiyüzlülügün daniskası değil midir?

Oraya toplanan avukatların hangi amaca alet olduklarından haberdar olduklarını dahi düşünmüyorum.
Bekir Coskunùn literatürümüze soktuğu bir tanımlama var: Göbeğini kaşıyan adamlar.
Ergenekoncu ve Ergenekoncular ile akrabalığı olan kişilerin sözcüsü haline gelmiş İstanbul Barosu`na dahil avukatların “Göbeğini kaşıyan avukatlar” tanımlamasına uyduğunu düşünüyorum.
Baro`nun aldığı her karara harfiyen uyan, her eyleme iştirak eden, Baro`nun gittikçe nasıl siyalaştığını, nasıl hükümet karşıtı görünüme büründüğünü, nasıl çetelere sözcülük yaptığını sorgulamayan avukatlar, ancak göbeğini kaşıyan avukatlar olarak tanımlanabilir. Bu avukatlar kimlerin bireysel haklari için yürüdü?

Baro`da diğer devlet kurumları gibi bir arınma süreci yaşayacaktır mutlaka. Bunun bilincinde olan Baro yönetimi göbeğini kaşıyan adam tanımlamasına uyan bu sözde hukukçuları kullanmakta.
Taksime toplanan hukukçuların ne denli ikiyüzlü olduklarını anlamak için gündemi takip etmek yeterlidir.

Mesleğinden yana taraf gibi görünen bu arkadaşların hiçbir inandırıılığı yoktur.
CHP ve statükonun payandasi olmaktan baska hiçbir işlevleri yok malesef.
Polis devleti istemiyoruz diye slogan atan avukatlar sanırım asker devletinden memnun durumdalar.

Dünkü mitinge Asker Avukatların “Cumhuriyet Mitingi” dense yeridir.
Kendilerini asker ilan eden (MUSTAFA KEMAL’İN ASKERLERİYIZ!) bu insanların hukukçu olduklarını iddia etmek mümkün müdür?

Asker olmak isteyen hukukçu olabilir mi?

28 Şubat`ta askerden brifing alanlara da bunlara dendiği gibi “Hukukçu” denmiyor muydu?

Telekulak filan bahane.

Yargı yeni bir darbe peşinde.
-----------
Web: http://www.oguzagca.net/

Atatürk emri verdi, kızı bombaladı

M. Kemal Atatürk, manevi kızı Sabiha Gökçen'i Dersim semalarına yolcularken...

Mesut ONATLI
mesutonatli@hotmail.com

Nihayet bunca yıl sonra Dersim gerçeği ortaya çıkıyor. Dersim’de yaşanılanlar kadar bu yaşanılanların unutturulma çabası da korkunçtu zira. Öyle ki Alevilerin önemli bir bölümü bile hatırlamadı kendilerine yapılanları. Tarih bilincinden yoksunluk kişileri sadece bugünle bütünleştirir hale geldi ve bugün dini anlamda Alevilerin yaşadığı Sünni baskı onları evlerine “laik” Atatürk’ün posterini Hz. Ali’ninkinin yanına asma noktasına kadar getirdi.

Oysa burada bile bir gariplik vardı. Sünni Diyanet İşleri Başkanlığı ve Sünni eğitim de kendilerine Atatürkçü diyenlerce uygulamaya konuldu. 38’de Dersim’de yapılanlar ise tüyler ürperticiydi. O güzelim coğrafyanın ülkenin en tenha yeri olması tesadüf değil belli ki. Rakam verenlerin kimi öldürülenleri 9 bin kimi ise 90 bin olarak veriyor. 9 veya 90, öldürülenler öldürüldü, arda kalanlar da sürgün edildi. Bugün Orta Anadolu ve İç Ege’de Dersim-Alevi köylerinin varlığı bu sürgünün resmidir.

Dersim’de yaşanılanlar operasyonlarda yer alanlarca itiraf edildi. Ayşe Hür geçen yıl bu açıklamaları bir araya getirdi ve Taraf Gazetesi’nde yayımladı. Dönemin Dış İşleri Bakanı Sabri İhsan Çağlayangil’in “ ordu mağaralara zehirli gaz attı. Onları fare gibi zehirledi. 7’den 70’e Dersim Kürtlerini kestiler. Çok kanlı bir harekat oldu ve Dersim davası böyle bitti. Devletin otoritesi Dersim’de hakim oldu” açıklaması; Celal Bayar’ın “ Atatürk, şimdi ne olacak dedi. Ben devletin başıyım, bana itaat edecekler. Sorumluluğu üzerime alıyorum. Dersim’i vuracağız dedi, biz de vurduk” açıklaması ve yine Celal Bayar’ın Doğu Raporu’nda “ Kürtler silaha sahip. Devlete karşı isyan edebilirler. Önlem olarak 5 bin 2.500 kişiyi öldürelim veya kamplarda tutalım” açıklaması olanları yeterince anlatıyor. Ve görünen o ki olanlar isyan sonrası yapılan değil “isyan olmasın diye alınan önlem”dir.

Kürt tarihi yazarı David Mc. Dowall, “Modern Kürt Tarihi” isimli kitabında, operasyonda 50 bin askerin yer aldığını, 40 uçağın ve yüzlerce topun kullanıldığını belirtir. Yapılanın aslında Ermenilere yapılan bitirme planı olduğunu ama olayın büyüklüğünün bunu engellediğini dile getirir. Bu uçaklardan birinin pilotu ise Atatürk’ün manevi kızı Sabiha Gökçen’dir. Anlaşılan Atatürk’ün verdiği emri ilk uygulayanlardan biri de kızı oldu. Şimdiki Atatürkçüler de Sabiha Gökçen’in ismini görevini çok iyi yaptığının işareti olarak İstanbul’daki havaalanına verdiler. Sabiha Gökçen “dünyanın ilk kadın savaş pilotu” olarak nitelendirilirken savaşın hangi savaş olduğu belirtilmedi. Ama Dersimliler bu savaşı biliyordu. Havaalanına bu ismi verenler bir Dersim’linin bu havaalanına gittiğinde neler hissedeceğini dikkate almadılar.

Onur Öymen bu nedenle doğru söylüyor. Ben ve partim CHP Atatürk’ü savunuyoruz diyor. Açıkça, olanları Atatürk’ün yaptığını ve kendisinin de bunu dile getirdiğini ve tabi bu politikayı desteklediğini söylüyor. CHP tam da budur. CHP’nin seksen yıllık politikasının özüdür bu. Tek şef, tek parti, tek millet ve devamı tekçi zihniyetin kaçınılmaz sonucu. En küçük bir muhalefete izin vermeyen diktatoryal anlayış Kemalizm’in temel mottosudur. Kemalizm, muhalefeti bile kendi eliyle oluşturma çabasıdır. Tek doğru var ve bu doğru halka zorla kabul ettirilecektir. Şapka bile halka zorla taktırılmadı mı? Mete Tunçay “Türkiye Cumhuriyetinde Tek Parti Yönetimi’nin Kurulması 1923-31” isimli kitabında İtalya’dan İstanbul limanına gelen bir gemi dolusu şapkanın halk tarafından nasıl kapışıldığını anlatır. Şapkasız kalmama korkusuyla kim ne kapabildiyse onu taktı ve çoğu erkek kadın şapkası bulabildiği için kadın şapkası taktı. Baş gideceğine başta varsın kadın şapkası olsundu. Bu Kemalizm’in, aynı zamanda başın içiyle değil dışıyla ilgilendiğinin ve bugün de hala aynı anlayışı sürdürdüğünün resmidir… Cumhuriyet döneminde zorla giydirilen başlar bugün zorla açtırılıyor.

Kürt bölgesinde ise itaat etmeyenler tek tekten ziyade topluca bertaraf ediliyordu. Dersim benzeri katliamlar Ağrı’da, Zilan’da, Silvan’da ve daha birçok olayda yaşandı. Dersim ise “çıbanbaşı” idi ve otoriteyi hakim kılmak için ezilmesi gerekiyordu. Yapılanlar devletin zaferi olarak görüldü ve bu zaferi vurgulamak için de Dersim’in ismi, büyük operasyon öncesi yapılan 11 operasyondan birinin ismi olan Tunç Eli olarak değiştirildi. Ağrı’da(1930) yapılanların son günü (19 Eylül 1930) Cumhuriyet Gazetesi, Ağrı Dağı’nın doruğunda bir mezar ve mezarın içinde “muhayyel Kürdistan burada meftundur” yazılı karikatürle çıktı.

Olumlu olan Onur Öymen’in bu söylemiyle Pandora’nın Kutusu’nu açmış olması ve Dersimlilerin CHP’ye olan yaklaşımlarının bu vesileyle doğru mecrasını buluyor olmasıdır. Ve tabi iktidarın yaşanılanları “katliam” olarak nitelemesi göz ardı edilmemesi gereken bir adımdır. 80 yıllık “ayıp-zülüm-cinayet” son bulmalıdır artık.

18 Kasım 2009 Çarşamba

DENEY TAHTASINDAKİ BİZLER


Hüseyin Habip Taşkın
habibtaskin@gmail.com

Neler oluyor neler! Kaşla göz arasında insan boğazından geçen GDO’lar… Gerçekten insan hayatları Türkiye ve diğer ülkelerde bu kadar ucuz mu? Emperyalizmin sanayisi, teknolojisi, tarımda tohumluğu, gübreleri ve ilaçları sınır tanımıyor. Kendi ülkelerinde yasaklanan GDO’lar geri kalmış ülkelerde satışı serbest!

GDO’nun ne olduğunu anlamak için ufak bir araştırmaya girdim. Biyoteknolojik yöntemlerle kendi türü dışındaki bir türden gen aktarılarak belirli özellikleri değiştirilen bitki – hayvan ya da mikroorganizmalara “TRANSGENİK” ya da “GENETİĞİ DEĞİŞTİRİLMİŞ ORGANİZMA” denilmekte ve bu ürünler kısaca GDO olarak adlandırılmaktadır. Bu kapsamda, örneğin domuza ait gen domatese, bakteri veya virüse ait gende bir bitkiye aktarılabilmektedir.

Elbette insanlıktan yana hizmet götürmek isteyen bilim insanları bu GDO’nun detayına girerek nasıl tehlikeli olduğunu insanlara anlatacaklardır.

ABD eski Başkanı Bush’a bakılırsa, GDO Teknolojisi, tüm dünyadaki açlık sorununa çözüm üretebilmek için üretilmiş(!) Verim artacak, gıda bollaşacak, herkes doyacak!
Bush’un yorumu iyimser gözükse de inanmayın. Bush nasıl Irak işgalinde yalana dolana başvurduysa, GDO’ da da yalana başvurduğu belli olmaktadır. Fransa 2008’de üretimi yasakladı. Gerekçe olarak gösterdiği; “GDO’ların çevreye ve sağlığa verdiği zararlar. “ Aynı nedenlerle Yunanistan, Almanya, Polonya, Avusturya, Macaristan yasakladı.
ABD, geri bıraktırılmış ülkelere satışını şirketler aracılığıyla yapmaktadır. Ne de olsa, dünya ülkelerinin birçoğunda kendi oyunlarını rahatça oynata bilmektedir.
Dünyada Bir milyarın üzerinde insan aç. Ancak dünyada üretilen gıdalar, aslında dünyayı doyurmak için yeterli Açlık, üretimin her ülkede eşitçe yapılmadığından ve gıdaların paylaşılmamasından kaynaklanmaktadır.

Soruna teknoloji ve mülkiyet ilişkileri açısından yaklaşılabilir ve anahtar sözcükler, merkez, çevre (PERİFERİ), bağımlılık. Bu yaklaşımla Nobel ödülü kazanan iktisatçılar var, Güney Amerika’dan. Yaşadıklarından dersler çıkarmışlar. GDO Teknolojisini, elinde bulunduranlar sermaye sahibidir. Aynı zamanda pazarlanmasından yeni üretim alanlarını açarken parasal anlamda güçlerine güç katmaktadır. GDO’yu satın alanlar açısından bağımlılık derinleşmektedir.

GDO’lu ürünler üzerinde çalışmalar, ABD şirketleri tarafından başlatılmıştır. Tarla denemelerine 1985 yılında alınan GDO’ların ticari anlamda Ekimine 1996 yılında başlanmıştır. “TRANSGENİK” ekim yapılmakta olup, ekim alanlarının % 99’U; ABD, Arjantin, Kanada, Çin ve Brezilya’da bulunmaktadır. Bunlar tabiî ki, resmi olan belgelerdir.

Peki, hangi ülkelerde resmi olmayan GDO üretimi yapılmaktadır?

Dünyada GDO’lu olarak üretilen bitkilerin % 99’unu soya, mısır, kolza ve pamuk oluşturmaktadır. Bunların yanında patates, domates, pirinç, buğday, balkabağı, ayçiçeği, yerfıstığı, bazı balık türleri, kasava ve papaya da GDO’lu olarak üretiliyor. muz, ahududu, çilek, kiraz, ananas, biber, kavun ve karpuzda çalışmalar devam etmektedir.
Hafızalarımızı şöyle bir yoklayalım. Pazardan aldığımız salatalık, ıspanak, domatesleri buzdolabına koyduğumuzda, bir gün sonra dolabı açtığımızda “çat çat” diye sesler kulaklarımıza gelmiştir. Salatalığın boyu uzamış, domates fazlasıyla kırmızılaşmış, ıspanak bir haftaya yakın kaldığında sıvı hale gelip, sulanmış olup, pis bir koku burnumuza gelmiştir. Kavunun içinde tekrar kavunlaşmaya giden küçük tohumu görmüşsünüzdür.

Bizleri dünden bugüne yönetenler, dışa bağımlı hale gelmemizde etkin rol oynadıkları içindir ki, onlar genetikleriyle oynanmış gıdalar yememizin sorumlularıdır diyebiliriz. ANAP iktidardayken Çernobil nükleer faciası olmuştu. Yetkililer, televizyonda canlı yayında halkın karşısına geçerek çay içip radyasyon yoktur demeye getirmişti. O zamanın Bakanı Cahit Aral’da Turgut Özal’ın söylediklerini desteklemişti. Yıllar sonra Karadeniz’de radyasyon sonucunda ölen insanlarımıza rastladık ve en çok ölümlerin olduğu yer Trabzon. Şu anda bile Karadeniz’de radyasyon ölçümleri yapılmış değildir. Nerede, ne kadar radyasyon olduğu belli değildir. Memleketimden insan manzaraları, ama nasıl!..

ANAP iktidardayken, Özal ucuz alacaksak şekeri, pirinci ve benzerlerini dış ülkelerden alırız demişti. Bu güne baktığımızda tarım alanlarımız bir bataklık halindedir. Tohumlukları bile dış ülkelerden almaktayız. Kendi üretimimize emperyalistler sınırlama getirdi. Fazla söze gerek var mı?

Türk Tabipleri Birliği (TTB) adına konuşan Prof. Dr. Kenan Demirkol’ da, antibiyotik direnç geni yerleştirilen GDO’ları tüketmenin uzun vadede insanlarda antibiyotiklere karşı duyarsızlık yaratacağını ve hastalıklar karşısında insanları savunmasız bırakacağını söyledi. Demirkol, ABD ve Avrupa Birliği’nde gıda ürünlerine konacak yabancı maddelerin akut, kronik ve gelecek nesiller için zehirli etkilerinin incelendiğini, ancak GDO’lar söz konusu olunca yasalar da çiğnenerek gelecek nesillere etki incelenmeden bu ürünlere izin verildiğini anlattı. Yapılan deneylerde GDO’lu ürünlerin hayvanlarda sindirim sistemi başta olmak üzere birçok rahatsızlığa yol açtığının görüldüğünü aktaran Demirkol, bu ürünlerin incelenmeden piyasaya sürülmesini “insanlık suçu” diye niteledi.

Terminatör tohum teknolojisi ile üreme yeteneği alınmış tohumları, her yıl para vererek yeniden satın almak zorunda kalınmaktadır. Üretilmiş birkaç kimyasala da bağımlısınız. Tohum firmaları ile kimyasal üreten firmalar arasında birleşerek bir şirket olma yoluna gitmektedirler. Eskiden devletler pazarlama işini yaparken, şimdilerde şirketlerin yaptığı görülmektedir.

GDO’’lu ürünlerin Türkiye’deki etkilerine değinelim. Ürünler, 1998 yılından buyana, denetime tabi olmadan, Türkiye’ye rahatça girmektedir. 2003 yılında Türkiye 1,8 milyon ton mısır, 800 bin ton soya ithal etmiştir. Mısırın % 81’i, soyanın ise % 88’i ABD ve Arjantin’den gelmiştir. Türkiye’nin gümrüklerinde GDO’lu ürünleri araştıracak laboratuar ortamı yoktur Ankara ve Bursa’da bulunan laboratuarlarda bunların incelenmesine olanak yeterli değildir. Bu laboratuarların her biri 1milyon dolardır.

GDO’lu hammaddeden Türkiye’de işlenen, gerekse yurt dışından işlenmiş, ithal edilmiş ürünlerden bir kısmı GDO içeriğine sahip, mısır ve soyadan üretilen yağ, un, nişasta, glikoz şurubu, sakaroz, fruktoz içeren gıdalar; Bisküvi, kraker, kaplamalı çerezler, pudingler, bitkisel yağlar, bebek mamaları, şekerlemeler, çikolatalar ve gofretler, hazır çorbalar, Mısır ve soyayı yem olarak tüketen tavuk ve benzeri gıdasal hayvanlar ile pamuk GDO’lu olma riski taşıyan gıdaların başında gelmektedir.

Mısırdan üretilen ve çeşitli gıdalarda “bileşen” veya katkı maddesi olarak kullanılan yan ürün sayısı 700’ü, soyadan üretilen türevlerin sayısı ise 900’ü bulunmaktadır. Yani bu yan ürünleri içeriğinde kullanan her bir işlenmiş ürün GDO’lu olma riski bulunmaktadır.

Türkiye’de 20’ye yakın ilin pazarında alınan domates ve patateslerin de GDO’lu olduğu saptandı. Bunların hemen tümü, Türkiye’ye kaçak yollarla giren GDO’lu tohumların hiçbir denetime tabi tutulmadan tarla ve seralarda ekilmesi sonucunda üretilmektedir.
GDO’lu ürünler çevre, biyolojik çeşitlilik ve, ekolojik insan ve hayvan sağlığı, ülkelerin sosyo, ekonomik yapıları üzerine birçok olumsuz etkiler doğurmaktadır. Var olan ilişkileri dengeler bozmaktadır. Aynı zamanda bağımlılık yaratmaktadır.

Tarımsal üretime zararlı olan böceklere karşı bitkilere aktarılan toksin (zehir) karakterli genler, o böcekler yiyerek yararlı böceklerinde yok olmasına neden olmaktadır.
Yabancı ot ilaçlarına dayanıklılık geni aktarılmış, bir bitkinin genleri rüzgâr ya da kuş, arı gibi etkenlerle başka bitkilere bulaşması sonucunda bu geni alan yabancı otlar çoğalmaktadır.
Fazla söze gerek var mı? İnsanlar üzerinde dönen tezgahlar ve onları rant kapısı olarak gören, sağlıklarıyla oynayan kapitalizm var karşımızda!..

17 Kasım 2009 Salı

Dersim Seferi!..



”1877’den 1930’ a kadar Alevilere imha amaçlı ve kapsamlı 11 askeri seferin gerçekleştiği yine tarih kayıtlarına düşülmüş…”

Fatma Ataseven
f_ata1@hotmail.com

Osmanlı – Pers savaşının galibi Yavuz Sultan Selim, galibiyetin verdiği cesaret ve güçle istila alanlarını genişleterek, Kızılbaşları kesip biçmeye başlar. Bu sınırsız katliamdan kurtulabilenler, Munzur ve Mercan sıra dağlarını kendilerine siper tutarlar. O tarihten sonra Dersim, Osmanlıya karşı hep mesafeli olmuş. Kuzey Afrika’dan Yemen’e, Viyana önlerinden Kafkasya’ya uzanan Osmanlı İmparatorluğu, 1514’de Çaldıran Savaşı’yla sınırlarına resmi olarak dahil ettiği , ancak egemenliği altına alıp hükmedemediği Dersim’i, beş yüz yıl sonra, bir sorun olarak, Türkiye Cumhuriyeti’ne miras bırakmıştır! Ne halifeliğin şeriatına, ne padişah hükmüne boyun eğmemiş Dersim halkı , Kemalist iktidara da boyun eğmemiştir ; Dersim’liler genç cumhuriyete ve sınırlarına dahil olduğu merkezi otoritelere karşı geleneğine uygun dikbaşlılığıyla teslimiyeti reddetmişler, asker vermemiş, vergi ödememişlerdir. İktidarda gözleri olmadığı gibi, yönetilmeyi de kabul etmemişlerdir.

İmparatorluğun gelip geçen “askeri ulemaları” , her yenibahar döndüğünde, bir önceki güz mevsiminden yarım bırakılmış Dersim seferini tamamlamak için yeni ordular kurmayı gelenekselleştirirler. Ve böylelikle mevsimler yıllara, yıllar yüzyıllara akar; nice sultanlar gelip geçer, ancak egemenlik hükmünü kimse sağlayamaz. Dersim’in fatihi olmak hiçbir paşaya, sultana nasip olmaz!.

Birbirini izleyen saldırı ve seferlerin yerleşik hayatı tahrif ede geldiği, ekili tarlanın biçilemediği, harmanın kaldırılamadığı, tohumun topraktan geri dönmediği açlığın, kıtlığın, çekirge sürülerinin aman vermediği bir kıstırılmışlık içindeki aşiretler çareyi, karşı saldırılarda inançlarına ve varlıklarına yönelmiş tehdidi savmak, imparatorluk düzeni içinde kendilerince tutturulmuş düzeni korumak istiyorlardı. Dersimin yerlileri ve aynı ayrıksı inançlarla ortak bir yazgıya bağlanmış boy ve aşiretler, kendilerince bir “cemaatler hukuku ve mülkiyet tarzı” oluşturmuşlardı... Meralar, sürüler, ekinler; derelerin suyu ve dönen değirmenler, ulu ceviz ağaçları ve damarlarında evvel zamanların özsuyunu dolaştıran dutluklar ; aşiretin ortak malıydı; çobanın ve aşiret reisinin aynı sofraya bağdaş kurduğu ilkel ortaklığın kavim kardeşlik payıydı. Dört dağ arasına birikmiş aşiretlerin kapalı devre mülkiyet düzenine, ortaklık hukukuna, birbirleriyle ilişkilerinin düzenleyicisi ekabirler topluluğuna, töresine, eskil tanrılarına, duasına, niyazına, diline zarar gelmesini istemeyen Dersim’liler, bu moral inanışla bin parçalanmışlıklarını onarmaya çalışırlar. Yazısız, kitapsız, hesapsız, bir toplum yaşayışıdır bu. Kurumsal, organik devlet düzenlerinin nüfuz edemediği kendine özgü bir toplumsal düzendi her şeye karşın, eski Dersimli’nin “Kırmanciya Belek “yani “ Kırmançiya çağı “, diye adlandırdığı kapalı devre egemenliği Osmanlı idaresini tedirgin ettiği kadar cumhuriyeti ve kemalistleride zayıflatan bir durumdu.

Birçok cephede egemenliğini yitiren Osmanlının Doğu’da egemenliğini pekiştirme çabaları . Tanzimat yıllarından başlayarak Dersim’e ardı arkası kesilmez seferler, yüzyıl döndüğünde, daha da hız kazanır. Bu başarısız seferlerin sonrasındadır ki, Dersim’in karakteristiğini özetleyen bu mecazi söz tarihe geçer: DERSİME SEFER OLUR ZAFER OLMAZ!”

1877’den 1930’ a kadar Alevilere imha amaçlı ve kapsamlı 11 askeri seferin gerçekleştiği yine tarih kayıtlarına düşülmüş.

Anadolu’da tüm taşların yerinden oynadığı 20. yüzyılın ilk çeyreğinde, azınlıklara bir bir pay edilecek büyük kırımlara, kapı aralanır. Azınlıkları azınlıklara kırdırma politikası daha sistemli, planlı, kapsamlı bir yürürlük bulur yeni dönemle ve aşiretlerin günümüze kadar süren kan davaları başlar.

Alevilerin inançları, kökleşmiş egemen yargıyla acımasızca yargılanmış ve saptırılmıştır.
Osmanlıda başlayan anlayışa göre Alevilik “ sapık, din - dışı bir batıllığı ifade etmektedir”. “bu sebeple dökülecek kanları, talan edilecek malları helâl sayılır.”

MUSTAFA KEMAL’E VE GENÇ CUMHURİYETE GÜVEN!
1938 Soykırımında;
Osmanlı’da olduğu gibi, Türkiye Cumhuriyeti’nin ilanından sonra da, devlet sınırları içinde egemenliğin tesis edilemediği bir bölge olarak durmaktadır Dersim. Ankara Hükümeti için halledilmesi gereken temel bir sorundur bu. Şıx Sait ve Ağrı ayaklanmacılarının bastırılması, Piran, Çevlik ve Zilan katliamının sonrasında, nihai hedef olarak Dersim’e yönelmenin zamanı geldiği ilan edilir. Fakat Dersim Sorunu için daha köklü bir seferberlik planı ve hazırlanması müzakere ile sorun çözmek değil kökten halletmek yani her zaman başvurulan yöntem kesmek biçmek yakmak yok etmek.. Farklı bir inancın bir felsefenin bir kültürün tamamen yok edilmesini sağlamak. Genç Cumhuriyet ve Kemalizmden çıkan fermanda Osmanlıdan farklı olmadı. Şimdiki gibi mecliste başlayan tartışmaların o gazetelerde desteklendiği dört dağ arasını kıstırılmış alevi halkına karşı kampanyalar başlatılır. Derhal kökünden çözülmesi yönünde ve Kızılbaşlığın yayılmasını önlemenin kutsal bir görev olduğu anlatılır.

25 Aralık 1935’de çıkarılan Tunceli Kanunu, bölgeye, olağan üstü yetkilerle donatılmış bir genel valinin tayinini öngörmektedir. Buna paralel çıkarılan Tehcir ve İskan Kanunu, Alevilere dönük kapsamlı bir kırım planını da saklı tutmaktadır satır aralarında.

Bakanlar kurulunun 4 Mayıs 1937’de çıkardığı “Tedip” (uslandırma, terbiye etme) kararıyla öngörülen kitlesel kıyım çanları çalınmaya başlar!

Bir halka uygulanan yüzyılın tüyler ürpertici, akılalmaz insanlık suçlarıdır. Yığınsal kırımın siyasal, askeri kurmayları ve icracı erki, dünyalarını değiştirdikleri güne değin, insanlık suçu yüklü geçmişleriyle hesaplaşmamışlar , suskunluklarını sürdürmüşlerdir. 1937-38 yıllarının Dersim’inden sağ çıkanlarsa, uzun yılar sürecek ölüm sessizliği ve sürgün tecridi içinde, akıp giden Munzur’un sularına yazdılar, yüksek kayalıklara , kayalıklarının derinliğinde yankısı kaybolan binlerin çığlığını. Ünlü Laç Deresini, adıyla, ona uzak yakın duran herkese hatırlattığı bir şey vardır yine de.
Hep yarım bırakılmış sayılan Dersim Seferi, bu kez nihai başarısına taşınmış ve böylelikle yüzyılların öcü alınmış olur! Mustafa Kemal Atatürk, ölümünden çok kısa bir süre önce, 1 Kasım 1938’de meclisin beşinci dönem açılış konuşmasında, Dersim zaferini ilan eder!
Evet, bu bir zaferdir, Dersim’den ganimet yükünü alıp Üsküdar’a konaklayanlar için! Ölülerin koynundan çalınmış altınlarla Ardahan’dan Karaköy’e işhanları kurarak ortaya çıkan “Dersim Zenginleri”ni iyi tanımak lazım.

SÜRGÜN VE YASAK BÖLGE ?
1950 yılların başında çıkarılan affın sonrasında, soykırım artığı sürgünler, ne oldu? Topraklarına dönebilmeye hak kazananlar nelerle karşılaştı? toplumun çoğunluğunun psikolojik baskısı Alevilerin kimlik ve aidiyetlerini gizlemelerine neden olmuş mudur.?

İnsanlar gerek sürgünden önce, gerekse sürgün esnasında büyük acılar çektiler. Kardeşler dağıldı, anne baba çocuğundan haber alamadı. Aileler bilinçli bir şekilde parçalandı, bir toplum kasırgada kalmış gibi savruldu farklı köşelere. Fakat o insanlar bile köklerinde yaşamın önemini kavramış olacaklarki gerisin geriye döndüler. Parçalanan ailelerin çoğu kendilerine tahsis edilen güzel arazi ve evleri terk ederek kendi dağlarına dönmüşler, af tarihinden önce geriye döndükleri için bir süre kaçak olarak yaşamışlar . Af çıktıktan sonrada köylerini yeniden inşa etmişler. Dünyanın en güzel yerinde değil kendi topraklarında kendi dağlarında özgürce yaşayacaklarına inanmışlar.

Yıllar yılı ‘unitaire’ ulus - devlet yaratma adına, kıyımdan katliama koşanlar, bu ceberut tarihi hep öteleyerek, gizleyerek, külleyerek, inkar gelerek, tabularına dokunulmaz bir düzen tuttular. Bünyesindeki tüm farklı renkleri, kültürleri, dilleri, otantik değerleri ve özgün aidiyetleriyle ortak bir anayasal güvenceyi öngören; ve birliğini oluşturan tüm halklar arasında eşit ve adil dengeler gözetmeyi oluşumuna prensip sayan Avrupa Birliği’ne, aday üyeliğin zorlandığı şu yıllarda bile, yerleşik ulusal ayrıcalıkların kurbanı sayılıyor.

Bin kırımdan geçip gelmiş Anadolu’nun kadim kavimleri. O büyük yığınsal kıyım ve ölümcül tehdidin sonrasındadır ki, Dersim yaşadıklarıyla kalmadı, harabeler içinde bırakılan köyleri bin yıllık adlarından soyunduruldu; o büyük yangın ve yağmayı izleyen asimilasyon seferberliği içinde, özgün tarihinin tüm seceresini; dilini ve kimliğini yitirmekle yüz yüze geldi.
20. Yüzyılın ilk yarısına yayılan büyük katliamlar tarihi içinde çığlığı yankısız kalan bir yerde duruyor Dersim hâlâ. Tabular ve resmi tarihin yasak duvarlarına çarparak döne dursun çığlık, beri yana dönüp son bir soru:
Yüceltilen, kutsanan resmi tarihlerin dokunulmazlığında, sözlü, rivayetler tarihlerine tutuna gelenlerin ya hiç mi payı yok ?..

“Çeteler, haydutlar, teröristler” gibi benzetmelerle yok sayılan alevi ve kürtler , kızılbaşlar yüzyıllarca dört dağ arasında tecrit içinde yaşamak zorunda bırakılmış; daracık bir coğrafyada kendi üzerine çoğalmış, Anadolu’nun dara düşen tüm çaresizlere kapılarını , aralık tutmuş; tuz ekmek hakkı, kirvelik, musayiplik diyerek ötekini kendine kardeş bilmiş ayrıksı bir halka maledilen haydutluk dedikleri nedir.?

Anne karnından süngülerle gün yüzüne çıkarılan ölü bebeklerine sorulsun isterdik önce: aslında haydutların, çetelerin ve teröristlerin kimler olduğunu.? Kimlerin anasının ağladığını.!, ve neden ağlatıldığını .?

"Bizi kamyona doldurdular.
Tüfekli iki erin nezaretinde.
Sonra o iki erle yük vagonuna doldurdular.
Günlerce yolculuktan sonra bir köye attılar.
Tarih öncesi köpekler havlıyordu. "

Sorunun cevabını Cemal Süreya’nın dizelerinde buldum aslında. Sayfalarca yazdıklarımın bu dizeler karşısında çok bir anlamı olmadığının farkında olarak.

--------------
Not: bu yazım kasım 2007 de yayınlanmıştır.

16 Kasım 2009 Pazartesi

AHMET KAYA’YA


16 Kasım 2000 tarihinde bedenen armızda ayrılan Sevgili Ahmet Kaya’yı bir kez daha anıyoruz ve onun demokrasi, İnsan hakları, barış için yaptığı katkılardan dolayı selamlıyoruz ve unutmuyoruz. Siz onu suçlayanlar, bugün yaptıklarınızdan birazcık olsa da pişmamısınız. Öyle ise Ahmet size hakını helal etmiştir. 2000 yılındaki şirimi okuyucuların yüreklerine sunuyorum.

Seyfi Muxundi
seyfielaldi@hotmail.com

AHMET KAYA’YA

Fırat’ın öte yakası,
Dicle’nin kenarı.
Kapıları demirden Ahmed-e’nın,
Surları Kaya.
Ahmed-e bir evladını yitirdi,
Paris’te sürgünde.
Bu şairlerin kaderi mi ne?
Nazım’dan bugüne.
Uzun söze gerek yok,
Ozandı zaten.
Hani kendi deyişiyle:
“Suçu saz çalmaktı,
öğrendiğim kadar.”
Ahmed-e’nın kapıları demir,
Surları Kaya,
Paris’te sürgünde AHMET KAYA.

16-11-2000

14 Kasım 2009 Cumartesi

Danimarkalı yazar ve şair Erik Stinus öldü

Haber: Faiz Cebiroğlu

2009 yılında ”Nazım Hikmet Şiir Ödülünü” alan Danimarkalı yazar ve şair Erik Stinus, 75 yaşında, kansere yenik düşerek aramızdan ayrıldı. Ölümüne kadar kendini ”anti-emperyalist” yazar ve şair olarak tanıtan yazar, Amerika’nın, Irak’ı işgal ettiğinde sokaklarda, Amerikan karşıtı gösterilerde, Irak halkıyla dayanışma içerisinde, en öndeydi.

Erik Stinus siyasi yaşamına 1957 yılında Danimarka Komünist Gençlik Birliği’inde başlamıştır.

Erik Stinus, şiir kitapları yanında, öykü, roman, kitap eleştirileri, şarkı sözleri ve onlarca makale yazmıştır.

Erik Stinus, bir çok ödülle onurlandırılmıştır; bunlar arasında:

- Eleştiri Ödülü ( 1979).
- Martin Anderson Nexø Ödülü ( 1986)
- Yazarlar Birliği Barış Ödülü (1992 ve 2005).
- Nazım Hikmet Şiir Ödülü (2009).

ALEVİLİĞİN GELECEĞİ “YOKOLUŞ VEYA DİRİLİŞ”


Seyfi MUXUNDİ
seyfielaldi@hotmail.com

Alevilik adına konuşan ve kendilerini Alevilerin önderi sayan gerek bazı yazarlar olsun; gerekse de dedeler-pirler olsun son dönemlerde “Alevilik İslam’ın merkezidir, özüdür.” Cümlesini sık kullanmaya başladılar.

Sünni din otoriteleri olsun, ülkemizdeki devleti yöneten siyasiler olsun, bu söz karşısında sessizliğini korumaları bir yana memnun bir gülümseme ile başlarını sallayarak onaylamaktadırlar. Daha doğrusu şimdilik sessiz kalmayı tercih etmektedirler.
Peki ne zamana kadar ve niçin?
Peki sessizliğin bittiği gün ne diyecekler?
Peki Sünnilik sessizliğini bozduğu gün “Alevilik İslamlığın özüdür.” Diyenler o gün ne cevap verecekler.
Peki ya buna içten inanan gerçek Aleviler ne cevap verecek. Ya da cevap verecek kimse kalacak mı?
Aleviler için son dönemlerdeki oluşumlar bir dönüm noktasıdır. – Yok olma ya da nerede yer alacaklarını kesin bir tavırla belirleme.- Sünni İslam el altında Şiileri, Caferileri ve kısmi olarak da Bektaşileri yumuşatmak ya da kullanarak kendi saflarına çekmeye çalışmaktadırlar. Bir nevi suni misyonerliği desek yeridir. Alevilerin “İslam merkezli” olduğunu ispatlamak için çok büyük çaba göstermektedirler. Gerçek Alevi inancını savunanları, Alevilerden soğutmak ve uzaklaştırmak için envai türlü yollara ve dolaplara başvurmaktadırlar.

Bu sürecin önüne geçilmediği takdirde. Suni Âlimler ve onların Aleviler içindeki Hızır Paşaları kontrolü tam olarak ellerine geçirdikleri zaman Alevilere karşı şunları ileri sürecekler, daha doğrusu Alevilere dayatacaklardır.

“Mademki İslam dinindesiniz. Dünyada 1,5 Milyar Müslüman, bu dinin Kurucusu Hz. Muhammed, onun Sahabeleri ve de Ehlibeyti gibi namaz kılın. ‘Kuranda namaz yok’ diyorsanız. Bunun belgelerini sunun. Sunamıyorsanız, İslam dinini saptırmayın.” Diyecekler.

“Dünyadaki bütün Müslümanlar gibi 30 gün Ramazan Orucu tutunuz. Bu Kadar Müslüman’a karşı dönüp ‘Kuranda Ramazan orucu yok.’ Diyemezsiniz. Peygamberin ve Ehlibeytinin 30 gün Ramazan orucu tutmadığına dair kaynak ve belge gösteriniz. Gösteremiyorsanız ve hala kendinizi ‘İslam’ın merkezi’ olarak görüyorsanız her İslam gibi 30 gün Ramazan Orucu tutacaksınız. Din inancımıza nifak sokmayın.” Diyecekler.

“Kuran’ı kerimde ve Hz Muhammed’in sünnetinde Hac, zekât, Fitre vardır. 1,5 Milyar Müslüman ve onların din âlimleri de belgeleri ile inanıyorlar. Ayrıca bütün mezheplerin İmamları, İmam Cafer’i Sadık’ta dahil olmak üzere Camiye ve Mescide gitmişlerdir. Buralarda 5 vakit namaz kılmışlardır. 1400 yıl sonra inşa edilmeye başlanan ve de namaz kılınmayan Cem-Evleri İslam’ın ibadethaneleri ve temsil ettiği yer olamaz.” Deyip. Sizi tehdit edecekler veya uyaracaklardır.

“Muhammed’in, Ali’nin, Hüseyin’in, Hasan’ın, ve 12 İmam’ın namaz kılmadıklarına, camiye gitmediklerine ve Ramazan Orucu tutmadıklarınıza dair elinizde belge ve kaynak var mı? Varsa gösterin yoksa İslam içine nifak sokmayın.” Diyecekler.

Aleviliği “İslam’ın merkezi” olarak görenler yarın bu sorularla karşı karşıya kalacaklardır. İsterlerse bugünden cevap vermeyi denesinler. Bakalım tatmin edici bir cevap vere bilecekler mi?

Tüm bu ve buna benzer dayatmalar Aleviliği gelecekte bekleyen sorunlardır. Aleviler kendi bulundukları yeri şimdiden ortaya koyamazlarsa yok olmayla karşı karşıyadırlar.

Bugün Türkiye’nin ivedi ve derin olan sorunları vardır. İşsizlik, Azınlıklar, Laikliğin uygulanması, Demokratik yasalar… gibi sorunlar Türkiye’de başı çeken sorunlardır. Sorunlar bir, bir çözüldükçe bir sonraki sorun öncellik ve tartışma yaşayacaktır. Aleviliğin İslam özelliği de bu yapıdadır. Sünnilik bugün yukarıdaki sözleri gündeme getirmiyorsa sorunun aciliyeti kapıya dayanmamış bir. Birde yavaş, yavaş eritme politikası güttüğü içindir. Örnek olarak yarın “İslam’ın temel kuralları şunlar şunlardır.” Diyeceklerdir. Ayrıca “İslam olan İslami şartları ve kuralları yerine getirmek zorundadır. İslam’a yeni ibadet şekli oluşturmaya kimsenin hakkı yok.” Diyeceklerdir. Aleviliği “İslam’ın merkezidir ” görenler o gün güçleri yeterse Cem evlerinde, Cemleri terk ettirip namaz mı kıldıracaklar. Alevileri de buna teşvik mi edecekler. Bu kafadaki insanlar şimdiden bunun alt yapısını hazırlamaktadırlar. “Cem evi de Cami de bizimdir.” Sözü buraya dayanmaktadır. Fatsa’da Üstü cami altı Cemevi olarak inşa edilmesi aslında hoşgörü değil bir Sünnileştirme politikalarıdır. Alevi köylerine ve Alevi cenazelerine Sünni imam teşviki yine bu politikanın devamıdır. Alevi seyit ve dedeleri Daha düne kadar farklı söylerlerken, bugün “Bu kuran hepimizin” Şiarları aynı politikanın devamıdır. Revize edilmiş Alevilik, Yumuşatılmış Alevilik, ardında yumuşatılmış sunilik son nokta Sunileştirme.

Kültür çeşitliliğinden inanç çeşitliliğinden korkan Tek tip millet yaratma gibi tek tip inanç peşinde olanların hedeflediği bu yapılama Aleviler için bir sondur. Yaşar Nuri Öztürk gibi Sünni din Âlimlerinin Alevi inancını okşayan “beş vakit yok” gibi sözler, Aleviliği Kuran’a ve Sünniliğe doğru bir ilgi uyandırma özendirme ve yönlendirme amaçlı planlardır. Aynı Yaşar Nuri Türkiye dışında başka bir İslam ülkesinde bu sözleri asla sarf etmemiş ve sarf etmez de.

Şimdiden gerçek kimliklerine sahip çıkmayanlar yarın konuşacak bir cümle bulamazlar. O gün Sünni birer toplum olup Aleviliği tarihe gömecekler. Belki kimlikleri Alevi olur ama özleri birer Sünni inanç olarak devam edecektir.

Not: Geniş bilgi için Daha önceden yayına koyduğum:

**ALEVİLİKTE YAZILI VEYA SÖZLÜ BELGELERİ “DAYATMA”
** HANGİ ALİ HANGİ ALEVİLİK
**DEĞİŞEN YA DA YOK OLAN ALEVİLİK
** ALEVİLER NEREYE KOŞUYOR
** ALEVİLİK VE LAİKLİK
Adlı yazılarımı inceleyebilirler.

SENİ ÇOK ÖZLEDİK “GÖZÜM”


Mustafa Elveren (Em.öğrt.)
mustafaelveren@gmail.com

“Kürtçe bir klip yapacağım…” dedin ve bu klibi yaptın. Sayende resmi ideolojinin önemli bir tabusu yıkıldı ve demokrasi mücadelesinde bir adım daha atıldı. Ne yazık ki bunun bedelini çok ağır ödedin. En kutsal olan yaşam hakkını elinden aldılar. Yani sen Paris’te bize veda etmek zorunda kalmıştın. O günden beri seni çok özledik “gözüm”.

Bu ülke seni anlamadı. O gün seni linç edenler bu gün sus-pus olmuşlardır. Sahnede “Onuncu Yıl Marşı” eşliğinde sana çatal-bıçak fırlatanlardan kimi günah çıkarmaya çalışıyor, kimisi de “Güneşi Gördüm” demogojisiyle Kürt halkını sümürerek cebini doldurmaya çalışıyor. Bu güruhun ne kadar çıkarcı “vatan severler” olduklarını hep birlikte gördük. Seni linç eden o güruhun temsilcileri bu gün Meclis çatısı altında yeni Dersim 38 katliamlarını istiyor. Bunlar kandan ve şiddetten besleniyorlar. Ama sen bunların en önemli tabusunu kırarak, ipliklerini pazara çıkardın. Bunun için sana ne kadar teşekkür etsek azdır.

Senin başlattığın yolda bu gün Türkiye’de bazı tabular yıkılmaya devam ediyor. Artık ülkemizin Başbakan’ı senden övgüyle bahsedebiliyor. Pirimiz Seyit Rıza’yı bir 19 Kasım gecesinde idam eden ülkenin bu ceberut rejimini değiştirip, “demokratik cumhuriyet”e dönüştürmek ve sana layık olmak için elimizde gelen tüm çabayı harcamaktayız. Umuyor ve diliyorum ki, bu ülkenin cumhurbaşkanları ve başbakanları bir gün Mazlum Pirimiz Seyit Rıza’dan da övgüyle bahsedeceklerdir. Tabiki bu kendiliğinde olmuyor, senin başlattığın mücadelenin devamı ile olacaktır.

28 Ekim’de doğum günündü. Dersimli hemşehrim ve eşin Gülten Hanım senin adına açtığı sitenin ana sayfasına o gün resimlerinin yanında yanan mumları yerleştirdiğini gördüm. Ne yazık ki, 16 Kasımda da ölüm yıl dönümündür. Yani doğum günün ile ölüm günün arasında 19 günlük bir süre vardır. O nedenle, geçen yıl seninle ilgili olarak yazdığım bir makalede şu öneride bulunmuştum; “16 KASIM SÜRGÜNDE ÖLENLERİ ANMA GÜNÜ İLAN EDİLMELİDİR”. Bu önerimi bir kez daha yineliyorum.

Sürgünde kalmak o kadar çok acıdır ki, onu ancak bizzat yaşayanlar daha iyi bilirler. Hele bir de sürgündeyken ölmek, acıların belki de en büyüğüdür. Başta senin gibi önemli sanatçılar ve aydınlar olmak üzere, yüzlerce insanımızı sürgünde kaybettik.

Sen ülkemizde yetişmiş ender sanatçılardan birisin. Seni anlamak için senin müziğini iyi analiz etmek gerekir. O muhteşem yorumun olan Şafak Türküsü’nün melodisi yıllardır cep telefonumda yüklüdür. Cep telefonum her çaldığında seni hatırlıyorum.

Sendikacı dostumuz Yılmaz Kızılırmak “Giderim” müziğinin eşliğinde senin için çok güzel bir slayt hazırladı. (GİDERİM >) Sevgili Yılmaz’a bu emeğinden dolayı çok teşekkür ederim.

“Vallahi biz dostu çok özledik”, vallahi biz seni çok özledik. “Gözüm” seni bir kez daha anıyor, hatıran önünde saygıyla eğiliyorum.

NOT: Ahmet Kaya’nın biricik eşi Dersimli hemşehrim Gülten Hanımın Ağabeyi Yusuf Hayaloğlu’nu da bu vesileyle saygıyla anıyorum. Bu iki canın kaybından dolayı büyük acılar yaşayan Gülten Hanım’a sabırlar diliyorum.

WEB: http://www.gomanweb.com/

13 Kasım 2009 Cuma

Duyarlılığınızı sevsinler!


Murat Çakır

Hani derler ya, »Sezar’ın hakkını Sezar’a vermek gerek« diye, muhafazakâr-liberal Alman hükümetinin de sağlam demagoji yaptığını teslim etmek gerekiyor. Tekellere ve banka sahiplerine verilen vergi hediyelerini, »verimli olanların hakkıdır«, sosyal alanlardaki kısıtlamaları da »istihdam teşviki« olarak paketleyip sunar, demokrasiyi koruma gerekçesiyle demokratik hakları teker teker budarken, şimdi de »aşırılıkla mücadele« başlığı altında »aşırı sol veya aşırı sağ, antisemitizm ve islamizme karşı« savaş açtı.

Gençlik uzmanları »aşırılıkla mücadele« olarak lanse edilen hükümet programının, açıklanan hedefin tam tersine neonazileri destekleyeceğini ve nazilere karşı çıkan sivil girişimlerin, genç antifaşistlerin ve neonazi saldırılarının mağdurlarının »aşırılık« suçlamasına ve sonucunda güvenlik güçlerinin koğuşturmasına maruz kalacaklarını belirtiyorlar. Son 16 yılda neonazilerin 141 insanı katletmelerine rağmen, sanki sadece radikal sol ve müslümanların küçük bir kesimi arasında kök salan antidemokratik yaklaşımların, demokrasiyi ve insan haklarını tehdit ettiğini telkin edebilmek öyle az buz bir şey değil. Sağlam demagojidir.

Alman egemenlerinin ustaca kullandıkları bir başka alan ise, antisemitizme karşı olan duyarlılık. Öyle ki, antisemitizme karşı çıkılarak, daha rafine, daha ince antisemitizm yapılmakta, bununla birlikte »antisemit« suçlaması, savaş politikalarına karşı çıkanları ve İsrail devletini eleştirenleri diskredite etme, karalama için kullanılmaktadır.

Örnek mi istiyorsunuz? Buyrun: 2007’den bu yana Britanya’daki Exeter Üniversite’sinde öğretim üyeliği yapan İsrailli tarihçi Prof. Dr. Ilan Pappe, geçenlerde Selam Şalom Filistin/İsrail Çalışma Grubu tarafından bir konuşma yapmak için Münih’e davet edilmişti. Toplantı, belediyeye ait bir salonda yapılacaktı. Ancak belediye Pappe’ye yasak koydu. Gerekçesi de gûya »antisemitizme karşı mücadele«ydi – yanlış okumadınız, İsrail’in Hayfa kentinde doğan bir Musevî’nin yapacağı konuşma, antisemitizme karşı olan duyarlılık nedeniyle yasağa maruz kaldı.
Pappe, Münih’in SPD’li Belediye Başkanı Christian Ude’ye yazdığı mektubunda, »1930’lu yıllarda babam Almanya’da benzer bir yasakla susturulmuştu, şimdi, 2009 yılının Almanya’sında aynı sansürün tanığı olmak son derece üzücü« diyerek, şaşkınlığını ve kızgınlığını dile getirdi. Nasıl şaşırıp, kızmasın adamcağız? Holocaust mağduru bir ailenin çocuğu, »Holocaust’la, tarihimizle hesaplaştık. Ders çıkardık, şimdi demokratiğiz« iddiasında olan Almanya’da sansüre uğruyor.

Bence kabahat Ilan Pappe hocanın kendisinde. Kendisiyle tanışık olsaydım, aramızda muhtemelen şöyle bir diyalog geçerdi:

- »Yahu hocam, bence kabahat sende. Almanya’da konuşmanı yasaklamaları normal.«
- »Niye ki?«
- »Etme hocam, sen kalk 2006 yılında ›Filistin’in etnik temizliği‹ başlıklı kitap yayınla ve İsrail devletinin planlı bir şekilde Filistin’deki yerli halkı yerinden etmeye çalıştığını, hatta başta Ben Gurion olmak üzere siyonist önderlerin bu hedefi sistematikmen takip ettikleri tespitini yap; bunun üzerine İsrail’de sana karşı çıkılsın ve sen kalk Almanya’da konuşma yapmak iste. E, olmaz tabii.«
- »Yok daha neler. Kardeşim ben tarihçiyim ve tarihsel gerçekleri yazıyorum. Ne yani, musevîyim diye, İsrail’i eleştiremeyecek miyim? Yahu, Goldstone Raporu’da mı yalan!«
- »Tamam hocam, bana göre haklısın elbet. Ama örneğin Almanya Yahudi Cemaatleri Merkez Konseyi genellikle her İsrail eleştirisini antisemitik olarak nitelendiriyor. Eh, Alman devleti de...«
- »Canım olur mu öyle şey. Bir grup kalkacak, Yahudî deneyiminin ve büyük felaketin tek temsilcisi olduğunu iddia edecek ve neyin antisemitik olup olmadığına karar verecek. Sen işin asıl arka planına bak.«
- »Nedir hocam o?«
- »İsrail’deki egemenler sürekli tehdit altındayız gerekçesiyle ülkeyi barut fıçısına döndürdüler. Her dört İsrailliden birisi yoksulluk sınırı altında yaşarken, onlar milyarları silahlar için harcıyor. Eh, Almanya Dolphin denizaltılarını, ABD de F35 savaş uçaklarını İsrail’e satarken, bölgedeki en önemli müttefiklerini bir kaç milyon Filistinli için rahatsız edecek değiller ya. Antisemitizme karşı duyarlılıkmış! Duyarlılığınızı sevsinler. Demagoji yapıyor bu hıyarlar. Hem silah sat, hem saldırı savaşlarına katıl, hem de hammadde ve enerji kaynaklarını sömür; sen dünya piyasalarına serbest girerken, kendi piyasalarını yoksul ülkelere kapa, iç politikanda ırkçılığın daniskasını yap, ondan sonra kalk, beni, bir musevîyi antisemitizme karşı çıkmak bahanesiyle sansüre kalkış. Hadi ordan, densiz!«
- »Aman hocam dur, sinirlenmene değmez. En iyisi mi, ben ikimize birer ada çayı yapayım. Sıcak sıcak içeriz....«

DERSİMİN "ONUR"U‏...


Ava Péré
diyarikert@gmail.com

Onur Öymen in TBMM de ki konuşmasını canlı canlı izledik.

Dersim katliamını savundu ve kanlı canlı cansız yeni Dersim katliamlarının devam etmesi gerektiğini belirtti.

Hem de Dersimli Kemal Kılıçdaroğlu nun,Kamer Genç in yüzlerine baka baka.

Adını pek bilmediğim diğer Elazığlı,Diyarbakırlı,Bingöllü Ağrılı,Erzurumlu v.b milletvekillerinin(Belki de bazıları Şeyh Sait in uzaktan veya yakından akrabaları ya da o isyanda öldürülenlerin torunlarıdır) gözlerinin içine baka .

Hem de Şeyh Sait isyanından sonra sürgüne gönderilen ve trende doğduğunu duyduğum Kâmran İnan ın adını ana ana. (Herhalde Diyap Ağayı unuttu)

Chp ye oy verenlerin ağızlarına,kulaklarına üfüre üfüre.

Eminim ki Onur Öymen in konuşmasından sonra Kılıçdaroğlu ile ,Kamer Genç kendisini tebrik etmişlerdir.

Peki niçin tebrik etmişlerdir?

Demişlerdir ki ;"Sayın Öymen, Dersim katliamından öldürülen atalarımız,yakınlarımız,komşularımız,köylülerimiz,aşiretimiz mensuplarının kemiklerini kaynatıp suyunu bize içirdin,ne kadar da güzel pişirmişsin, tadı damağımızda kaldı"

Eminim ki Sinan yerlikaya ile Veli Yıldırım da ,kendileri mecliste olmadıkları için,Öymen i restoranta yakalamış konuşmasından dolayı tebrik edip,kadeh kaldırmışlardır.

Bilindiği gibi son seçimde Chp Dersim den mebus çıkaramadı.

Her şeyin bir kırılma noktası vardır;bu konuşmada bir kırılma noktası olmalı.

Hala Chp ye oy veren Dersimlilerde ve Dersimlilerin dostlarından zerre kadar onur ve gurur kalmışsa gerekeni yapar,Chp nin tabelasını indirir,üye olanlar istifa eder,bundan sonraki seçimlerde bir tek oy vermez.

Eğer "Onur"un "onurundan" zerre kadar Kılıçdaroğlun dan da varsa, O da istifa eder.
Eğer hala istifa etmiyorsa;

Nerede bu Pirler,Dedeler? O nu düşkün ilan etmeliler ve selam bile vermemeliler.

12 Kasım 2009 Perşembe

”DEMOKRATİK YENİDEN YAPILANMA" SÜRECİNE AKTİF KATILIM ÇAĞRISI‏

Tarihimizle yüzleşmek ve kendimizle barışmak için;

Kendimizi anlatmak ve diğerlerini anlamak için;

Demokratik yeniden yapılanma sürecinin, sadece belirli bir etnik grubun siyasi ve kültürel hakları konusuna indirgeyen algıdan kurtarılıp, tutarlı argümanları ile olması gereken boyutuna çekilmesi için;

Süreci adeta bir mevzi kazanma veya kaybetmeme savaşına dönüştürmeden, ülkemiz ve halkımız için bir yenilenme ve yeniden yapılanma fırsatı yaratmak için;

Çocuklarımıza, kendilerini daha güvende hissedecekleri, daha mutlu yaşayabilecekleri ve sömürünün, çatışmanın, güvensizliğin değil; ikramın, barışın, eşitliğin, sevginin egemen olduğu bir ülke ve bir dünya bırakmak için;

Süreçten kapabileceklerimizi değil, sürece katabileceklerimizi konuşmak ve aramak için;

Biz aşağıda imzası bulunan farklı dünya görüşlerine sahip Çerkesler;

Yüzlerce yıllık geçmişinde farklı etnik yapılarla iç içe yaşaması sebebiyle kimliklere saygıyı içselleştiren,

Çok farklı inançların harmanlandığı coğrafyası sebebiyle inanç ve ifade özgürlüğünden yana olan tavrını kolektif hafızasına kodlamış olan,

Bireysel özgürlüğü yaşamının önemli şartı sayarak, tercih hakkına saygıyı kültürünün en önemli ögesi haline getiren Çerkesleri ve tüm örgütlü yapılarımızı, duyarlı fertleriyle Demokratik Yeniden Yapılanma sürecine daha aktif katkı yapmak üzere “Biz de Varız” demeye davet ediyoruz.

Bu sürecin ülke ve toplum lehine sonuçlanması için çalışmak, tüm toplum kesimleriyle birlikte elbette ki biz Çerkeslerin de görevidir.

Demokratik Yeniden Yapılanma’ya evet, ayrıcalık ve halklar hiyerarşisine hayır diyoruz.

Yok sayarak var olunamaz!

Özgür ve demokratik bir toplum için Çerkesler hazırdır!

Yea Marje!

DEMOKRASİ İÇİN ÇERKES GİRİŞİMİ
Grup Sözcüleri: Yalçın Karadaş - Hulusi Üstün

E-Posta: destek@cerkesgirisimi.org

http://www.cerkesgirisimi.org/index.php?page=1

BERLİN DUVARI, EROL ZAVAR, YÖK, ROJİN VE ‘DEMOKRATİK AÇILIM’




Adil Okay
adilokay@hotmail.fr

Havadan sudan yazayım bu gün diye oturdum bilgisayarın başına. Tuttuğum notlara baktım, hep iç karartıcı. Güler Zere, Erol Zavar, Berlin Duvarı, Rojin, YÖK’ün kuruluş yıldönümü. Hangisi hakkında yazayım diye düşünürken, neden hepsini kapsayan bir yazı olmasın dedim.

***
Güler Zere serbest bırakıldı. Gecikmeli olarak. Öyle sanıyorum ki eğer dışarıda yürütülen kampanyalar olmasaydı, o da İsmet Ablak gibi cezaevinde hayatını kaybederdi. Sevindim elbette. Dilerim sağlığına kavuşur. Şimdi sıra diğer kanser hastası tutsaklarda. Adlarını yeniden hatırlatmakta yarar var: Erol Zavar, Taylan Çintay, Yusuf Taylan, A. Samet Çelik, Halil Güneş, Nurettin Soysal, Veysi Özer, Latif Bodur, İsa Yağbasan, Deniz Yıldız. Ayrıca sağlık durumu kötüleşen, kendi başına yaşayamayan 39 tutuklu ve hükümlü daha var. İHD bu mahkumların durumuyla ilgili bir dizi etkinlik kararı aldı. İsmet Ablak’ın ölmeden önce yazdığı son mektubu okudunuz mu? Okumadıysanız mutlaka okuyun. İnsanı sessiz kaldığı için utandıran, gözlerini yaşartan bir veda mektubu. Erol Zavar’ın kızım Öykü’ye yazdığı mektupları kamuoyu ile paylaşmıştım. Ondaki insan sevgisini, doğa sevgisini göstermek için. Erol Zavar’ın ve diğer politik tutsakların, ‘F tiplerini’, hastalık ve tedavi koşullarını betimleyen mektuplarını sitemde ( http://www.adilokay.com/ ) bulup okuyabilirsiniz.

***
6 Kasım’da YÖK protesto edildi. Sayıları az da olsa YÖK’ün bir 12 Eylül faşist kurumu olduğunu, binlerce öğrenciyi, yüzlerce bilim insanını mağdur−kurban ettiğini unutmayanların varlığına seviniyorum. İktidara gelmeden önce ‘YÖK’e Hayır’ diyen AKP’den medet ummak, AKP’yi ‘demokrat’ saymak tabi ki akıllı insan işi değildi. Bu aklı evveller bir zamanlar cuntanın tercihi, Evren’in has adamı Özal’ı da demokrat ilan etmişlerdi. Ne yaptı AKP iktidara gelince? Verdiği sözleri unuttu, YÖK’ü dağıtmak yerine, eline geçirmeye yöneldi. Ne de olsa YÖK de bir iktidardı. Ve bu iktidar nimetlerinden yararlanmak AKP için cazip geldi. AKP’nin ‘demokrat’ icraatları sadece bununla sınırlı değil. Hrant’ın katillerinden 301 hâlâ yürürlükte. Bu maddeden yargılanan yüzlerce insan var. Şemdinli bombacıları, Küçük Uğur’un katilleri serbest geziyor. Taş atan çocuklar yüzlerce yıl hapis istemiyle yargılanıyor. Cezaevlerinde onlarca düşünce suçlusu, gazeteci yazar var. 1 Mayıs’ta Taksim’de yaşananlar unutulmadı. Ve diğer anti−demokratik, faşizan uygulamalar. AKP’ye demokrat diyenlere hatırlatılır.
***
9 Kasım 2009. Berlin Duvarının yıkılışının 20. Yılı. Kutlamalar var. Duvarların yıkılışı kutlanırken, İsrail’in yaptığı utanç duvarından söz eden yok. Berlin duvarının yıkılışı dünyada önemli bir olay. Hatta bir yüzyılın bitişini simgeleyebilir. Bir çağ−yüzyıl sadece matematik rakamlarla belirlenmez. Aynı zamanda o yüzyılın en önemli olayları ile başlatılıp bitirilir. Benim için 20.yüzyıl 1917 Ekim devrimiyle başlar. 1989 Berlin duvarının yıkılışı yani kapitalizmin tek başına dünyada egemenliğini ilan etmesiyle son bulur. Başlangıcı 1914 Birinci dünya savaşı sayanlar da var. Onlar 1917 Ekim devrimini yok saymak isterler. Hatırlıyorum duvarın yıkılışını kimi ‘sosyalistler’ de selamlamıştı. ‘Bürokratik sosyalizmden, gerçek sosyalizme’ geçeceğiz diyenler olmuştu. Tabi yanıldılar. Ben o sırada Paris’te sürgün hayatımın dokuzuncu yılındaydım. Sovyetlerin yıkıldığına inanamıyor, gerçek komünistler iktidarı alır, halk kapitalizmin inşasına izin vermez diye umut ediyor ve sabahlara kadar haber dinliyordum. Heyhat tarih beni yanılttı. Kapitalizm dünyada tek başına iktidar oldu. Dünya küresel bir cehenneme dönüştürüldü. Tabi tarih, “Kapitalizm, düzeltildiği takdirde en iyi alternatifsiz bir sistem olacaktır” diyenleri de yanılttı. ‘Sosyalist sistem’ yıkıldı ama kapitalizm halklara acı, ölüm, yıkım, savaş ve ekolojik felaketler getirmeye devam etti. Ve 21. Yüzyıl kapitalizmin küresel kriziyle, 2009’da başladı. ‘Sosyalizm yıkıldı, tarihin sonu, yaşasın kapitalizm’ diyenler saçını başını yolup yeniden Marks okumaya başladılar. Baksanıza Slavoj Zizek bile, 9 Kasımda The New York Times’te yayınlanan makalesinde ne diyor:

“Berlin Duvarının yıkılmasıyla başlayan süreçte, komünist rejimleri protesto eden insanların çoğu kapitalizm değil, ‘insani yüze sahip sosyalizm istiyordu’. Protestolara rehberlik eden idealler büyük oranda muktedir sosyalist ideolojiden alınmıştı. Belki de bu yaklaşım ikinci bir şansı hak ediyor. (…) Ölüm kızıldan iyidir, diye bağıran o sağcıların şimdi, hamburger yemektense kızıl daha iyidir, diye homurdandığı duyuluyor.”

***
Yıllar önce Trabzon’da TAYAD’lı gençlere linç girişimi giderek Türkiye’ye yayıldı. Bugün tescilli faşistlerin yanı sıra, apolitik bir kesim bile içindeki kötülük potansiyelini dışarı akıtmak için koşuyor. 1980 öncesi bu kesim on solcuyu bir arada görünce kaçacak delik arardı. Ama darbeden sonra taşlar bağlandı ve kurtlar sokaklara salındı. Cuntanın kalemşorları da bunları kışkırtıp durdu. İşte tam ‘Demokratik Açılım’ tartışmalarının olduğu bir dönemde Serdar Turgut adlı bir ‘köşelemeci’, şarkıcı Rojin’i linç etmeye kalktı. Onu dağa kaldırıp leş kargalarına yedirmekten söz etti. Serdar Turgut bu çıkışıyla (İnişiyle−alçalmasıyla demek daha doğru) büyük olasılıkla Trabzon’daki linç ordusundan, Sivas madımak’ta insanları diri diri yakanlardan, kadın düşmanı magandalardan ve Kürt düşmanlarından alkış almıştır. Ancak onun unuttuğu bir konu vardı. Rojin popüler bir Kürt şarkıcısıydı. TRT Şeş’te çalışmaya başlamış ve hayran kitlesini de arttırmıştı. Dolayısıyla Serdar Turgut gereken yanıtı aldı. Rojin’e çok geniş bir yelpazeden destek geldi. Doğrusu ben Rojin’i tanımazdım. Bu konuda cahilliğimi mazur görün. Ben, 1985’te Moskova’da ‘Dünya Öğrenci ve Gençlik Festivali’ne birlikte delege olarak katıldığımız sürgündaşım Şıwan’da takılı kaldım. Gazeteci yazar Güler Yıldız’ın, Rojin ve onun TRT Şeş ten ayrılma serüveniyle ilgili yazdığı yazı onu tanımama vesile oldu.

Rojin’e verilen bu destek, 12 Eylül darbesinden sonra gözaltlarında tecavüze, tacize uğrayan solcu genç kadınlar için de verilse ne kadar iyi olurdu. O zamanlar bir korku imparatorluğu kurulmuş, yüz binlerce insan cuntanın gazabına uğramış, binlerce devrimci Diyarbakır zindanlarında, Mamak’ta, Metris’te ve diğer cezaevlerinde insanlık dışı uygulamalara maruz kalmışlardı. Pamuk Yıldız, ‘O hep aklımda’ adlı romanıyla Mamak sürecini çok iyi anlatır. Adnan Yücel’de ‘Dörtlerin gecesi’ adlı destanında Diyarbakır cehennemini betimler. Ben de ‘Karanlığın İçinde Aydınlık yüzler – Ölülerimiz Konuşuyor’ adını verdiğim tiyatro oyunumda Diyarbakır zindanlarını anlatmıştım. Tabi demokrasiye geçildi masallarının anlatıldığı 1990’lardan sonra da gözaltlarında taciz ve tecavüz devam etti. Yargısız infazlarda ölenlerin sayısı binlerle telaffuz edilmeye başlandı. Bakalım ‘Demokratik Açılım’ bunlardan hesap soracak mı? Ve zaman aşımı demeden tecavüzcülerden, işkencecilerden, Şemdinli bombacılarından, Küçük Uğur’un ve Uğur gibi 350 çocuğun katillerinden, yargısız infaz amirlerinden hesap sorulacak mı? Umarım Rojin’e verilen desteğin çok daha fazlası, bu katillerden ve tecavüzcülerden hesap sorma kampanyalarına da verilir. Umarım sadece bu günkü potansiyel darbeciler değil, bizzat darbe yapıp yüz binlerce insanı işkencelerden geçiren, Diyarbakır zindanlarında insan aklının kabul etmeye zorlanacağı mezalimi uygulayan 12 Eylül generallerinin yargılanması için verilen mücadele yükseltilir.

***
Pastırma sıcakları başladı. Bir çay bahçesinde oturmuş yazıyorum. Neyse ki teknoloji gelişti. Taşınır bilgisayarımı alıp attım kendimi dışarı. Kış güneşi güzele gelirmiş. Ben de güneşte oturuyorum. Biz güzeliz tamam da, F tiplerinde o kadar güzel insan var ki. Ya onlar ne yapıyor. Gökyüzünü üç dört metrekarelik havalandırma avlusundan günde birkaç saat görebilen politik tutsaklar. Dolunayı görebiliyorlar mı? Yıldızları? “Kısa mesafe yürümekten denge sorunlarımız başladı” diyor bir politik tutsak mektubunda. Bir diğeri “uzaklara bakamamaktan göz kaslarımız zayıflamış” diyor. Bir başkası da “konuşma güçlüğü başladı zira konuşacak arkadaş bulamıyoruz ya tek başımıza kalıyoruz bir hücrede ya da iki en fazla üç kişi” diyor. Yakında açılır mı kapılar? Açılım onları da kapsayacak mı? Kapsamazsa onların sesini duyurmak için kaç kişi sokaklara dökülecek? Kaç kişi haykıracak. Kaç kişi haykıracağız.

Sokakların sesi kesilirse dünya değişmez… Duvarlar seslere sağırlaşırsa değişim olmaz…

http://www.adilokay.com/

11 Kasım 2009 Çarşamba

BU ABLUKA DAĞITILACAK, BU KUŞATMA YARILACAK!


“Hiçbir sorunla karşılaşmadığın gün yanlış yolda olduğundan emin olabilirsin…”[1]

Hakkında, bizzat başkanının “En büyük hayalim YÖK’ü yok etmek”[2] dediği bir noktaya gelen YÖK’ün bilmem kaçıncı yıldönümünü eda ettiğimiz şu günlerde, Türkiye eğitim sistemini sorgulayan yeni bir kitap yayınlandı. Başlığı, içeriği konusunda yeterli fikir veriyor aslında: “Kuşatmayı Yarmak: Eğitim, Bilim ve Aydınlar”.[3]

Sibel Özbudun ile Temel Demirer’in 2000’li yılların ikinci yarısında kaleme aldıkları yazılardan oluşan kitap, dört ayrımdan oluşmakta. “Eğitim ve Üniversiteler” başlıklı I. Ayrım, ağırlıklı olarak yazarların neo-liberal yönelimlerin eğitim, özellikle de yükseköğrenim üzerinde yaratmakta olduğu tahribatı işleyen yazılarına ayrılmış. Demirer’in “Türk(iye) Eğitim(sizliğ)i (ve ‘sonuçları’) Hakkında” ve “Hayat ile Hayal veya Tasavvur ile Tahayyül (ya da Eğitim ve Sağlık için ‘Alternatif’)” başlıklı yazıları ile Özbudun’un “Devlet ve Piyasa Kıskacında Üniversiteler”i ve “Baskın Oran’a Açık Mektup”u bu ayrımın dikkat çeken yazıları arasında. I. Ayrımda ayrıca, üniversitelerde yükselen öğrenci mücadelesine göndermeler de ihmal edilmemiş [“İyi ki Varsınız, Çocuklar!” (Sibel Özbudun) ve “…‘Çocuklar’(ımız) Ne Yapıyor?” (Temel Demirer).

“Gençlik Nereye?” başlığını taşıyan II. Ayrım, Temel Demirer’in iki yazısından oluşmakta: “Bu Dünya ve Topraklarda Genç -İnsan- Olmak!” ile “Neo-Liberal Yıkım ve Gençlik” başlıklı yazılar, gençliği kemiren yabancılaştırıcı süreçleri, neo-liberal piyasa ekonomisi ya da günümüz kapitalizmi arkaplanında enine boyuna irdeliyor.

“Sahi, Bilim Nedir?” başlıklı III. Ayrımda ise, Sibel Özbudun’un üç yazısıyla (“Sosyal Bilimlerin ‘Sosyal Sorumluluğu’”; “Bilim Üzerine” ve “Kendi Terimlerinden Kuşku Duyan ‘İman’: Adnan Oktar”) postmodern çağda sosyal bilimlerin “ne” ve “nasıl” olması gerektiği sorunu ele alınıyor, sosyal bilim alanını temellük etmeye çalışan dinsel/İslâmi söylemleri tartışmaya açılıyor.
“Aydın Olmak!” konusuna hasredilen son bölüm ise Temel Demirer’in bir (“Aydın İçin Kenar Notları”, Sibel Özbudun’un iki (“2007 Türkiyesi’nde Aydın Olmak (mı?)”, “Aydınlık Sorgular”) yazısı ile iki yazarın bir ortak yazısından (“Umut Etmekle Yetinmeden Umudu Yaratmak”) oluşuyor.
“Kuşatmayı Yarmak” titiz bir araştırmaya dayalı bilgilendirici içeriğinin yanı sıra, yazarların sokağa yaslanan militan tavrının da damgasını taşımasıyla dikkati çeken bir yapıt. Yazarlar bunu “Ona Ne Şüphe, Kuşatmayı Yaracağız” başlıklı önsözlerinde de vurguluyorlar: “Dünyayı değiştirme bilinci vermeyen eğitim, ‘eğitim’ olarak anılmayı hak etmezken; eğitim süreci de toplumun değişimine ayak uydurarak değişmek/ değiştirmek zorundadır. (…) ‘Kuşatmayı yaracağız…’ diyenlere gereken, ‘müzmin muhaliflik’, militanlıktır… Başka türlüsü mümkün değildi; biz de böyle yaptık… ‘Yapılmalı’ dedik!”
Özetle, “Kuşatmayı Yarmak: Eğitim, Bilim ve Aydınlar”, neo-liberal kapitalizmin sürüleştirici itimi karşısında itiraz edenlerin, “İnsan Olma”da, “İnsan Kalma”da direnenlerin parkalarının cebine layık, duvar üstlerinde, kantinlerde, şehirlerarası otobüslerde, duraklarda, 6 Kasım eylemlerine hazırlanırken, öğrenci evlerinde okunması gereken bir kitap olmuş…

N O T L A R
[1] Swami Vivekananda.
[2] Aksiyon dergisinde yer alan “En büyük hayalim YÖK’ü yok etmek” başlıklı söyleşi. http://www. tumgazeteler.com/ ?a=5307341
[3] Sibel Özbudun, Temel Demirer, Kuşatmayı Yarmak: Eğitim, Bilim ve Aydınlar. Kaldıraç Yayınevi, İstanbul, 2009.392 sayfa.